Başlangıç > film eleştirisi, İstanbul Film Festivali > 32. İstanbul Film Festivali İzlenimleri

32. İstanbul Film Festivali İzlenimleri

Yılın en sevdiğim dönemi, İstanbul Film Festivali zamanıdır. Önceden biletler alınır özenle seçilerek, sonra başlanır beklemeye. Festival başlayınca da ardı ardına filmlere gidilir. Geçen yıl, kişisel bir sebeple elimdeki biletlerden sadece ikisine gidebilmiştim. Bu sefer, sadece birine gitmedim. Geriye kalan 13’üne aksatmadan gidebilmişim. Aşağıda bu filmler beraber hasbıhal yapacağız,  belki karşınıza çıkar biri. Özellikle gösterime girecek olanlar…

Ni Guang Fei Xiang (Touch of the Light/Kalbimdeki Işık) [Chang Jung-Chi – 2012]

movie-touch-of-the-light-by-chang-jung-chi-s2-mask9

70’lerde ve 80’lerde bizde oldukça popüler olan türkücü filmlerinin biraz kaliteli olan versiyonu diyebiliriz. Tayvanlı piyanist Huang-Si Yiang’ın kendi üniversite yıllarını anlatan filmde, Huang kendini oynuyor ve müzikleri yapıyor. Kör bir sanatçı olmanın zorluklarını anlatmaya çalışıyor film (ki ben bunu izlemek için gitmiştim) ama Huang ile kız arkadaşının günlük hayatlarıyla uğraşmaktan meramını anlatamıyor. Yine de Dylan Doyle’un incelikli görüntüleri ve Huang’ın müzikleri filmi izlenebilir kılıyor.

To Agori Troei to Fagito tou Pouliou (Boy Eating the Bird’s Food/Kuş Yemi Yiyen Oğlan) [Ektoras Lygizos – 2012]

Bu oldukça garip Yunan filmi, adı üstünde kafayı üşütüp kuş yemi yiyen bir adamı anlatıyor. Hayatta yapacak hiçbir şeyi olmayan bir adamın, başıboş gezinip kuşuyla ilgilenmesini tüm sıkıcılığıyla izliyoruz. Avrupa’nın her geçen yıl artan ekonomik krizini, avare bir birey üstünden anlatmaya çalışan film, belki istediğine ulaşıyor lakin izleyiciyi de perişan ediyor.

Los Amantes Pasajeros (I’m so Excited/Aklımı Oynatacağım) [Pedro Almodovar – 2013]

los-amantes-pasajeros-4

Almodovar’ın son filmi, herkesin üzerinde birleştiği üzere kendisinin en kötü filmi. İnanılmaz kötü bir senaryosu var ve üstüne eklenen pastiş oyunculuklar gerçekten gözü yoruyor. Lakin kötü de olsa bir Almodovar filmi izliyoruz. İzlemesi oldukça keyifli ve yer yer de komik bir film olmuş. Eğlenmek isteyenlere hitap ediyor sadece.

The Place Beyond the Pines (Babadan Oğula) [Derek Cianfrance – 2012]

The-Place-Beyond-The-Pines-22

Bizi kalbimizden yaralayan Blue Valentine‘in yönetmen ve baş aktörünü tekrar buluşturan film, oldukça karmaşık ve çetrefilli bir hikaye anlatıyor. 2.5 saatlik filmde, ilk 1 saat Ryan Gosling’in karizması ve yeteneği sayesinde gayet başarılı geçiyor. Ardından Bradley Cooper (hala sevemedim şu adamı) oyuna giriyor ve film bambaşka bir yöne sapıyor. Sanki ilk 1 saatle alakası olmayan ikinci bir film izlemeye başlıyoruz. Bu aşamada gayet sıkıldım, zaten bayağı izleyici de salonu terk etti. Son 30 dakikada ise, film bir anda zaman atlıyor. Bu şaşılası adım, filmi de rayına sokuyor. Filmin ilk yarısı ile de oldukça güzel bir bağlantı yaparak sona eriyor. Genelden bakınca oldukça başarılı bir film. Hayli değişik, başkasına benzemeyen yapısı ve iyi oyuncularıyla bence ilgiyi hak ediyor.

The Pervert’s Guide to Ideology (Sapığın İdeoloji Rehberi) [Sophie Fiennes – 2012]

Günümüzün ünlü filozofu Slavoj Zizek’in ‘ideoloji’ üzerine fikirlerini çeşitli filmlere atıfta bulunarak anlatmaya çalışan bir belgesel. Felsefenin ağırlığı malumken, bunu çeşitli popüler filmlerle yumuşatmaya çalışmış yönetmen ama olmamış. Zizek, bozuk İngilizcesi’yle devamlı ahkam keserken bir zaman sonra kopmamak elde değil. Filmden aklımda sadece, Beethoven’ın ünlü Ode to Joy (Neşeye Övgü) bestesinin farklı ideolojilerde nasıl olup kullanılabildiği kaldı. Çünkü oldukça garip ama gerçek bir saptamaydı.

