Scorsese’nin Sinema Aşkı: Hugo

04/12/2011 2 yorum

Scorsese çok özel bir yönetmen. Sadece filmlerini izlemeyip de onu biraz araştıranlar sinemayla her şekilde içli dışlı olduğunu bilir. Mesela Scorsese iki yılda bir müzik üzerine belgesel çeker (en son George Harrison Living in the Material World‘ü çekti), eski filmlerin yenilenmesi sağlayan bir vakfı yönetir (Susuz Yaz ve Hudutların Kanunu da bu vakıf sayesinde kurtarıldı). Scorsese sinemaya delicesine aşıktır.

Hugo, Scorsese’nin bu aşkının perdedeki tezahürü. Filmin içindeki derin sinema sevgisini damarlarınızda hissediyorsunuz. Böyle bir his, sadece Nuovo Cinema Paradiso‘da vardı, zaten bu film de başyapıttır ve en sevdiğim filmlerdendir. Nuovo Cinema Paradiso daha çok film izleme deneyimi hakkındadır, perdeye yansıyan ışığa duyulan derin aşkı tezahür eder. Hugo ise o ışığın  kendisinin yanında, o ışığı oluşturma biçimiyle hakkında. Yani filmi yaratma biçimi hakkında. ‘Yaratma’ kelimesini kullandım çünkü sinemanın ilk 20 yılında yapılanlar, film yazmak ve yönetmekle sınırlandırılamaz. Bu dönemin filmcileri (İngilizce’de ‘filmmaker’ derler) her şeyini bu yeni icada adamış insanlardı (Edison hariç, o tam bir para düşkünü tüccardır).
Daha fazlasını oku…

Lütfi Ö. Akad’ın Ardından: Göç Üçlemesi

İki hafta önce Türk Sineması çok önemli bir kayıp yaşadı. 30 yılı aşkın süredir film çekmese de, eğitimci olarak sinemamıza hala katkı vermekte olan Lütfi Ö. Akad 95 yaşında aramızdan ayrıldı. Vesikalı Yarim filmiyle bende çok özel bir yeri olan Akad’ı, geçtiğimiz günlerde ünlü Göç Üçlemesi’ni arka arkaya izleyerek andım. Şimdi hem bu filmlere göz atalım hem de onlar yardımıyla Türk insanına dair birkaç kelam edelim:
Daha fazlasını oku…

Sinema Sinema #3

27/11/2011 1 yorum


In Time

Andrew Niccol’ün son filmi fikir olarak çok kışkırtıcı. Gelecekte, insanlar kollarında saatle yaşıyor. Para birimi, zaman! 25 yaşından sonra yaşlanmıyorsun ama saatin işlemeye başlıyor. Yeterli zaman kazanamazsan, yani saatin sıfırlanırsa, ölüyorsun. Çok rahat felsefi düşünmelere neden olabilecek bir fikir. Fahrenheit 451 de böyledir mesela ve çok sıkı bir bilm-kurgu klasiği olmuştur. Ama In Time, işin aksiyonuna ve dramına daha çok düşüyor. Fikrini bir amaç değil, bir araç olarak kullanıyor. Hal böyle olunca da film, bir süre sonra Bonnie and Clyde tarzına sırtını yaslayıp kapitalizm eleştirisi arka-planında macera filmine dönüşüyor. Popcornunuzu alıp zevkle izleyebileceğiniz bir film. (Ben durumu abartıp hamburger menüsüyle salona girdim) Amanda Seyfried ile Cillian Murphy’i izlemek çok güzel. Justin Timberlake ise sırıtmıyor.
Daha fazlasını oku…

Celal Tan ve Ailesinin Aşırı Acıklı Hikayesi

23/11/2011 1 yorum


Celal Tan ve Ailesinin Aşırı Acıklı Hikayesi, daha adıyla bile dikkat çekiyor ve absürdlüğü kullanarak bir şeyleri eleştireceğinin sinyallerini veriyor. Ardından afişini gördüğünüzde “Ben bu aileyi ters yüz edeceğim!” diye bas bas bağırıyor.

Adana Altın Koza’dan bu yıl ‘En İyi Film’ ve ‘En İyi Senaryo’ ile dönen film, tahmin edeceğiniz üzere bir aile eleştirisi. Açıkçası ben, adından dolayı, günümüz dizileri tarafından iyice suyu çıkarılan ‘Yeşilçam Türk ailesi’ni hicvedecek sanıyordum ki daha iyisi çıktı. Tipik bir orta sınıf ailesi üzerinden kopkoyu bir ülke eleştirisi.
Daha fazlasını oku…

Kategoriler:film eleştirisi, Türk filmi Etiketler:

Beni Unutma


Issız Adam, belki bir başyapıt değil ama Türk Sineması’nda bir milat oluşturduğu kesin. Bu milat, Türkiye’de gerçek ve sağlam bir aşk filmi yapılabileceğini gösteriyordu. Gerçi öncesinde de çok iyi aşk filmleri (Selvi Boylum Al Yazmalım, Vesikalı Yarim ve Kırık Bir Aşk Hikayesi aklıma ilk gelenler) vardı ama 95′ yılında oluşan dönemsel geçişle eski dönem tamamen unutulmuştu. Issız Adam‘dan sonra aşkı anlatan veya anlatmaya çabalayan bir sürü film çıktı.

