Arşiv
Bir Ticaret Kavmi Ülkesi: Lübnan – IV
Lübnan’da geçireceğimiz son günde, fazla vakit kaybetmemek adına çok geç olmadan kalkıp kahvaltımızı ettik. Son günümüzü sadece Beyrut’a ayırmaya karar vermiştik. O yüzden arabaya binip ilk olarak, Beyrut’ta görülmesi gereken bir yer olarak okuduğumuz Pigeon Rocks’a gittik.
Pigeon Rocks önünde ben
Pigeon Rocks, sahildeki iki devasa kaya aslında. Yaklaşık 20 metre yüksekliğinde, denizin aşındırması ile kenarları gitmiş ve sanki iki devasa yumurtaya benzeyen doğal bir güzellik. Açıkçası çok da görülmesi gerekli değil. Sonuçta deniz kıyısındaki iki dev kayadan bahsediyorum. Onun önünde biraz fotoğraf çekildikten sonra sahilde biraz yürüdük. Beyrut sahlini rahatlıkla İzmir Kordon’a benzetebilirsiniz. Yürümesi gayet keyifli. İnsanlar sevgililerini, eşlerini, çocuklarını, arkadaşlarını almış; temposuz ve rahat adımlarla güneşin keyfini çıkarıyorlar. Arada da tempolu şekilde koşan (spor yapan) insanlara denk geliyorsunuz. Alsancak’tan çok, Konak-Göztepe arasına benziyor. (İzmirlilere selamlar!)
Beyrut’un tek halka açık plajı
Sahilden manzaralar
Sahil şeridinde bir manav
Donwtown civarında sahil şeridi
Ardından arabayla sahilin bittiği yere kadar gittik. Burada devasa bir halka açık plaj var. Kış olduğundan bomboştu ama birkaç ay sonra cıvıl cıvıl olacağını kestirmek hiç zor değil. Arabayla yine merkeze dönerken Hard Rock Cafe’de durduk. İçeri girerken, mağazasına bir göz attık. Beyrut’a dair bir T-shirt istediğimden, gözüme hoş gelen birkaç tanesine baktım. Fazla seçeneğim olmadığından siyah-gri tonlarında, gitarlı ve Beyrut yazılı hoş bir desenliden aldım. 30 dolar olan fiyatı ucuz değildi lakin değerdi bence. Üst katta ise esas mekan vardı. Daha önce hiç Hard Rock Cafe’ye girmediğimden bana enteresan geldi. Her köşede, ünlü bir rock efsanesinin bir eşyası vardı. Artık aklınıza kim gelirse vardı. Ben Engin ile otururken denize nazır bir masaya, Filiz etrafı fotoğrafladı. Bir ara gelip hem internet şifresini, hem de Pearl Jam’e ait bir eşya olup olmadığını soracağını (kendisi çok sıkı bir Pearl Jam hayranıdır) söyleyip gitti. Ardından Filiz’in garsonun karşısında şoka uğradığını gördük ve merak ettik. Ama olay harbi, çok komikti: Filiz şifreyi sorunca kız, “Pearl Jam” demiş, cevap karşısında afallayan Filiz, bir daha sormuş. Kız yine “Pearl Jam” deyince Filiz, ikinci soruya geçememiş. Gerçekten mekanın internet şifresinin ‘Pearl Jam’ olması da oldukça manidar olmuş. 😀
Hard Rock Cafe girişi
Elvis, the king
Beyrut’ta iki dost
Burada Engin’le birer burger yedik. Hem burger hem de yanındaki patatesler çok güzeldi. Ağzımıza kadar doyduk resmen. Beni tanıyanlar yüzümdeki mutluluğu bilirler. 🙂 Çıkışta ise arabanın camındaki ceza bizi biraz korkutsa da ücretin 10 TL olduğunu anlayınca umursamadık. Sonrasında Beyrut Ulusal Müzesi’ne gittik. İki kattan oluşan bu binada, Lübnan’da yaşamış medeniyetlerden heykeller, mozaikler ve çeşitli eşyalar görülüyor. Tabii, önceki yazılarda da belirttiğim üzere, kendilerine ait bir kültürleri olmadığından başka medeniyetlerin izlerini görüyorsunuz. Mesela, 2 ay önce Gaziantep’teki Zeugma Mozaik Müzesi’nde gördüğüm mozaiklerin oldukça benzerleri bu müzede de vardı ama Antep’tekiler daha güzeldi açıkçası. Müzmin bir müzeseveri heyecanlandıracak bir yer değil, ne yazık ki.
