Bir Selanik Kaçamağı – 1. Gün
Her şey aniden oldu bu sefer. Genelde 3-4 ay önceden planlar yapılır, biletler alınır, sonra da huşû içinde tarih beklenirdi. Bu sefer sadece 10 gün öncesinde “Arkadaşlar vizeler bitmeden bir kaçamak mı yapsak?” fikrinden türedi her şey.
+”Neresi olsun?”
-“Selanik olabilir.”
+”Mantıklı bak. Hem uçakla da uğraşmayız.”
-“Tamamdır. Haftaya cuma gidiyoruz o zaman.”
+”Oleyyyy!”
Böylece önce Metro Turizm’den (sonradan Yunanistan seferlerinde Crazy Holidays ile ortak olduğunu öğrendik, ad inanın çok manidar, sırası gelecek 🙂 ) biletler alındı. Otel rezervasyonu da yapıldı. 2 Ağustos Cuma akşamı Esenler Otogarı’nda buluşuldu.
Selanik Kordon Boyu ve Beyaz Kule
Onur ile ben çift katlı otobüsle giderken, Filiz Hanım yan arabadaydı. Yolculuğun sınıra kadar olan bölümü fena geçmedi. Uzun zamandır Onur’la görüşemediğimizden bolca konuştuk, biraz okudum, uyuma denemelerinde bulundum. Sınırdaki 1.5 saatlik lüzumsuz beklemeden sonra sızmışım zaten. Gözlerimi, şoförün telefonda birisine “Abi araba yolda kaldı, çalıştıramadık. Ne yapacağız bilemiyorum?” dediğini duymamla açtım. Kesin rüyadayım diye düşünürken, havanın aydınlanmış, bizim de bir sokak kenarında park etmiş olduğumuzu gördüm. Otobüsün gerçekten bozulduğu açıktı ama yapacak bir şey de yoktu. Onur’a baktım, gözü kapalıydı ama birazdan açılınca “Onur, otobüs bozulmuş!” dedim. Ardından hemen kapadı, ben de zaten fark ettiğinden uyumaya çalıştığını sandım. Meğerse, benim şaka yaptığımı sandığından uyumasına devam etmiş. Lakin 10 dakika sonra uyandığında da hareket etmediğimizi anlayınca durumun vahamiyetini de anladı. Adını bilmediğimiz yurt dışında bir kasabada kalakalmıştık, saat 7.15’ti. Normalde Selanik’e varmak üzere olmalıydık.
Onur şoförle konuşmak üzere aşağı indi. Döndüğünde başka bir otobüsün 10 dakikaya bizi almaya geleceğini söyledi. Tabii o 10 dakika 1 saati geçti. Yeni otobüsle hareket edebildiğimizde saat 8.30’u geçyordu. Selanik’e vardığımızda ise saat 11.30’du! Üstelik otobüs otogara bile girmedi (yabancı plakalı araçlar giremiyormuş). Otogardan yürüyerek 5-6 dakika uzaklıktaki kendi binasının önünde durdu. Küçük bir minibüsle otogara attılar bizi. Sonrasında ise 31 numaralı otobüsle 15 dakikada merkeze indik.
Selanik, ilk önce bana Tiflis’i anımsattı nedense. Modern bir kent olduğu söylenemez, sanki bir 5 yıl geride kalmış gibi. Ama bu, kötü bir anlamda değil, şehir kendi içinde uyumlu ve sırıtmıyor. Onur, Balkanların çoğunu gezdiğinden onların da bu durumda, hem de daha kötü halinde olduğunu anlattı. Balkanları daha gezemedim lakin tipik bir Balkan kentinde olduğumuz aşikardı.
Daha fazlasını oku…
Sinema Sinema
Kokuriko-zaka Kara (From Up on Poppy Hill) [Goro Miyazaki – 2011]
Büyük anime ustası Hayao Miyazaki’nin senaryosunu yazıp oğlunun yönettiği film, yine yürekleri ısıtıyor. Alışık olduğumuz üzere, yine ergenliğe girmek üzere/yeni girmiş bir kızın hikayesini izliyoruz. Babası küçükken ölmüş, annesi de uzaklarda olan Umi, okuldan kalan tüm zamanlarında ev işi yapıyor. Umi’nin Shun’a aşık olmasına paralel olarak okuldaki dernek binasını kurtarma projesini ve Shun ile Umi’nin bilmedikleri ortak geçmişlerinin ortaya yavaş yavaş çıkmasını da izliyoruz. Yer yer klişelere yaslansa da, Studio Ghibli’nin tüm animelerinde olduğu gibi, size çocukluğunuzdaki tertemiz, huzurlu ve sımsıcak sevinci tekrar yaşatıyor.