Starlet [Sean Baker – 2012]

(L-R) Besedka Johnson as Sadie and Dree Hemingway as Jane in ``Starlet.''

Bir porno yıldızı ile yaşlı bir kadının garip ilişkisini izliyoruz. Başlarda garip ve bayağı gelse de, sona yaklaştıkça anlamlılığı artan ve yalın halde meramını izleyiciye geçirebilen bir hayat kesiti haline geliyor. Bağımsız film severlerin, ilgiyle izleyebileceği bir yapım. Dree Hemingway ve Sean Baker da takibe alınmalı.

Before Midnight (Geceyarısından Önce) [Richard Linklater – 2013]

beforemidnight

Benim favori filmlerimden olan Before Sunrise ve Before Sunset‘in 3. filmi, yine tantanasız bir halde karşımıza çıktı. Before Sunset‘in bıraktığı yerden yine 9 sene sonra, Jesse ile Celine karşımıza çıkıyor. Bu sefer beraberler, son 9 yılı da birlikte geçirmişler. Üstelik ikiz kızları olmuş. Filmimiz, ailecek gittikleri Yunanistan tatilinin sonuna gelirken, Jesse’nin eski eşinden oğlunu havalimanından uğurlamasıyla başlıyor. Ardından, beklendiği üzere, Jesse ile Celine arasında diyaloglar başlıyor. Arkada Mora Yarımadası’nın bakir güzelliği göze çarpıyor. Yalnız ilk iki filmden farklı olarak, filmin ortasında diyaloga başka oyuncular da katılıyor.  Bunlardan yemek masasında geçen sahne gerçekten çok leziz. Sona doğru yine başbaşa kalan çiftimiz, bizi ilişkilere dair binbir soruyla başbaşa bırakarak filmi nihayete erdiriyor.

Festivalde izlediğim en iyi film olan ve şüphesiz 2013’ün de en iyileri arasına girecek Before Midnight, tam kendisinden bekleneni veriyor. İlk iki filmin tüm güzelliklerini yanında getiren hikaye, karakterin olgunlaşmasına paralel daha olgun bir anlatım sergiliyor. Jesse ile Celine’nin de buna yaraşan özellikleriyle gayet keyifli bir film izliyoruz. Ethan Hawke, Julie Delpy ve Richard Linklater yine harikalar.

Much Ado About Nothing (Kuru Gürültü) [Josh Wheadon – 2013]

muchaduabout

Geçen yıl The Avangers ile Hollywood’da sağlam bir prestij elde eden Wheadon, kendine özel bir proje çekmiş. Shakespeare’in en bilinen oyunlarından birini, günümüzde ve kendi evinde kotarmış. Ama diyaloglar tamamen aynı, oyunda olduğu gibi. Hem günümüzde geçmesi hem de Ortaçağ İtalyası diyalogları kullanması, önce bir yabancılaşma yaratsa da zamanla alışıyorsunuz. Shakespeare’in hınzır metni, Wheadon’un zeki kurgusuyla birleşince ortaya çok keyifli bir komedi çıkmış. Belki yeni bir şey anlatmıyor lakin kendi çapında mutlu mesut bir seyirlik sunuyor.

Pozitia Copilului (Child’s Pose/Çocuk Pozu) [Calin Peter Netzer – 2013]

childs-pose-facebook

Bu yılki Berlin Film Festivali’nde Altın Ayı’yı alan Romen yapımı film, Romen Sineması’nında alışık olduğumuz üzere hikayesini oldukça gerçekçi bir şekilde anlatırken sıkıcılığını her anında yaşatıyor. Bir annenin tüm despotluğuyla, kazık kadar oğlunu zapturapt altına almasına çalışmasını izliyoruz. Oğul, yaptığı bir kazada bir çocuğu öldürünce bunu fırsat bilip kontrolü almaya çalışan anne, beklenmeyen sorunlarla karşılaşıyor. Bir yandan da Romen sosyal hayatının kapitalist yapısını gözler önüne seren film; hikayesi, tekniği ve oyuncularıyla takdiri hak ederiyor. Fakat ne yazık ki bu olgunluğunu, seyir keyfi açısından izleyiciye geçiremiyor.

  1. Henüz yorum yapılmamış.
  1. No trackbacks yet.

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s

%d blogcu bunu beğendi: