Arşiv
İskandinavya Macerası – I: Kopenhag
Yurt dışına çıkmak maddiyatla bire bir bağlantılı olduğundan, çoğu insan bu eylemi fuzuli ve hava atma aracı olarak algılıyor. Böyle olarak kullanan bir kesim hâlâ mevcut da olsa 21. yüzyılda yurt dışına çıkmak çok daha farklı anlamlar ihtiva ediyor. Yeni kültürler tanıma, farklı yetişmiş insanlarla tanışma, rutinin dışına çıkma, yeni coğrafyalar görme bu anlamların sadece birkaçı.
2005’ten beri devam eden yurt dışı seyahatlerimde Sibirya ve Sicilya gibi alışılmışın dışında rotalar seçmem, insanları daha da meraklandırıyor. Belli ki amacım farklı, sadece yurt dışına çıkıp egomu tatmin etmeye çalışmıyorum. Benim için her yurt dışı seyahati; ruhumu dinlendirdiğim bir terapi, yeni deneyimler edindiğim bir macera ve kendimi geliştirdiğim bir süreç. Ne yazık ki beyaz yakalı bir çalışan olarak günlük çalışma düzeninde bir rutine saplanıp gidiyoruz, nefes almaya bile vakit bulamıyoruz. Bu yüzden amacım rutinin olabildiğince dışına çıkıp farklı eylemlerde bulunmak, daha önce tatmadığım küçük şeyleri keşfetmek.
Bu yıl da kadim dostum Onur’la beraber rotayı İskandinavya’ya çevirdik. Öncelikli amacımız fyordları görmekti. Kopenhag-Bergen-Flåm-Oslo’dan rotanın son hâli de bunun etrafında şekillendi. 8 günlük bu program oldukça dolu geçtiğinden yazıyı kentlere böleceğim. Yine de umarım; oldukça uzun olacak yazıları keyifle okursunuz, benim aldığım keyfi, biraz olsun siz de duyumsaysınız ve de kendi seyahatinizi planlarsınız.
30 Ağustos 2015 Pazar sabahı Kopenhag uçağına binerek başladı maceramız. Lokal saatle 2 civarı indik havaalanına. Stockholm’daki gibi tahta zeminli, şirin bir havaalanı karşıladı bizi. Hiç sorun çıkmadan pasaport kontrolünden geçip trenlere yöneldik. Hayatımda yaptığım en kısa havaalanı-şehir merkezi yolculuğundan (12 dakika) sonra merkez gara vararak şehrin kalbine adım atmış olduk. Otele nasıl varacağımıza daha önce baktığımız için 10 dakikalık sorunsuz bir yürüyüşle otele vardık, tabii Kopenhag hakkında ilk gözlemlerimizi de yaparak. Mesela garın çaprazında bedava harita bulup istediğinizi sorabileceğiniz ‘Tourist Information’ var. Emin olun, içeri girmeseniz bile nerede olduğunu bilmeniz sizi rahatlatıyor ki ben genelde harita alıp çıkarım.
Küçük Deniz Kızı Heykeli’ne giderken karşımıza çıkan fıskıyeli bir heykel
Villa Armonia Guest House aslında ne bir hotel, ne de bir hostel. Oldukça merkezi bir lokasyona konumlanmış Villa Armonia, her katında dört oda bulunan bir apartman. Her kattaki odalar ortak olarak banyoyu, tuvaleti ve mutfak holünü kullanıyor. Yani otelden çok, pansiyona yakın ama gayet memnun kaldık. Sahibiyle check-in hariç hiç muhatap olmak zorunda kalmadık ki gayet güler yüzlü ve yardımseverdi. Ipad’i ve ona bağlı küçük bir POS aletiyle ödememizi (3 gecelik oda fiyatı 2100 DKK)* alıp tüm gerekli anahtarları (oda, kat ve dış kapı) teslim ettikten sonra yanımızdan ayrıldı. Biz de odaya yerleştikten hemen sonra kendimizi dışarıya attık. Daha fazlasını oku…
Hayattan Notlar
- The Jinx: Life and Deaths of Robert Durst ilginç bir belgesel. 6 bölüm hâlinde HBO’da yayınlandığında bu kadar ses getireceğini yaratıcıları biliyorlar mıydı, emin değilim. Çünkü ortada bir sürü açıdan ilginç bir vaka var: Hukuksal, psikolojik, sosyal, kriminal… Multi-milyarder bir aileye mensup olan Robert Durst’ün çeşitli cinayetlerde birinci şüpheli olması ama bir şekilde hiç hapse girmemesini şaşkınlıkla izliyorsunuz. Ortada çok ciddi bir dram var. Kafasına estiği gibi davranan bir psikopat, sırf zengin olduğundan sistemin açıklarını kullanıp hukuk sistemiyle alay ediyor. Her yerde aranırken 6 dolarlık bir sandviç çalarken yakalanması veya kendisini araştıran bir belgeselciyle röportaj yapmayı kendisinin teklif etmesi cabası… İbretle izlerken sistemin durumu hakkında da bolca düşünüyorsunuz…
- Belgesel yayınlandıktan sonra Durst hakkında yeni davalar açıldığını ve yönetmen Jarecki’nin süreci takip ettiğini not edelim. Yani ‘The Jinx 2’ 2-3 yıl içinde gelebilir.
- Xavier Dolan’ın ilk iki filmini seyretmiştim ve bence çok abartılıyor. Genelde kadınların olumlu yaklaşması da bu düşüncemi doğruluyor bence. Ama yine de son filmi Mommy‘yi (2014) izledim. Gerçekten farklı, sağlam ve izlemesi keyifli bir film. Dolan üslubunu daha oturtmuş ama yine de sonraki projeleri konusunda şüphelerim bâki.
- The Avengers 2 (2015) ve Entourage (2015) sinemada yaşadığım hayalkırıklıkları oldular. İlki, kendisinden beklenmeyeni (pozitif olarak) yapan bir ilk film ardından gelen vasat bir eğlencelikti. İkincisi ise oldukça eğlenceli ve zeki bir dizinin (iki kere izleyecek kadar bayılırım) vasat bir kopyasıydı.
- Jurassic World (2015) kendisini bilen vasat bir eğlencelikti mesela, sadece görevini yapıyordu. Kerem Sanatel’in Altyazı’daki (Temmuz-Ağustos 2015) eleştirisine tamamen katılıyorum, okumanızı öneririm.
- Inside Out (2015) artık Pixar’dan beklentilerimizi düşürdüğümüz için oldukça iyi geldi. Ergenliğe adım atmaya hazırlanan bir kızı konu alsa da, sonuçta bir insanın iç dünyasıyla dış çevresi arasındaki etkileşimi ile karakter oluşumunu anlatıyordu ve oldukça da başarılıydı. Tabii ana izleyici kitlesi çocuklar olduğundan bir yerde duruyor ve film, sadece ‘vasat üstü’ olmakla yetiniyordu. Oysa ciddi potansiyeli vardı, mesela bu filmi Miyazaki çekse ortaya çıkacak eser bambaşka olurdu.
- Bu yıl bilim-kurguya doyuyoruz. Ex-Machina (2015) daha çok görselliğe önem verse de gerçekten başarılı bir film, yılın filmlerinden. Dr. Frankenstein hikâyesi ile yapay zeka konusunu çok başarılı bir şekilde birleştiriyor. Bu film hakkında Fil’m Hafızası için Mustafa Koca sağlam bir eleştiri yazdı, öneririm.
- Keza Mad Max: Fury Road (2015) hem başarılı bir post apokaliptik bilim-kurguydu (steam estetiği korunmuş yine) hem de dur durak bilmeyen bir adrenalin deposuydu. Neredeyse soluksuz izledim. Yapım tasarımı, kostümler, makyaj ve ses tasarımı efsane olmuş. Şimdiden yılın en iyileri arasında.
- Tek sevmediğim film türü olan korkuda da iyi bir yapım izledim: It Follows (2014) izleyiciyi şaşırtabilen ve haddini de bilen nadir korkulardan. Ama n’olur devamı gelmesin!!!
- Edebiyatla aram hiç iyi olmadı, kitap okumaktan sıkılan biriyim ne yazık ki. Zaten istediğim edebiyat birikimini yapabilseydim yazarlıkta çok daha iyi yerlerde olurdum herhâlde. Yine de arada kendimi şaşırtabiliyorum. 2 ay içinde 3 klasik okudum, bana göre bir rekor bu!!! 😀
- Sabahattin Ali’nin Kürk Mantolu Madonna‘sı gerçek bir başyapıt! Söyleyecek sözüm olamaz…
- Ardından Yaşar Kemal’in İnce Memed‘ini okudum ki o da çok başka bir şaheser. Tabii biraz efsaneleştirme var ki bence doğal da… Şimdi ikincisini okuyorum.
- Selimiye’de tatildeyken pansiyon sahibemiz Elâ Hanım, biraz metazori olarak arkadaşımla bana Dino Buzzatti’nin Tatar Çölü‘nü (Il Desserto del Tartari) okuttu, iyi de yaptı. İnsanın kafasındakiyle gerçeğin ne kadar farklı olduğu hakkında hafif sürrealist bir yapıt. Pek aksiyon yok kitapta çünkü esas amaç okuyucuyu düşündürtmek, tatilde olmasam okuyamazdım. Çünkü bir arkadaşımın Facebook’ta yazdığı gibi: “Tatar Çölü bitmeeeeeeeeeez… Bekle bekle bitmeeeeeeeez.”
- Bu arada Elâ Hanım kitabın en iyi çevirisinin Can Yayınları’ndan çıkan Nihâl Önol’unki olduğunu belirtti ısrarla. Zaten bize de yırtık dökük de olsa o çeviriyi okuttu. Diğerleri yavanmış.
