Berlin’de Noel İzlenimleri – 2
Teknik Müze – Vejetaryen Vietnam Mutfağı
Yazının ilk bölümünde bir eksiklik fark etmişsinizdir belki. Hiç müzeye gitmedik ilk 3 günde, çünkü Noel dolayısıyla kapalıydı. Bu yüzden de nasıl, ne zaman gideceğimizi de hiç düşünmemiştik lakin pazartesi akşamı fark ettik ki Berlin’deki tüm müzeler pandemi ile birlikte online bilet uygulamasına geçmiş. Müzenin kendi sitesinden bilet almadan herhangi bir müzeye girebilmeniz çok zor. Çünkü online bilet sayesinde müzeler saatlik kişi sayısını kontrol edebiliyor ve bu kişi kapasitesi müzenin popülaritesine göre önceden dolabiliyor.
Mesela tarihi bir yapı olan Alman Meclis Binası (Reichstag) randevuları haftalar öncesinde bitiyor. Bizim son anda bilet alabildiğimiz Bergama (Pergamon) Müzesi için birkaç gün öncesinde bilet almanız gerekiyor. Biz şansımızı deneyerek online bilet almadan Doğa Tarihi (Naturkunde) Müzesi’ne gittik mesela ve kapıdan döndük. Ben bu durumun pandemiden sonra da devam edeceğini düşünüyorum. O yüzden bir yurt dışı gezisi planlarken müzelere önceden karar vererek biletlerini edinmek artık bir şart.
Biz salı sabahı 9’a (açılış saatine yani) bilet bulabildik Alman Teknik Müze’sine (Deutsches Technikmuseum). Grupta iki mühendis (ben ve Kaan) olduğundan bu müzenin seçiminde muhalefetle karşılaşmadık. Bize ailecek İremler de katıldı. Bu sayede girişten biraz süre sonra grubumuz ikiye bölündü. Kızlar ve İremler, her şeyi hayranlıkla inceleyen bana ve Kaan’a dayanamayarak önden gitti. Kaan ile ben onlara yetişebilmek için olabildiğince hızlı gezmeye çalıştık, bize kalsa birkaç saat daha takılırdık sanırım.
Alman mühendisliği zaten tüm dünyada bilinen ve güvenilen bir marka. Bu müzede bunun tarihini gözlemleme şansı elde ediyorsunuz. İçerisini konulara göre bölümlere ayırmışlar. Önce tren bölümünü gezdik ki nefisti. İlk kullanılanlardan günümüzdekilere kadar tüm trenler ve ilgili aksesuarları vardı. Bazılarının içine de girebiliyordunuz. Üstelik her türlü kullanımından örnekler vardı. Madende kullanılanı da, ilk kraliyet treni de, Hitler’in treni de, ilk metro vagonu da… Tren bölümünün çevresinde tarihi bir bira üretim tesisi, eski bavul yapım atölyesi ile basım ve kağıt üretimi, mücevhercilik, tekstil ve eski makine atölyeleri üzerine sergiler mevcut.
Müzedeki başka bir binada ise denizcilik, gemicilik, motorlar, su sporları tarihi, şeker üretimi, kimya/ezcacılık, inşaat mühendisliği ve havacılık hakkında çeşitli bölümler vardı. Mesela denizcilikte gemi/tekne aerodinamiğinin neden önemli olduğunu gösteren bir deney canlandırılıyordu. Devasa gemi motorları vardı ki günde birkaç kere bunları çalıştırıyorlarmış, maalesef bu gösterilere kalamadım. Binlerce geminin irili ufaklı modelleri vardı. Şekerin içeriğinden, tarihteki ve günümüzdeki üretimini detaylıca anlatan koca bir bölüme maalesef beş dakika ayırabildim. Havacılık tarihi bölümü sanırım koca bir kattı. İlk uçak motorundan ilk uçaklara, İkinci Dünya Savaşında kullanılan gerçek uçaklardan günümüzdekilere etkileyici bir koleksiyon da burada mevcut. Türk bir müze çalışanı, Türkçe konuştuğumuzu görünce Sabiha Gökçen’in ilk uçağının da sergilendiğini söyledi ama bulamadık.

Çıkışa yakın da bilgisayar, iletişim, yayıncılık üzerine ayrı bölümler gezdik. Mesela ilk bilgisayar vardı, tarihte kullanılan çeşitli kamera ve stüdyo ekipmanları da. Mühendisliği, tekniği ve tarihi seven birinin ilgisiz kalamayacağı bir müze gerçekten. Çocuklara ve gençlere modern teknoloji tarihini anlatmak için de harika bir fırsat.
Müzeden sonra doğal olarak acıkmıştık ve yorulmuştuk. Bu yüzden hızlıca bir şeyler yemek istedik ve Berlin’in ünlü bir burger zinciri olan Burgermeister’a gittik (İsimde bir harf oyunu var, Almanca’da Bürgermeister ‘belediye başkanı’ demekken bu halde ‘burger ustası’ demek oluyor 😉 ) Çok aç olduğumdan bana gayet leziz geldi burger ve patetesler. Yemek işini hızlıca halletmenin mantıklı bir seçeneği.