Ulusal müze girişi
Bir mozole
Bir mozaik parçası
Müzenin girişindeki odada ise Survival adlı belgeseli izledik. Lübnan İç Savaşı sonrası müze binasının nasıl restore edildiğini ve eserlerin nasıl yeniden sunuşa sunulduğunu anlatıyor. Savaştan sonra duvarları delik deşik olmuş bina, yavaştan yenilenmiş. Bu sırada savaş öncesi, koruyucu kolilere atılmış ve depolarda öylesine bırakılmış eserler teker teker elden geçirilerek tekrardan sunuma hazırlanmış. Savaşın getirdiği yıkımın sadece insanlarda olmadığını göstermesi açısından faydalı bir belgeseldi.
Eski bir makyaj seti
Bir maske
Minyatür bir Venüs heykeli
Çıkışta Beyrut’un ünlü lokantalarından Abd el Wahab’a gittik. Buradaki amacımız karın doyurmaktan ziyade, görmekti. Bu yüzden ortaya birkaç şey söyledik sadece. Etli humus, pastırma, kuş eti (hangi kuştu, hatırlamıyorum) ve salata geldi. Üzerine de bir porsiyon tatlı söyledik (Şunu rahatlıkla söyleyebilirim ki Lübnanlılar tatlıdan anlamıyor!). Tatlı hariç yemekler fena değildi lezzet olarak ama atmosfer ve sunumu olarak çok soğuk buldum açıkçası. Gayet müşteriyi kazıklama üzerine bir mekandı sanki. Zaten mekan içinde (hele o kadar lüksken) nargile içilmesini de oldukça garipsedim. (İstanbul’da Reina’da nargile içildiğini düşünün!) Kesinlikle tavsiye etmeyeceğim bir mekan. Hesap da gayet tuzlu geldi.
Abd el Wahab’ta yemek yerken
Oradan çıkınca biraz merkezde yürüyelim istedik. Downtown’da arabayı park ederek dolandık biraz. Hava kararmak üzere olduğundan sokaklar hemen hemen boştu. Aralarda ufak barikatlardan geçtik, asker de çok vardı. Meğerse biraz ilerideki meydanda pek de kendini göstermeyen bir binada Lübnan Parlamentosu varmış. Etrafında da birkaç kilise vardı. Gezmesi pek gerekli olmayan bir yer. Ama kadınsanız biraz ilerisinde dünyaca ünlü mağazaların şubeleri dikkatinizi çekebilir. 😀
Fazla oyalanmadan otele döndük. Magnet almak ve ardından yemek yemek için dışarı çıktık. Hamra’yı dolandık biraz. Bulabildiğimiz sınırlı birkaç yerdeki az sayıdaki magnetlerden beğenebildiklerimizi aldık. Bu arada biz dolanırken Engin, Türkçe konuşan bir çocuğa denk geldi. Oldukça varoş giyimli olan çocuk, içinde dua bulunan muska (cevşen) satıyordu. Engin ile konuştuğunda, Suriyeli olduğunu ama iç savaş yüzünden ailesiyle Beyrut’a kaçmak zorunda kaldığını öğrendik. Ablaları Gaziantep’te olduğundan gayet iyi bir Türkçesi vardı. Bizi en çok düşündüren sözü ise, savaş istediği kadar sürerse sürsün, evine elbet geri dönmek istemesiydi çünkü doğduğu ve yetiştiği yer orasıydı. Günümüzde çoğu yerde görerek, okuyarak veya duyarak şahit olduğumuz ‘aidiyet’ üzerine yapılan tartışmalara, bu daha bıyıkları yeni terlemiş çocuk önemli bir katkı yapıyordu bana göre.
Arkasından yemek için, bir İtalyan lokantasına girip pizza yedik. Okuyucu olarak “Beyrut’ta yiyecek bir tek pizza mı kaldı?” diye düşünebilirsiniz. Lakin, daha önce de belirttiğim üzere Lübnan’ın kendine ait bir yemek kültürü yok! Başta Türk ve Fransız olmak üzere çeşitli kültürlerin mutfaklarından oluşan karışık bir yemek alışkanlıkları var. Şunu da söyleyeyim, pizzaları gayet başarılıydı.
Otele döndükten sonra ise fazla oyalanmadan yattık çünkü uçağımız sabah altıdaydı. 3’e gelirken her zamanki gibi uyandım. Aile geleneği olarak yolculuk öncesi, saat ne olursa olsun, tam vaktinde uyanırım yada hiç uyuyamam. Otelden de çıkışımızı fazla vakit kaybetmeden üç buçuk gibi yaptık. Yine yollarda hafiften kaybolarak (tabelalar neden bu kadar yetersiz ki?!?) havaalanına vardık. Arabayı teslim et, check-in yaptır, pasaport kontrolde form doldur filan derken uçuş kapısına varmamız yine bayağı vaktimizi aldı. Ben son olarak bir şişe arak aldım duty free’den, annemlere hediye olarak. Tam uçağa binerken yapılan son asker kontrolünden sonra da koltuklarımıza oturabildik. Birkaç dakika sonra ise Filiz ile Engin uykuya dalmıştı bile. Uçak kalkınca, yeni doğan güneşin o tatlı ışığında Beyrut’a son kez yukarıdan baktım. Gözümü kapamadan önce aklımdan, “Buraya bir daha gelebilecek miyim acaba?” diye geçiyordu. Daha düşüncem bitmeden uyuyakalmışım.
Böylece Lübnan seyahatim sonlanmış oldu. Gayr-ı ihtiyari önyargılı bir yaklaşımla tedirgin olarak adımımı attığım Lübnan’ı fazlasıyla beğenerek döndüm. Geldiğimden beri, bir sürü kişi direkt “Memnun kaldın mı?” sorusunu yöneltiyorlar. Hiç kuşkum olmadan, “Hem de beklemediğim kadar!” yanıtını veriyorum. Yemek ve trafikte kaybolma gibi konuları anlayışla karşılarsanız çok keyif alabileceğiniz bir tatil rotası bence. Üstelik bahar ve yaz aylarında deniz olayı da işin içine girecek. Orta Doğu’nun duyduğum kadarıyla en çılgın gece kulüpleri de bu şehirde. Biraz keseyi açarsanız sınırsız eğlenebilirsiniz. Tabii, bizim gibi, sadece kültürel bir gezi de yapabilirsiniz ve hiç sıkılmazsınız.
Toparlarsak, her mevsim ve her türde tatil için tercih edilebilecek bir seçenek Lübnan. Bana her şey dahil (pasaport hariç, zaten vardı benim) 1000 TL bile tutmadığını yazayım. Benimle bu güzel seyahatte beraber olan canım dostlarım Engin ve Filiz’e de teşekkürler. Bir dahaki gezi yazımda buluşmak üzere.
Fotoğraflar: Filiz DÜMBEK ve Engin ŞİMŞEK
Bir Ticaret Kavmi Ülkesi: Lübnan – III
Pazartesi sabahı, biraz daha erken kalktık. Hedefimiz 2 saat uzakta denilen Baalbek. Yolumuz belki kısa ama yolu bilmediğimizden uzun süreceğinden korkuyoruz. Engin de hava aydınlıkken gidip gelmek istiyor haliyle. Kahvaltıdan sonra direkt şehir merkezine uğruyoruz. Çünkü, ülkedeki 3. günümüz olmasına rağmen, hala detaylı bir haritamız yok. Downtown’da bir kırtasiye bulup kapsamlı bir harita ediniyoruz. Ardından hızlıca yola koyuluyoruz.
Önce Beyrut’tan çıkabilmemiz gerek tabii. Otobana bağlanmak için bayağı uğraşıyoruz. Caddeler hep birbirine benziyor ve cadde isimlerini bir türlü göremiyoruz. Sonunda birkaç yere yol sorarak otobana bağlanmayı başarıyoruz. Tabii otoban dediğim yolu, bizdekiler gibi zannetmeyin. Şehirler arası yoldan halllice. Zaten Beyrut çıkışında Lübnan Dağları’na tırmandığınız için, yol resmen Bursa-Uludağ yoluna çevriliyor. Bir de yağmur bastırınca yol iyice sevimsiz oldu. Bir an kendimi sonbaharda Sarıalan’a çıkıyor gibi hissettim. Bizdeki köy evlerinin yerini gecekondular almış. Çok ciddi bir rakım almamıza rağmen hala çevrede yığınla ev olması, Lübnan’ın bir başka yüzünü görmemizi sağladı. Sonuçta, Orta Doğu’nın sayılı kentlerinden birindeyiz ve her büyük kentin mutlaka yoksul bir kesimi de vardır.
Bekaa Vadisi’ne tepeden bakış
Bekaa Vadisi’ne tepeden bakış-2
Tüm bunlar olurken saate baktığımda, şehir çıkışında çok zaman kaybettiğimizi görüyorum. Üstelik yolun iptidai hali, yağmur ve tabii bilinmeyen bir istikamete doğru yol almamız, yavaş ve dikkatli olmamıza yol açıyor. Çok geçmeden Beyrut’u tamamen arkamızda bırakıyoruz. Yükselme bitince, hafiften inmeye başladık. Yol kenarlarında karlar gözükmeye başladı. Hava besbelli ki çok soğuk. Yanıma aldığım kazağı giyiyorum. Ardından hiç beklemediğimiz bir manzarayla karşılaşıyoruz. Uzaktan, yemyeşil Bekaa Vadisi gözüküyor. Manzara gerçekten çok güzel. Vadi, iki sıra dağın arasında son derece bereketli ve canlı gözüküyor. Daha da indikçe, daha güzel görünüyor. Bir benzinlikte duruyoruz, Filiz hemen çıkıp olabildiğince fotoğraf çekiyor. Bir çıkmaya niiyetleniyorum ama hava buz gibi. Sanki bir önceki gün, deniz kıyısında T-shirt ile yürümemişim gibi. Daha fazlasını oku…
Son Yorumlar