Iron-Man 3 [Shane Black – 2013]
İkinci filmiyle vasatlık sınırına gerileyen Iron Man serisi, şükür ki Shane Black sayesinde eski formuna geri dönmüş. Yine zeki, komik, küstah, kibirli ve çok zengin süper kahramanımızı seyrederken, fena halde keyif alıyoruz. Zaten bir yaz eğlencesinden tüm istediğimiz bu, değil mi? Peki, peki, 😀 ben biraz da mantık arıyorum. Iron-Man 3‘te o mantık da var. Bilhassa ortadaki kıvrak senaryo hamlesi çok hoş, filme ekstradan lezzet katıyor. İyi bir bifteğin yanındaki hafif yağlı jambon misali.
On the Road [Walter Salles – 2012]
Beat kuşağının en popüler romanlarından olan, Jack Kerouac imzalı (yarı!) biyografik romandan uyarlanan film, doğal olarak benim gibi dönemin hayranlarını kendine çekti. (Tabii Kristin Stewart’ın çıplak hali de mutlaka Twilight yeniyetmelerini çekmiştir lakin filmden bir şey anladıklarını zannetmiyorum.) 50’lerde uyuşturucu, alkol, seks, özgür düşünce (ve edebiyat) dolu bir hayat geçirip sonradan başta 68′ kuşağı olmak üzere bir sürü akımı/kuşağı/fikri/eseri etkileyen Beat kuşağı yazarlarının yollarda geçen hikayelerini ve tabii ki olgunlaşmalarını anlatıyor. 2 saati aşan film, yer yer sıksa da dönemi anlamak için bir kılavuz niyetinde. Yalnız benim yaptığım gibi, üzerine Fear and Loathing in Las Vegas‘ı izlemeyin, çok fazla geliyor. Daha fazlasını oku…
Ciddi Bir Bayram Yazısı
Geçen seferki bayramı da (kurban olanı) evimde geçirmiştim. Sizlere küçük bir yazı yazıp, dünyadaki tüm olumsuzlukları, bir bayram olsun, görmezlikten gelip hayatın küçük güzellikleriyle nefes almanızı öğütlemiştim. Kaçınız bu öğüdümü tuttu bilemeyeceğim ama dünyadaki olumsuzluklar giderek ve ısrarla artmaya devam ediyor.
Sanki biraz uzaktaki köprünün yıkık olduğunu bildiğimiz bir trende yol almaya devam ediyoruz. Tek yapabileceğimizin de gözümüzü kapatıp, hayatımızdaki güzel anlarımızı düşünmek olduğunu sanıyoruz. Son birkaç aydır tüm bu düzenin o kadar umutsuz olmadığını fark ettim. Kafamızı kuma gömmek veya suçu başka birilerine atmaktan vazgeçmeliyiz. Sonuçta ilerideki köprüden düşeceksek hep beraber düşeceğiz. Hiçbir şeye karışmamakla veya bir çocuk gibi “Öğretmenim! O da şunu yaptı!” deyip suçu başkasına atmakla treni düşmekten kurtaramayız. Önce durup, sakin kafayla düşünmeliyiz. “Ben kimim? Tüm bu düzenin içinde nerdeyim? Hoşlanmadığım olaylara karşı nasıl bir aksiyon alıyorum? Aynısı bana yapılsa ne yapardım?”
İyilik de kötülük de içimizde. Hepimizin içinde! Bunun farkına varıp, tek iyinin kendimiz, tek iyi kararların kendi kararlarımız olmadığını anlamalıyız. Hata yapabildiğimizi, yanlış kararlar verebildiğimizi, gerekirse bunları afişe etmenin sanıldığı kadar kötü olmadığını anlamalıyız. Mesela ben bunları yazıyorum da hiç mi hata yapmadım? En çok aileme olmak üzere, eski kız arkadaşlarıma, dostlarıma, arkadaşlarıma sürüyle hata yaptım. Hepsi de benim içimde yazılıdır, hesapları da er ya da geç verilecektir. Önemli olan hata yapmamak değil, yaptığın hatanın farkına varıp ondan gerekli dersi çıkarabilmektir.
Ama çevreme baktığımda, bunu anlamamak çırpınan bir kalabalık görüyorum. Bir konuşmamızda ortak tanıdığımızı yerin dibine sokan kişi, 10 dakika sonra aynı hatayı bir başkasına yapabiliyor ve kendini haklı farz ediyor. Çünkü kendi fikrinin hatalı olabileceği ihtimalini düşünmüyor bile. Bu örnek, en küçük, günlük bir olaydan; gayet büyük, savaşa sebebiyet verebilecek olaylara kadar geçerli. Daha fazlasını oku…
İş Hayatı ve Kişisel Hayat için Küçük Öğütler
Aşağıda paylaşacağım adımlar, oldukça uzun zaman önce elime geçti. Bir iş arkadaşım, proje yönetimi üzerine olan bu adımları beğendiği ve projelerin benzer mantıkla yürütülmesini düşündüğü için diğer iş arkadaşlarıyla paylaşmıştı. Ben de oldukça beğendim ve hatta bu adımların sadece işteki projelerde değil, özel hayatımızdaki problemlerde de kullanılabileceğini düşündüm. Bu yüzden, Volvo’nun kendi şirketine Yalın Düşünce felsefesini yaymak için oluşturduğu bu adımları, Türkçe’ye çevirdim. Bunları okurken hayata olan izdüşümlerini düşünün. Mutlaka ortak payda yakalayacaksınız.
- Her şeyi, bir anda yapmayın.
- Şirketteki bazı gönüllü kişilere çevre eğitimi verin.
- Tek araçla başlayın.
- Tek grupla, bir alandan ve bir proje üzerine başlayın.
- Acele etmeyin.
- Basit tutun.
- Tek seferde muntazam yapmak için çabalamayın ve tek seferde mükemmel olması için de baskı kurmayın.
- Çalışanlar için gerekli bilginin dağıtımına özen gösterin; eğitime ve bilgiye önem verin.
- Tek çözümle kendinizi sınırlamayın, sürekli geliştirmeler yapın.
- Çevrenizdeki insanlara geri bildirimlerde bulunun.
- Hata yapmaktan çekinmeyin.
- İşinizi görselleştirin.
- Her zaman küçük değişimler yapın; böylece sonuç olumlu olmazsa geriye dönüşünüz daha kolay olur.
- Az ama büyük adımlar atmaktansa, çok ama küçük adımlar atmayı yeğleyin.
- Ölçüm yaparken, ölçmeyi doğru yaptığınızdan ve sayısal değerlerin mantıklı olduğundan emin olun.
- Müşteri memnuniyetini unutmayın.
- Sorumlulukları dağıtın/paylaştırın.
- Başarı için, projenin tümüne kalpten bağlılık zorunluluktur.
- Sorunların %80’ini hızlıca çözmek, %95’ini yavaşça çözmekten iyidir.
- Proje devam ederken durum bilgisini proje sorumluları ile paylaşın ki herkesin neler olduğundan haberi olsun.
Benden Şarkılar – How to Fight Loneliness (Wilco)
1 ay önce bir arkadaşımla gecenin bir vakti yazışıyoruz. Söz, sevdiğimiz şarkılardan açıldı. “Bak, ben bunu çok severim, bir dinle.” diye bu şarkıyı önerdi. O gece dinleyip kenara attım kafamda. 2 gün önce sabah çalışırken Joy FM dinliyorum (Bu aralar fena sardım bu radyoya). Çat, bu şarkı çıktı. Pek yapmam ya, webden sözlerini bulasım geldi. Çok az ama öz sözleri var lakin beni bir etkiledi ki… Sanırım son aylardaki hislerimi en iyi ifade eden şey!
How to fight loneliness / Yalnızlıkla nasıl savaşırsın
Smile all the time / Her zaman gülerek
Shine you teeth til meaningless / Anlamsızca dişlerini parlat
Sharpen them with lies /Onları yalanlarla bile
And whatevers going down / Ne, seni aşağı çekerse
Will follow you around / Seni etrafta takip eder
Thats how you fight loneliness / İşte yalnızlıkla böyle savaşırsın
You laugh at every joke / Her espriye gül
Drag your blanket blindly / Battaniyeni bilinçsizce üzerine çek
Fill your heart with smoke / Yüreğini isle doldur
And the first thing that you want / Ve istediğin ilk şey
Will be the last thing you ever need / İhtiyacın olan son şey olacaktır
Thats how you fight it / İşte böyle savaşırsın
Just smile all the time / Sadece daima gülümse
Just smile all the time / Sadece daima gülümse
Just smile all the time / Sadece daima gülümse
Just smile all the time / Sadece daima gülümse
Hayattan Notlar
- Yine kitapla bir ‘Hayattan Notlar’a daha başlayalım: Geçtiğimiz ay gösterime giren Baz Luhrmann’ın The Great Gatsby‘sini izlemeden kitabını okuyayım, dedim kendi kendime. Kitabı gösterim öncesi bitirmeme karşın, film hakkındaki sürüyle negatif eleştiri sayesinde filme gitmedim. Bir ara izlerim nasılsa. Lakin geçen hafta, 1974 yapımı uyarlamasını izledim. Klasik ve kolaya kaçan bir uyarlama olmuş. Yönetmeni Jack Clayton, adamın neredeyse en ünlü filmi bu. Asıl senarist bomba: Francis Ford Coppola! Coppola adından beklenildiği kadar yaratıcı değil. Zaten okuduğuma göre esas senaryoyu çok cüretkar değişikliklerle Truman Capote (bkz. Breakfast in Tiffany ve In Cold Blood) kaleme almış ama stüdyo beğenmemiş. Oyuncu seçimi fiyasko bence: Robert Redford ve Mia Farrow. İkisi de yakışmamış.
- Kitaba gelirsek; çok başarılı olduğu kesin. Fitzgerald burjuvazinin kibrini, tekdüzeliğini ve vurdumduymazlığını altmetinlere iyi yedirmiş. Yüzeyden bakınca, tipik bir zengin kız-fakir oğlan hikayesi lakin altı çok iyi beslenmiş. Karakterler gayet canlı ve tökezlemiyor. Hem kaliteli hem de zevkli bir kitap okumak isteyenlere tavsiyemdir.
- Ondan hemen sonra en sevdiğim film eleştirmeni olması dolayısıyla Uygar Şirin’in Karışık Kaset‘ini okudum. Bir şaheser olmadığı kesin, yer yer klişeler de var lakin ben kitabı çok sevdim. Sebebiyse kendimi bulmam. Ana karakterin bazı özellikleri ve bazı davranışları bana acayip benziyor. Zaten sulugöz bir romantik film hayranı olarak konu da bir süre sonra beni eline aldı. Aralarda da enfes şarkılar var. Sıkılmadan okunacak, sağlam bir roman.
- Şu sıralar ise ünlü Game of Thrones dizisine konu olan A Song of Ice and Fire kitap serisine başladım. Daha ilk kitabın 200. sayfasını yeni geçsem de serinin ana görünümü belli oldu. Kitaplar, asıl gücünü olay örgüsünden ve fantastik türü layığıyla kullanmasından alıyor. G.R.R. Martin kolay okunan (İngilizcesi gayet anlaşılır), akıcı ama yüzeysel bir eser yaratmış. Daha bir sürü ayım bu eserle geçecek gibi duruyor, sırf olayların gidişatı için soluksuz okunabilir.
- Konserlere gelirsek, mayısın başında ilk senfoni konserime gittim. İKSV ve Eczacıbaşı, merhum Şakir Eczacıbaşı anısına New York Filarmoni Orkestrası’nı 2 günlüğüne İstanbul’a getirdi. Haliç Kongre Merkezi’nde düzenlenen konserlerin ikinci gününe katıldım. İlk senfonik konserimdi ama hiç sıkılmadım. Önce çevremi gözlemledim. Oldukça şık bir davetli topluluğu vardı. En ucuz biletlerin olduğu balkonda daha çok benim yaşlarımdaki kitle vardı ve ortam daha rahattı. Şortla gelen bile gördüm. Konserin ikinci arasında çaktırmadan ana salona indiğimizde ise profil değişimi çok açıktı. Tamamen abiye kıyafetler için üst sınıftan oluşan bir tabaka. Gayet şık bir kumaş pantolon-gömlek kombinasyonu yapmama rağmen ben bile eğreti kaçıyordum aralarında. Daha fazlasını oku…
Gezi Olayları Üzerine Notlar
- Son 1 ayda ülke gündemi ve durumu bayağı değişti. Bu blogta okuduğunuz bazı cümleleri dillendirmekte bile zorlananlar, sokağa çıkıp haklarını aramaya başladı. Son derece güzel gelişmeler yaşanıyor yani. Lakin ortamın karmaşasından dolayı ortada sürüyle fikir, sürüyle de fikir çatışması var. Herkes suçu başka birine/bir şeye bağlayıp yakayı sıyrılmayı düşünüyor. Fakat mevcut durumu, o kadar basit çözemezsiniz.
- Hükümet tarafı, tipik Türk egosuyla “Ben baştaysam benim dediğim olur.” mantığıyla direnişçileri küçümseyip/görmezden gelip dinlemek istemiyor. Olayı, basit bir yürüyüş/miting çerçevesinde tutmak istiyor. Oysa ki daha 1 Haziran’da durum, bu eşiği aşmıştı.
- Direnişçilerin hepsi olmasa da ve sayıları günler geçtikçe azalsa da bir bölümü de, tek çözümü hükümetin istifasında buluyor ve ne hikmetse bunun hemen gerçekleşeceğini varsayıyor. Evet, direniş daha önce bu ülkenin görmediği kadar önemli ve demokratikti. Lakin bu nokta, bizim ülkemizde hemen sonuç veremez, hele böyle başsız bir harekette. Nitekim hükümet, Hülya Avşar ve Polat Alemdar (orada bulunan karakterdi, oyuncunun kendisi değil) ile görüşerek hareketi nasıl gördüğünü göstermiştir.
- Sonucun kısa vadede alınamacağı aslında baştan belliydi. Ama nedense iki tarafın çoğunluğu bunu anlamamakta ısrar etti. Hatta hala anlamayanlar (anlamak istemeyenleri ayrı tutuyorum) da mevcut. Türkiye’nin yeni bir döneme girdiğini, bazı şeylerin eskisi gibi olmayacağını artık kanıksamalıyız. Ayrıca, “Eski halde ekonomimiz pek bir güzeldi. Gezi direnişçileri mahvetti!” geyiğine hala inanan varsa cidden fena halde çağ dışı kalmıştır. Üstelik onlara daha kötü bir haberim var: Gezi Olayları ile başlayan dönemde okumayan, araştırmayan, alternatif kaynaklarla bilgisini doğrulamayan (kastettiğim sadece politikada değil, hayatın her alanında geçerli olacak) kişi gündemin gerisinde ve atıl kalmaya devam edecek ve bu gerçek gitgide onları sistem dışına itmeye başlayacaktır. Daha fazlasını oku…
Paris Notları
- Paris’te ilk karşılaştığım olay, banliyö trenindeki 1.5 saatlik rötar oldu. Trenin içinde ağaç misali beklemek zorunda kaldık. Makinist açıklama yapsa da Fransızcam olmadığından anlayamıyordum. Ertesi gün, bir Parisli’ye durumu sorduğumda, trenlerin durumunun belirsiz olduğunu, kimi gün grev kimi günse teknik arıza nedeniyle rötar yaptığını anlattı.
- Paris’e 3 yıl önce de geldiğimden bu sefer daha rahat olacağımı kestirebiliyordum. Çünkü Louvre, Orsay gibi tüm önemli müzeleri zaten gezmiştim. Sadece yürümek ve rahatlamak istiyordum ki amacıma az çok ulaştım.
- Bu arada geliş sebebim aslında ESI Group’un düzenlediği VA One Users 2013 (VAUC 2013) konferansıydı. 2 gün boyunca süren konferans, ünlü Champ Eleyyse Bulvarı üzerinde Pavillon Ledoyen adlı küçük ama eski bir mekanda düzenlendi. Küçük konferansların ve davetlerin düzenlendiği şık bir mekandı. Öğle yemekleri de burada yenildi.
Mekanın girişinde konferans katılımcılarının toplu fotoğrafı (soldan 3. kişi de bendeniz)
- Yediğim öğle yemekleri için tek kelime söyleyecek olsam sadece klas derdim. İlk günkü menüde egzotik meyvelerden oluşan bir kokteyl tabağı (tek beğenmediğimdi), özel soslu ve kızartılmış cipsli tavuk, enfes bir limonlu tart vardı. Yanında beyaz şarap ve su ikram ediliyordu. Son olarak makaron ve küçük meyveli kekle kahve verdiler. İkinci gün ise kavun ve böğürtlenden oluşan karışık bir meyve tabağı, beşamel soslu bir balık (alabalık olabilir) ve krem şantili bir tür tatlı vardı.
Konferansın başlangıcı (Acaba ben nerdeyim? 😀 )
- İşin eğlence kısmını bırakırsak konferans az katılımlı ama son derece yüksek seviyeliydi. Airbus, Land Rover, BMW, Alström gibi firmaların NVH müdürleri gelmişti. Yapılan sunumlar ciddi olarak AR-GE’nin aslında ne olduğunu anlatıyordu. Türkiye’de bizim yaptığımız çalışmaların ne kadar kısa vadeli, az gelişmiş ve sıradan olduğunu görebiliyorduk. Türkiye’den tek katılanın bizim şirket olduğunu belirtmeme gerek yok herhalde. Zaten çoğu bizi önemsemedi açıkçası ne Hexagon Studio’yu ne de Karsan’ı duymuşlardı. Lakin bence bu tarz konferanslara katılmak, gelecek açısından önem teşkil ediyor. Daha fazlasını oku…
Gezi Parkı Olayları: Öncesi ve Sonrası
Ülke tarihi sayılı zamanlarından birini yaşıyor. Son 5-6 günde yaşananlar gerçekten kimsenin tahmin edebileceği gibi değildi. Hala daha kimse işin sonucunda ne olabileceğini çıkartamıyor. Ama ciddi ve güzel gelişmeler yaşandığı kesin. Diğer yandan oldukça insanlık dışı durumlar da vuku buluyor. Tüm bunların ekseninde gaza gelmiş/sokulmuş halk, meydanlara çıkarak sesini duyurmaya çalışıyor.
Herkesin hem fikir olduğu durum şu ki ‘Gezi Parkı’nın yıkılması’ önemli bir sembole dönüşerek AKP hükümetinin son 10 yılda yaptığı tüm negatif icraatların sesi oldu. Tabii bu ‘negatif’lik oldukça subjektif de olabilir lakin genel olarak demokrasi karşıtı icraatlar desek sanırım çoğunluk için uygun olur. AKP, tipik bir sağ partisi olarak 10 yılda parti programına uygun bir sürü icraat yaptı ve sağcılığın (burada ‘sağ’ı ‘kapitalizm’ yerine kullanıyorum) getirisi olarak da bir kısmı (niceliği kişiden kişiye değişir) demokrasi karşıtıydı. Bu da gayet normaldi çünkü sağın/kapitalizmin özünde demokrasi yoktur, sermaye sahibine (biraz da eşek gibi çalışana) daha çok sermaye getirmeye yöneliktir.
NVH Nedir? (Ben Ne İş Yapıyorum – 3)
En basit haliyle NVH kısaltması; gürültü, titreşim ve sertlik (Noise, Vibration & Harshness) kelimelerine denk gelmektedir. Ama terimsel olarak kullanım amacı, otomotiv şirketlerinde ses ve titreşim ile ilgilenen birim ve bu birimin ilgilendiği konuları kapsamaktadır.
Bir taşıtın 3D görünümü, altta şasi kısmı görünüyor
Bir otomotiv şirketinde (araba, otobüs, minibüs gibi her türlü kara taşıt üretimini kapsayabilir) üretilen taşıtın çeşitli bölümleriyle ve geliştirme aşamasındaki çeşitli fazlara ait birimler bulunur. Bu birimlerin adları ve sayıları şirketlere göre farklılık gösterse de bazı birimler sabittir. Mesela Endüstriyel Tasarım birimi, taşıtın konsept dış ve iç tasarımından sorumludur. Keza NVH birimi de araçla ilgili tüm gürültü ve titreşim sorunlarından sorumludur. Başta düşününce araç adına pek öncelikli bir konu gibi görünmese de, hem diğer birimleri desteklemesi hem de günümüzde artan konfor isteği sayesinde önem taşıyan bir birimdir. Nitekim NVH, son birkaç on-yılda önem kazanmıştır. Artan rekabet ve regülasyonlar bunun ana sebebidir. Artık taşıt müşterileri (otobüs yolcuları da buna dahildir) benzer taşıtlar arasında yüksek konfora sahip olanı tercih etmektedirler. Keza taşıtların minimum standartlarını belirleyen kıta komisyonları da (mesela EU – Avrupa Birliği) her geçen yıl standart sınırlarını arttırmakta ve hatta yeni standartlar koymaktadır. Bunlar içinde NVH ile ilgili olanlar da artmaktadır. Daha fazlasını oku…









Son Yorumlar