Haziranın ikinci haftası Marmaris’in Selimiye köyünde tatil yaptım. Tek amacım dinlenmek ve denize girmekti, tam da amacıma ulaştım. Okuldan (yurttan) bir arkadaşımla 8 gün kaldık. Sahil şeridinin dar olması yapılaşmanıın içeriye girmesine izin vermiyor, o yüzden koy boyunca yayılmış yerleşim. Tabii 20 yıl önce küçük bir balıkçı köyüyken şimdi turistik olmuş ama fazla yer olmaması çok bozulmamasını sağlamış. Yolu çok virajlı ve uzun, o yüzden ana misafirler milyon dolarlık yatlarını bağlayanlar. Bu yüzden yan yana Carrefour, Macro Center ve Migros’u görebileceğiniz tek yer Türkiye’de.
- Okullar kapanmadan gitmekle çok isabetli davranmışım. Zaten sessiz ve sakin olan köy iyice kendi hâlindeydi, bazı yerler açılmamıştı bile. Biz Hydas Pansiyon’da kaldık, çok memnun kaldık. Köyde galiba 3 otel var, onlar da ufak ama pansiyonu tercih edin derim.
- İki güzel ve ünlü rakı-balık lokantası var, Sardunya ve Hidayet’in Yeri. İkincisi bence daha güzel çünkü önü açık ve etrafı boş, fiyatı da biraz daha uygundu. Sardunya daha sosyetik, servise çok önem veriyorlar ama önüne zincirleyen yatlar zevki baltalıyor. İkisinin de fiyatları İstanbul seviyesi, içki de içerseniz adam başı 150’ye kalkarsınız. Ahtapot ve kalamarı güzel yapıyorlar. (ki İstanbul’da ahtapot yapamıyorlar!!!)
- Ayrıca köy meydanında ev yemekleri yapan Beyaz Ev Yemekleri, yanında Badem Mantı, biraz içerde de Mavi Pide Salonu karnınızı rahatlıkla doyurabileceğiniz yerler.
- Tekne turu yapmadan sakın ayrılmayın! Ben 2 gün çıktım, harika koylara götürüyorlar! Kendinizi cennette sanabilirsiniz…
- Ramazanda da arkadaşlarla Saros Körfezi’ndeki Gökçetepe Tabiat Parkı’nda kampa gittim. Bahaneyle ilk çadırımı aldım. Çekiniyordum, yapamayacağımı düşünürdüm çadırda ama gayet güzeldi. Ormanda bol oksijenle uyumak çok keyifli!! Gökçetepe’nin denizi taşlık olsa da çok güzel.
- Kışın ilk defa bir crowdfunding kampanyasına katılmıştım. İlk albümüne (M.U.S.I.C.) bayıldığım Elif Çağlar, ikinci albümü (Misfit) için düzenledi. Sanırım 15 $ verdim. Mayıs sonunda önce indirme linki geldi, sonra da imzalı albüm adresime geldi. İyi ki katılmışım kampanyaya, harika bir albüm olmuş, tam saf caz!
- İki hafta önce de efsane bir albüm keşfettim. 1 yıl önce çıkan Metin Altıok Şiirlerinden Şarkılar (Ankâ). İçinde muhteşem şarkılar var. Fazıl Say, Kardeş Türküler, Umay Umay, Birsen Tezer, Vedat Sakman, Zülfü Livaneli albüme katkı verenlerden sadece birkaçı. Mesela Hilmi Yarayıcı ve Yasemin Göksu’nun ‘Hançerin Sapı’ düeti efsane. Dinleyin, defalarca…
- Bu arada İlhan Şeşen ayrıldıktan sonra sönen Grup Gündoğarken ikidir harika şarkılarla karşıma çıkıyor farklı toplama albümlerde. Ezginin Günlüğü tribute albümündeki ‘Eksik Bir Şey’ efsane bir şarkıdır. Metin Altıok’ta da ‘Geriye Kalan’ çok farklı ve özel.
- Politika yazmak istemiyorum artık. Zaten diyeceğimi film analizlerinde çaktırmadan diyorum, anlayana… http://filmhafizasi.com/medeniyet-uzerine-cesitlemeler-les-invasions-barbares/ bayağı politik oldu mesela…
Euronoise 2015 – Maastricht İzlenimleri – 1
Euronoise 2015’e 31 Mayıs – 3 Haziran 2015 arası gitsem de olayın geçmişi 2012’ye dayanıyor. Hayatımın oldukça gelgitli olduğu dönemlerden geçerken şirkette TEYDEB’e başvurmayı düşündüm. TEYDEB, bir şirketin ulusal çapta yeni bir teknoloji geliştirerek yeni bir ürün veya metot geliştirmesine olanak veren bir TÜBİTAK teşvik fonu. Şirketin içinde bir kişi, projeye karar verip başvuruyu hazırlar, TÜBİTAK onay verirse proje başlar. Proje bitiminde TÜBİTAK denetleyip onay verir ve proje bütçesinin belli bir kısmını (en fazla %60’ını) şirkete öder.
Benim ve bir çalışma arkadaşımın 2012 yazında hazırladığımız ve 2013 baharda onaylanan ‘Bir Elektrikli Aracın İstatiksel Enerji Analizi Metoduyla Modellenmesi ve Doğrulanması’ projesine 2013 Haziran’da başladık. Lâkin proje ortasında iş arkadaşım istifa edince, projenin %80’ini kapsayan sanal modelleme ve analiz işi bana kaldı. 2014 Ocak-Temmuz arası bu yüzden (ve diğer projelerin işleri sebebiyle) neredeyse her hafta 2-3 akşam mesaisine kaldım. TÜBİTAK’ın final raporunu Temmuz 2014’te tamamladıktan sonra tüm bu projeyi İngilizce olarak bir makalede topladım. 2014 sonbaharda da Euronoise 2015’e başvurdum. Yılbaşından hemen önce makale kabul edildi ama beklediğimiz gibi sözlü sunum olarak değil, poster sunumu olarak.
Bu ufak hayal kırıklığına rağmen 31 Mayıs sabahı Sabiha Gökçen’de tek başımaydım. Pazar sabahının gayet tenha olacağını umarken oldukça yoğun bir kalabalık karşıladı beni. Sabahın 8 buçuğunda pasaport kontrolü kuyruğunda metrelerce kuyruk olması beni oldukça şaşırtı. Neyse ki fazla beklemeden kontrolleri geçip uçağı beklemeyi başladım.
10.40’ta havalanan uçak, 3.5 saate yakın bir yolculuk sonrası Amsterdam Schipol Havalimanı’na indi. Pasaport kontrolünden sorunsuz geçtikten sonra Maastricht’e olan yolculuğum da başladı. Yurt dışındayken bariz bir hata yapmamak adına danışmaya sormayı her zaman tercih ederim. Havalimanında da daha önce nasıl gideceğime bakmama rağmen danışmaya uğradım önce. İyi ki de yapmışım çünkü o haftasonu Schipol çevresindeki tren hatları bakımda olduğundan belli bir yere kadar otobüse binmem gerektiğini öğrendim. Böylece bahtsız bedeviliğim başlamış oldu. Daha fazlasını oku…
Otantik Bir Kaçış: Mardin – 1
Bu gezi 22-23 Kasım 2014’te gerçekleşse de notlarımı ancak yazıya aktarabiliyorum. Bahaneler sınırsız ama geç olsun, güç olmasın. Umarım kısa sürede yazıyı bitiririm, daha da önemlisi benim o 2 günden aldığım keyifin birazını bu yazıya da aktarabilirim. Bir Eylül günüydü, şirkette Deniz ile konuşurken konu “Nereye gitsek?”e geldi ve Mardin’de karar kıldık. O akşam gezi grubuna ilk öneriyi attım ve daha 1 gün geçmeden 16 kişiye ulaştık! Hemen uçak, otel ve hatta servis rezervasyonları yapıldı. Urfa’ya 10 kişi gitmiştik ve 2 arabaya zor sığmıştık. Bu yüzden servis ayarlamak hem maddi hem de konfor yönünden daha mantıklı geldi. Biz bu planları kabaca hazırladığımızda daha geziye 3 ay vardı. 🙂
Gel zaman, git zaman, IŞİD sağ olsun, Güneydoğu bölgemiz yine karışmaya başladı. Sadece anne-babalar değil, biz bile şüpheye düşmeye başladık. “Bir şey olur mu acaba? Yerli olmadığımız gün gibi belli olacak, dikkat çekmez miyiz?” Velhasıl, kısa bir bocalamadan sonra geziye gitmeye karar verdik ama içimizden cayanlar oldu, birkaç da yeni kişi katıldı.
Böylece 13 kişi, 22 Kasım Cumartesi sabahı, saat 7 olmadan Sabiha Gökçen’de buluştuk. Uçağa binmemle tanıdık yüzler görmem bir oldu. İlk önce uykudan hayal gördüğümü zannettim ama onlar da bana selam verince gerçek olduğu açığa çıktı. İTÜ Makine’deki güzide kulübüm EPGİK’ten 4-5 kişi ve arkadaşları uçakta 2-3 sırayı kapatmışlardı. Mardin’de konuşmak üzere selamlaşıp arkaya ilerledim. Biraz uyku, biraz kitap derken 2 saat sonra Mardin Havaalanı’na indik.
Artık aşina olduğum üzere, diğer Anadolu kentlerinin başka bir kopyası olan havaalanına ayak bastığımızda hava gayet iyiydi. Havaalanı mimarisi hakkındaki yakınmalarımı önceki gezi yazılarımdan okuyabilirsiniz. 🙂 Yerde grubu toplarken ben EPGİK’li arkadaşlarla konuştum. Harıl harıl Anadolu’yu gezdiğimi bildiklerinden rotamızı sordular. Bu sefer şahsi takılmayacağımızı söyledikten sonra ayrıldık, nasılsa 2 gün içinde bolca karşılaşacaktık. Havaalanı çıkış kapısında şoförümüz Ömer bizi karşıladı. 16 kişilik Mercedes Splinter’e 13 kişi bir güzel yayılarak yolculuğa başladık. Önce ayaküstü kahvaltı etmek için Mardin içinde bir yerde durduk. Bir kahveye girip isteyenlere tost yaptırdık. Bir simitçi çocuk da elindekilerinin hepsini bize satarak günü sabahtan kapadı 🙂 Güneye doğru yol alırken biraz tırsmadım değil. Annemin haftada bir “Napıcan Mardin’de oğlum?” sezlenişlerine verdiğim tek vaat, Nusaybin’e asla gitmeyeceğimizin sözüydü ve şimdi Nusaybin yolundaydık.
Dara Antik Kenti’nden bir görünüm Daha fazlasını oku…
Rusya Macerası – 7: Irkutsk (2) ve Geri Dönüş
Sabah kalktığımda Ozan mutfakta sucuklu yumurta yapıyordu. Erkenden uyanıp marketten yumurta almış taze taze. Odadan mutfağa doğru girdiğimde yumurtaları kırmak üzereydi. Nasıl güzel bir kahvaltıydı anlatamam, evden binlerce kilometre uzakta mutfak masasında yaptığımız. Sanki İstanbul’da birimizin evinde kahvaltı yapıyorduk, o kadar sıcak bir ortam vardı.
Hava daha güzel olsa da, bulutlar her an yağmur indirecekmiş gibi duruyordu. Bu günkü ilk durağımız şehrin biraz dışındaki Angara Gemisi’ydi. Şehrin kuzeyinde bir kıyıya demirlenmiş olan gemi bir asrı geçkin bir yaşa sahip ve dünyanın ilk buz kırıcılarından. İlk Trans-Sibirya trenlerini kışın buz tutan Baykal Gölü’nden geçirerek görev yapmış. Tren hattı gölün çevresinden dolaşmaya başlayınca da görev süresi dolmuş. Şimdi bir müze olarak faaliyet gösteriyor. Biz içeri girmedik, dışarıdan görmemiz bize yetti.
Ardından şehrin diğer ucundaki Alexander Kolchak Anıtı’nı görmeye gittik. Kolchak gayet ilginç bir kişilik. Atalarının Türk olduğu, soyadının da buradan geldiği rivayet edilmekte, bu yüzden bayağı “Harun Kolçak’ın dedesini gördük.” geyiği yaptık kendi aramızda. Başarılı bir asker olarak Rus-Japon Savaşı ve 1. Dünya Savaşı’nda savaşmış; Kuzey Kutbu’na yapılan iki bilimsel seferde yer almış ünlü bir mareşal. Ama asıl ününü, Kızıl Devrim sonrası Çarlık yanlısı Beyaz Ordu’nun lideri olmasıyla kazanmış. Rusya İç Savaşı’nın sonlarında ise Irkutsk’ta kurşuna dizilmiş. SSCB döneminde vatan haini sayılan Kolchak’ın, itibarını Putin döneminde tekrar kazanması başka bir ilginç konu. Tarihi, ne yazık ki kazananlar yazıyor, gördüğünüz üzere. Ya da tarihteki bir olayın akıbetinin döneme göre değişmesi, diyebiliriz bu olay için.
Alexander Kolchak Anıtı Daha fazlasını oku…
Rusya Macerası – 4: Moskova
Rusya’daki 5. günümüze hostelin yakınındaki Coffeeshop Company’de kahvaltı yaparak başladık. Ardından da odamıza dönerek çantaları sırtlayıp ana tren istasyonuna yollandık. Böylece seyahatimizin ilk kısmı olan St. Petersburg’a veda ediyorduk. Önceden aldığımız biletlerle hızlı trenimizde son derece rahat olan koltuklara oturduk.
Hızlı trende okurken, Ozan ile ben
St. Petersburg-Moskova Hızlı Treni, yaklaşık 540 km’lik bir mesafeyi azami 200 km/s hız yaparak 4.5 saatte alıyor. Biz en düşük sınıftan bilet almamıza rağmen koltuklar çok rahattı. Ben genelde kitap okudum, biraz müzik dinledim. Yolu yarılayınca bir sonraki vagondaki kantine gidip birer sandviç aldık, fiyatları fena değil. Hiç sıkılmadan tam vaktinde Moskova’ya vardık.
Gardan çıkışta hemen metroya girdik. Moskova Metrosu gerçekten muhteşem. Paris Metrosu’nu çok beğenirim ama bu ondan da güzel. Bir kere, hatlar çok zekice oluşturulmuş. Bilhassa ortadaki ring hattı büyük zaman tasarrufu sağlıyor. Her istasyonun kendine ait bir mimarisi var ki bazıları çok sanatsal. Vagonlarda kablosuz internetin bedava olması büyük hizmet (“Oooo, bedava internet varmış, alırım bir dal.”). İstasyon içlerindeki işaretler bence gayet anlaşılır. Yalnız yukarı değil, yere bakmanız gerek, ana işaretler yerde.
Bu güzelliklere karşın çoğu yerde Latin harfleri göremiyorsunuz ki çoğu turist için büyük işkence. Ama Kiril harfleri inanın zor değil. 1-2 saat içinde kolayca kavrıyorsunuz mantığı. Hele matematik ve/veya fizik ağırlıklı bir eğitim almışsanız işiniz çok daha kolay. Şöyle ki bilmediğiniz harflerin çoğuna bu derslerden zaten aşinasınız. Mesela Rusça’da P harfi, Π (bildiğiniz pi). Γ (gamma) G harfi, Λ (lamda) L harfi, Δ (delta) ise D harfi. Biraz kafa yorunca okunanı anlamak zor değil. Tavsiyem, Rusya’ya gitmeden hemen önce alfabenin Latin harflerine çevrilişini içeren bir çıktı alın ve 2-3 kez onu dikkatlice okuyun. Şu var, birkaç sefer hata yapabilirsiniz ki bu durumda tek yapmanız gereken telaşlanmamak. Yolunuzu bir şekilde yine bulursunuz ki bize çok oldu. Zaten 2-3 sefer metroya bindiğinizde alışıyorsunuz. Daha fazlasını oku…
Rusya Macerası – 3: St. Petersburg (2)
Seyahatimizin üçüncü gününe tren bileti alma stresiyle başladık. Kahvaltıdan önce bilet işini halletmek istediğimizden, hostelden direkt merkezdeki bilet acentasına gittik (Bir gün önceden yerini öğrenmiştik). Acentaya girdiğimizde oldukça büyük bir hol ile karşılaştık. Bu holde karşılıklı olarak neredeyse 20 gişe vardı. Ama yabancı olduğumuzu anlayan gişe görevleri bizi almaya yanaşmadı. Bunların neredeyse hepsi de 40 yaşın üstündeki bayanlardı. En sonunda birisi halimize acıyıp ‘gelin’ işareti yaptı. Doğal olarak İngilizce bilmiyordu ve Rusça konuşmaya başladı. Ozan, bildiği 6-7 kelimelik Rusçası’yla anlaşmaya çalıştı, bunların yanına işaret dilini de ekleyerek 🙂 o çarşamba günü Moskova’ya gitmek istediğimizi anlatabildi. Sonrasında, bayan bize ekranını çevirdi ki herhalde 15 yıldır böyle bir ekranla karşılaşmamıştım. Gençler hatırlamaz 🙂 Windows 3.1 günlerinden kalma bir arayüz bizi selamladı. Orada en ucuz bilete işaret etti ama saatlerden bu trenin 13 saat sürdüğünü anlamak zor değildi. Bir şekilde hızlı tren istediğimizi anlattık. Saat ve ücret konusunda da anlaşınca zor bölümü atlatmış olduk ki bu kısım bir 10 dakika sürdü herhalde. Ardından pasaportlarımızdan bilgilerimizi sisteme girdi, kredi kartımdan ücreti çekti ve biletleri bastırdı. “Bu kadar yapmışken Trans-Sibirya biletlerini de alalım.” dedik ve benim Türkiye’de bastırdığım e-bilet çıktılarını (bunlar, gerçek bilet olarak sayılmıyor) verdim. (E-bileti siteden nasıl aldığımı yazı dizisinin ilk kısmında aktarmıştım) Bunları görünce, hiç soru sormadan, gerçek Trans-Sibirya biletlerimizi de verdi. Anladık ki Rusça bilmeden Rusya’da tren bileti almanın en güzel yolu, internetten alıp çıktısıyla gişeye gitmek.
Tabii artık bayağı acıkmıştık. Acentadan çıkınca kahvaltıya uygun en yakın yere kendimizi attık. Bushe, gayet şık bir fırın. Zaten sonradan Petersburg’taki en iyi kahvaltı mekanı olduğunu öğrendik. Ben o açlıkla iki sandviç ile portakal suyu aldım. Gayet de lezizdi, 500 ruble (30 TL) civarında bir miktar ödedim (sandviçler kocamandı). Karnımızı doyurunca artık güne başlama zamanı gelmişti.
Kanala giderek buradaki iskeleden (Hermitage’ın önünde iki tane var) Yazlık Saray’a gitmek için motora bindik. Bu motor, gidiş-geliş 1100 ruble ama öğrenciye 800 ruble (ben yine İTÜ Mezun Kartı’mı yedirdim :)) Hava o gün yine çok sıcaktı, motorun da her yeri kapalıydı, tabut gibi. Adamlarda sadece 10 gün sıcak olduğundan motoru da soğuğa göre tasarlamışlar lakin içeride resmen hava alınmıyordu. Hareket edince biraz hava geldi de serinledik, ardından sızmışım. 40 dakika sonra yolculuk bitince uyandım.
Yazlık sarayın önündeki ana fıskıye
Çar’ın Yazlık Sarayı yada diğer ismiyle Peterhof, St. Petersburg’u da kuran dönemin çarı Büyük Peter tarafından 1715’te inşasına başlanan bir yapı. Amacı, çarın limana geliş gidişlerinde kullanması ve dinlenmesi için bir yer olması. Tabii bu amacı sonradan hayli aşıyor çünkü Versay ile yarışan bir saray haline getirttiriliyor. Bahçesindeki görkemli havuzlar ve fıskıyeler bunun göstergesi. Bilhassa iskeleden saraya yürürken yanından geçtiğiniz havuzlar ve devamındaki altından heykellerle dolu kocaman fıskıyeler ‘görkem’ kelimesinin altını kalın çizgilerle çiziyor resmen. Biz biraz bahçede gezindikten sonra sahilde bir yere çöktük. Biraz dinlendikten sonra, Ozan ile Onur bahçeyi daha fazla gezmek istedi. Dedim “Ben buradayım, hiç dolanamayacağım.” Zaten ayakkabıyı ve çorabı çıkarıp rahatlamışım, karşımda Baltık Denizi, hafif de esiyor. Biraz daha uzandım, ardından not defterimi çıkarıp yazmaya başladım. Yazmak için harika bir yer ve zamandı. Daha fazlasını oku…
Rusya Macerası – 2: St. Petersburg
26 Ağustos günü 1 civarı üçümüz toplandık Atatürk Havalimanı’nda. Onur, yeni kesilmiş saçlarıyla bizi şok ederken biz havanın ne kadar sıcak olduğunu ve Rusya’da serinleyeceğimizi konuşuyorduk Ozan’la. Harç pulu alındı, check-in yapıldı, pasaporttan geçildi ve uçak kapısına gelindi. Saatler 15.30’u gösterirken Aeroflot uçağına adımımızı atarak maceramıza resmen başladık. 15 gün içinde kim bilir neler görecektik, kimlerle tanışacaktık, belki de hayatımız değişecekti.
Aeroflot uçuşu fena değildi. Gayet güzel bir yemek verdiler, hizmeti de gayet iyiydi. Üç ay önce, THY bileti 1250 TL iken, bu bilete 540 TL vermiştik. Zaten yol boyu neler yapacağımız hakkında geyik yaptık, sıkılmadan 3 saat geçiverdi ve St. Petersburg Havalimanı’na indik. Güneş gayet yakıcıydı dışarıda, her yerde Kiril Alfabesi olmasa yanlışlıkla güneye uçtuğumuzu bile düşünebilirdim. Sorunsuz şekilde pasaport kontrolünden geçtikten sonra (Rusya’ya vize uygulaması yok, pasaporttan geçerken bir kağıt veriyorlar, onu ülkeden çıkana kadar kaybetmemeniz gerek) yanımızdaki az miktarda dövizi rubleye çevirdik.
Ardından hemen yola koyulduk. Havalimanının hemen önünden kalkan 39 numaralı otobüse bindik. Bu otobüs, sizi en yakın metro istasyonuna ulaştırıyor. “Nerede ineceğim?” diye paniklemeyin, metroda herkes iniyor. St. Petersburg metrosu gayet basit, her yerde Latin harfler de mevcut ve sadece 5 hattı var. Her hattın kendi rengi ve numarası var. Her istasyonda ilgili hattın rengini ve numarasını takip ederek kaybolmadan metroyu kullanabilirsiniz. Giriş jetonla oluyor ve bir jeton 28 ruble. Biz Moskovskaya’dan Sedoya’ya gittik. Ayrıca istasyonlar arası gayet uzun bizimkilere kıyasla. Metrodan indiğinizde de ilgili çıkış kapısını, gideceğiniz caddeyi tabelalarda arayarak bulabilirsiniz.
Sedoya Meydanı’na çıktığımızda hafiften yorulmuştuk. Elimizde hostelin adresi, aramaya başladık. Bende de iki çanta var, hava sıcak, acıkmaya başlamışım. Ben çökmeye başladım, yürüyorum ama minimum enerjiyle, konuşmak yok. Bu arada biz bayağı yürüdük. Bir koca sokağı ikişer kere geçtik, hostelden iz yok! Birine sorduk, tarif etti ama ettiği yerde bir şey yok (meğerse varmış)! Bir yerde dayanamadım, bakkala girip su aldık. Biz aramızda Türkçe konuşurken, bakkal sahibi atıldı “Sular şu dolapta” diye. Ben adam ne diyor diye acayip acayip baktım. Adam meğerse Türkçe biliyormuş, adresi ona sorduk, bilmiyormuş. Ozan bir cafeye sordu, kız iyimiş, webte bakındı, “Şurada olmalı” diye tarif etti. Ama orada yok! (Halbuki oradaymış) Biz başka tarafa bakarken, telefon etmek aklımıza geldi. Birincide açan olmadı, ikincide açıldı (oleyyyyyyy!). Ama bu sefer Onur telefondaki kızı anlayamadı! Zorla metro çıkışında buluşmayı ayarlamayı başardı. Böylece 40 dakika sonra başladığımız yere geri dönmüş olduk. Ben yorgunluktan açlığımı unutmuşum. Saat 11’i geçmiş, hava yeni kararıyor. Kız gelip bizi aldı. 2 dakika sonra, önünde hiçbir tabela olmayan büyük bir demir kapının önünde durdu. Yandaki tuşlara şifreyi girip kapıyı açtı. Biz “N’apıyor bu?” derken içeri davet etti. Eski püskü bir apartmana girdik, boya zaten yok, sıvalar akıyor. Bir kat çıkıp başka bir kapıdan girince hostele benzeyen bir daireyle karşılaştık. Bed&Bike Start Up Hostel’e böylece varmış olduk.