Ardından yine bir noel markete gittik ama bu seferki en büyüğüydü. Berlin’in turistik noktalarından olan Gendermanmarkt’taki Zauber Noel Marketi, diğerlerine göre hem büyük, hem içinde daha fazla stand var, hem gösterilerin yapıldığı bir sahnesi var, hem de paralı. Gösterilerin başladığı saat de olan 14.00 sonrası giriş ücreti 1 €’du galiba. Biz 15 dakikayla filan beleşe girebildik. Biz dolaşırken yaşlı ve tonton bir amca, gayet güzel Noel şarkıları icra ediyordu. Önce standları bayağı dolandık, el sanatlarına ilgisi olanların hoşuna gidebilecek farklı ürünler mevcuttu. Sonrasında tipik bir Alman kafesinden kahve-tatlı aldık. Son olarak alkollü kahvemizle biraz sahne önünde takıldık.
Aynı günün akşamında ise Ata bizi vejeteryan yemekler yapan popüler bir Vietnam restoranına götürdü. Cho Tho’ya rezervasyonsuz gidemiyorsunuz, mekân doluydu tamamen. Yemek seçimini körlemesine yaptım açıkçası, İngilizce menüden bile net bir şey hayal etmek zordu. Önüme gelen patlıcanlı, salatalıklı, pirinçli, lahanalı kaseye bayıldığımı söyleyemem ama ilginç bir deneyimdi. Mangolu içecek ve tatlı çok daha iyiydi açıkçası. Fiyat skalası her şey içinde kişi başı 15 € civarında ama merkezi bir lokasyonda değil. Ata, merkeze yaklaştıkça bu tarz restoranlarda fiyatların arttığını belirtti.
Sinema Müzesi – Bergama Müzesi – Einstein Cafe – Brewdog
Son tam günümüzün ilk durağı Sinema Müzesi’ydi (Museum für Film und Fernsehen). Bilindiği üzere Berlin en önemli film festivallerinden birinin de ev sahibi. Festivalin de yapıldığı kocaman Sony Center binasında Alman Sinematek’i de (Duetsche Kinemathek) bulunuyor ve iki katı müze ve sergi alanı olarak hizmet veriyor. Sanırım önden bilet almadan girebileceğiniz nadir müzelerden biri burası.
Müze, doğal olarak Alman sinema ve televizyon tarihi üzerine. Alman sineması dendiğinde de akıllara Dışavurumcu Dönem geliyor. İki dünya savaşı arasındaki yıllar, ilginç şekilde Alman sinemasının dünyayı en çok etkilediği dönem. Büyük stüdyolarda ve devasa setlerde set tasarımı ve ışığı, bilinçaltını yansıtacak şekilde kullanarak birkaç başyapıta imza atıyorlar. Bunların en ünlüsü, öğrenciyken Lütfi Kırdar’daki bir özel gösterimde izlediğim Das Cabinet des Dr. Caligari (Dr. Caligari’nin Muyahanesi – Robert Wiene, 1920). Müzede bu filmden önceki yıllara ait parçalar da var ama bence müze, esas bu filmle ilgi çekmeye başlıyor. Bu ve sonraki yıllarda çekilecek başyapıtlara ait sahneler, set maketleri, fotoğraflar ve benzeri sürüyle parça var.
Yine önemli başyapıtlardan Metropolis‘e (Fritz Lang, 1927) büyük bir alan ayrılmış. (Ben Lang’ın polisiye gerilimi M‘ini (1931) daha çok sevsem de müze çıkışında Metropolis‘in DVD’sini aldım müzenin etkisiyle.) İlk Alman süperstarı Marlene Dietlich’in giydiği kostümlere kocaman bir oda ayrılmış. Sonrasında da İkinci Dünya Savaşı dönemi ve Nazizm etkisi geliyor doğal olarak.
Goebbels’in medyayı nasıl bir propaganda aracına dönüştürdüğü artık çok iyi biliniyor. Lakin sinema tarihine aşina olanlar hariç pek bilinmez ki modern belgesel ve aktüel spor çekim tekniklerini ilk kullanan, Nazi Partisi finansmanı ile filmlerini çeken Leni Riefenstahl’tır. Triumph des Willens (1935) ile Olympia (1938) belgeselleri birer mihenk taşıdır. Müze, bu dönemi ve Riefenstahl’ı da es geçmeyerek bu geçmişiyle yüzleşmeyi başarmış. Savaşa ait görüntüleri ise bir arşiv odası gibi tasarlanan bir odada çekmeceleri açarak izleyebiliyorsunuz. Savaşın gizli ama aşikâr doğasını böyle bir şekilde sunmak zekice. Buradaki son videolardan birinde 1945’te bir ABD uçağından çekilmiş, Berlin’in dümdüz olmuş, ayakta bina kalmamış hâlini de izleyebilirsiniz. Nereden nereye?