Sivas İzlenimleri – 1: Merkez
Annem soğuk olduğu İzmir’e gitmeye karar vermese, doğum yerimde Sivas yazacaktı. Ailem, ben doğduğum sırada Sivas’ta yaşıyormuş. Babamın tayini çıkınca 79’ta taşındıkları ilden, ben 7 aylıkken taşınıp Bursa’ya göçmüşler. Yani benim ilk adresim Sivas’taki Askeri Lojmanlar. Doğal olarak hiçbir şey hatırlamıyorum (hatta Bursa’daki ilk evimizi de hatırlamam). Ama ömrüm boyunca annemlerden Sivas hikayelerini dinlemişimdir. Soğuğunu, arkadaşlıklarını, uzaklığını. Bu yüzden Sivas’a gitmek istedim, Engin ile de karar verip aldık biletleri mart sonuna.
22 Mart Cumartesi sabahı, Atatürk Havalimanı’ndan THY ile uçtuk Sivas’a. Karşımıza başka bir kompakt Anadolu havaalanı geldi. Nuri Demirağ Havaalanı’nın Hatay, Antep ve Urfa’dan hiçbir farkı yok. Bir sivrizeka, kopyala-yapıştır halinde her ile aynı mimaride havaalanı yapıyor sanırım. Hiçbir yaratıcılığı olmayan bu sığ mantığa sadece hayret etmekle yetineceğim bu yazıda. Hemen Avis’e giderek araba kiralayıp koyulduk yola.
Havaalanı kentten 20 dakika uzakta bir tepede. Yol sadece havaalanına ait olduğundan oldukça boş. Daha önceden burasının askeri havaalanı olduğunu öğrendim, o yüzden bu kadar ücra bir yere yapmışlar. Biz direkt merkeze gidip otelimizi bulmaya karar verdik önce. Lakin şehir içinde oldukça trafik vardı. Çünkü hem kent meydanında BBP’nin mitingi vardı hem de cumartesi Sivas’ın en kalabalık olduğu günüymüş. Bizim otel de tam merkezde olduğundan, miting nedeniyle kapalı yolların arasından şehri bilmeden yol almak bayağı zamanımızı aldı. Ama sonunda Buruciye Otel’i bulduk.
Otelimiz 4 yıldızlı, güzel bir oteldi. Şehrin tam kalbinde yer alması bir artı ama gayet ara sokakta bulunduğundan bulması sıkıntı. Otelin hizmeti gayet iyiydi. Ertesi sabahki kahvaltısı da oldukça iyiydi. Lakin o kadar niyetlenmişken havuzuna girmek kısmet olmadı. Haftasonları sadece kadınlara aitmiş, Anadolu’dur deyip çok garipsemedik. Fiyatı odabaşı 170 TL. Tek gece için başarılı bir tercih.
Odaya çantalarımızı, hatta paltolarımızı da bırakarak hemen dışarı çıktık. Annemlerden o kadar soğuk hikayeleri dinledim (hatta babam mayısta kar yağdığını anlatırdı) ki gayet hazırlıklı gelmiştim, atkılar, boğazlılar filan. Ama hava çok güzeldi. Sadece akşamları giydim paltoyu, o kadar sıcaktı. Her neyse dışarı çıkıp babamların Sivas’taki en yakın arkadaşı olan Hüseyin Amca’yı bulduk. Hüseyin Amca doğma büyüme Sivas’lı, eczacı, hala merkezdeki eczanesi açık. Biz yürürken, çevredekilerden bolca selam aldı, Sivas küçük yer tabii, herkes birbirini tanıyor.
Hüseyin Amca, önce bizi öğle yemeğine götürdü Mis Kebap’a. Sivas’ın en ünlü lokantasıymış, Devlet Hastanesi’nin hemen karşısında. Lokanta esasında dönerci, yaprak usülü et döner yapıyor, “Sivas’a gidip de döner mi yenir!” demeyin, oldukça değişik ve güzel bir eti var. Üstelik gördüğüm en büyük döner oradaydı, takarken forklift kullanıyorlarmış. Ayrıca biz oradayken başka bir güzellik daha yaşandı, o sırada Show TV’de yayınlanan bir gezi programında Mis Kebap çıktı. Sahibiyle röportaj yaptılar, meğerse çekim 2 hafta önce yapılmış. O anda yayınlanıyomuş, sahibi de yanımızda izliyordu, bir anda telefonları çalmaya başladı. 🙂 Millet tebrik için arıyordu.
Oradan çıkınca Hüseyin Amcalar’ın evine gittik, eşi Hamiyet Teyze’yi almaya. Kentin hemen dışındaki eve giderken Kızılırmak üzerinde harika bir taş köprüden geçtik. Köprünün adı Kesik Köprü’ymüş ve kesin tarihi bilinmemesine rağmen Selçuklulardan kaldığı söyleniyor. Hala aktif olarak kullanılan köprü, gerçekten çok hoş. Üzerinde tek yönlü trafik aktığından (327 m uzunluğa, 5 m genişliğe sahip) yeni köprü yapılması gündemdeymiş. Umarım bu harika köprüyü mahvetmezler. Daha fazlasını oku…
Son Yorumlar