Müzenin bundan sonrası vasat biraz. 1945 sonrası uluslararası alanda adını duyulan isimler ve bazı filmler kısaca anılmış sadece. Fitzcarraldo‘nun (Klaus Kinski, 1982) ünlü gemisinin maketi ile benim çok sevdiğim Der Himmel über Berlin‘de (Arzu Kanatları – Wim Wenders, 1987) kullanılan melek kanatları ile metal zırh da sergileniyor.
Müzeden tabii ki aç çıktık. Ezgi’nin önerisiyla Rosa Luxemburg (ülkemizde kaç kişi bu kadının kim olduğunu biliyordur acaba, en azından Che T-shirt’ü olanlardan kaçı 😉 ) semtinde bulunan Monsieur Vuong’a gittik lakin önünde uzun bir kuyruk vardı. Hava yağmurluyken ve zamanımız da nispeten kısıtlıyken beklemek istemedik ve yakınlardaki rastgele bir restorana girdik. Tuans Hütte adındaki bu Tayland restoranındaki sanırım son masaya biz oturduk. Neyse ki burası vejeteryan değildi de domates soslu güzel bir biftek yemeği yedim. Ortaya da suşi aldık, gayet lezzetliydi o da.
Sonrasında Müzeler Adası’na yürüyerek Bergama (Pergamon) Müzesi’ne girdik. Bu müze adından da anlaşılabileceği gibi Almanların 1. Dünya Savaşı’na kadar Osmanlı topraklarından aldıkları veya kaçırdıkları tarihi eserlerden oluşuyor. Müzenin gözdesi ve aynı zamanda dünyanın yedi harikası arasında olan Bergama Sunağı’nın olduğu bölüm maalesef tadilatta olduğundan göremedik. Lakin müzede Milet, Hattuşaş, Babil ve Byblos gibi geniş bir coğrafyadan kalıntılar mevcut. Milet Pazar Yeri Kapısı ile Babil Kent Kapısı’nı nasıl o kadar yoldan taşıyıp kusursuz bir şekilde müze içinde kurduklarını merak ediyor insan. Ücretsiz olan sesli anlatım bu geniş seçkideki çoğu eseri anlayabilmek için önemli bence. Yine de en fazla iki saatte bitirilebilecek genişlikte bir müzeden bahsediyoruz, ve tüm samimiyetimle söylüyorum ki ülkemizde çok daha iyi müzeler mevcut. Ankara Anadolu Medeniyetleri Müzesi ile İstanbul Arkeoloji Müzesi, ilk aklıma gelenler.
Müzeden çıktığımızda hava kararmıştı artık. Müzeler Adası’nda biraz yürüdükten sonra Unter den Linden’daki ünlü Einstein Cafe’ye gittik. Burası turistler haricinde milletvekili ve iş insanların da tercih ettiğini duyduğumuz ünlü bir cafe. İçi tamamen Weimar Cumhuriyeti (Almanya’nın iki dünya savaşı arasındaki dönemi) zamanlarındaki tarzda döşenmiş, Babylon Berlin dizisini izleyenlerin aklına bu tarz hemen gelecektir. Menü de biraz o yıllara öykündüğünden en meşhur ürünleri şnitzel ve Apfelstrudel (bir tür elmalı turta). Ben çok aç olmadığımdan et suyuna ilginç bir çorba ve bira aldım. Ama hanımdan biraz şnitzel tattım, güzeldi. Ortaya da birer Apfelstrudel ile Kaiserschmarrn (hafif şekerli bir tür krep) aldık, değişikti ama aklımda yer etmedi ikisi de.
Çıkışta Ata bizi Brewdog adında bir biracıya götürdü. Popüler bir yer olmamasına karşı, kapıda biraz masa bekledik. Üstelik beklediğimiz ölçüde fazla bira çeşidi de yoktu lakin Berlin’de bira içmeden döndük diyemezdik. Ayrıca önemli olan bira değil, muhabbet tabii ki.
Böylece bir gezinin daha sonuna gelmiş olduk. Ertesi gün sadece dönüşle geçti çünkü. Bu gezinin benim adına en önemli yanı, bir Avrupa kentini ilk defa kışın görmüş olmam galiba. Pandemi nedeniyle eski cıvıl cıvıllığı olmadığı söylense de Noel coşkusunu da bir nebze gözlemlemiş oldum. İlk defa gittiğim Berlin hakkında nötrüm. Ben daha çok Edinburgh, Bergen, Brugge gibi kendine has karakterleri olan şehirleri sevdiğimden Berlin’i soğuk buldum. Tabii görmediğim, bilmediğim yerleri daha çok; belki başka bir sefer onları da deneyimleme şansım olur. Sonuçta dünyanın önemli şehirlerinden biri. Lakin daha görmek istediğim onca şehir var, umarım bir sonraki yazı onlardan biri hakkında olur.
Fotoğraflar: Kaan Alper, Artun Bötke
-
16/03/2022, 21:20Berlin’de Noel İzlenimleri – 1 | Artun'un Karalama Defteri
Son Yorumlar