Beni Unutma da bunlardan biri. Hatta senaristi (aynı zamanda film eleştirmeni) Burak Göral, Issız Adam‘ın yarattığı bu etkiyi de bilen biri (Sinema dergisi – Kasım 2011 Burak Göral röportajı).
Daha fazlasını oku…

Gelecek Uzun Sürer

18/11/2011 1 yorum


Gelecek Uzun Sürer, kendisinden çok söyledikleriyle, anlattıklarıyla ve gösterdikleriyle akılda kalan bir eser. Bu, film aleyhine bir dezavantaj olarak algılanabileceği gibi, avantaja da dönüşebilir. Nitekim yönetmen Özcan Alper başarılı rejisiyle, çok sıkıcı ve anlamsız olabilecek bir filmi sizi durmadan düşünmeye zorlayan ve içinizde kızgınlık ve öfke dahil çeşitli duyguları oluşturan bir filme dönüştürmüş.

Önce filmin beynimde oluşturduğu duyguları yazıya aktarmaya çalışayım: Bir insan düşünün, oğlu, anne/babası, kardeşi veya başka bir yakın akrabası sebepsiz yere öldürülüyor. İçinde onu öldürene dair bir nefret oluşmaz mı ve bu nefreti hiç unutabilir mi? Asıl önemlisi siz, 3. sahış olarak, bu duyguyu beslediği için ona kızabilir misiniz?
Daha fazlasını oku…

Sinema Sinema #2

13/11/2011 1 yorum


Contagion

“Dünya küçük bir köy.” derken bu cümlenin anlamını da düşünüyor muyuz acaba? Yüzölçümü aynı kalsa da iletişimi, ulaşımı gittikçe kısalan bir dünya bizimki. Her ne kadar bunun pozitif anlamları üzerinde yoğunlaşsak da, negatif etkileri de mevcut. Steven Soderbergh’ün son işini izlerken aklıma ilk bu geldi. Bir hastalığın ilk başlangıcını bulmak artık o kadar zor ki! Dünya üzerinde saatte kilometrelerce yol alan insanoğlu bir virüsü de yanında taşıyabiliyor ve buna karşı en ufak önleminiz olamaz.

Soderbergh, bulaşıcı ve ölümcül bir hastalığın ilk insana bulaşmasından itibaren tüm olanları belgesel mantığıyla anlatıyor. Olaylara, kişilere taraf olmadan muhtemel olabilecekleri gösteriyor. İnsanoğlunun zor zamanında bile var olan kötücül özü, diğerini ötekileştirme çabası, kapital sevdası ve ‘filler çimenleri ezer’ özetindeki mantığı. Bunları izlemek bile, her ne kadar gerçekliğinden şüphemiz olmasa da, insanı daraltıyor, bunaltıyor. Çünkü en ufak bir tehdit altında insanın ne kadar çaresiz, sefil ve acımasız olduğunu gösteriyor.
Daha fazlasını oku…

Sinema Sinema

08/11/2011 1 yorum

Uzun zamandır film izleme konusunda ne kadar tembelsem, filmler hakkında yazmak konusunda daha da tembelim. O yüzden bundan sonra başlığı ‘Sinema Sinema’ olacak yazılarda izlediğim çoğunlukla yeni (bazen de eski) filmleri yazacağım. Başlıyoruz!!!!

Harry Potter and the Deathly Hallows: Part 2

Bu kadar iyi bir ilk bölümden sonra ancak bu kadar kötü bir son gelebilirdi. İzlediğim en kötü Harry Potter filmiydi. Böyle bir sonla bu seriye veda etmek üzücüydü.
Ayrıca genel olarak seriye baktığımızda, 3. film (The Prisoner of Azkaban) en iyisi olarak açık ara öne çıkıyor. Ondan sonra 7. film (the Deathly Hallows: Part 1), 6. film (the Halfblood Prince) ile 2. film (the Chamber of Secrets) akılda kalanlardı. Kalanı unutulmaya mahkumdur.
Bridesmaids
Yılın en iyi komedilerinden biri ilan edilen (senaristi ve başrolü) Kristen Wiig merkezli bu film, vasatın üstüne çıkmak için çok uğraşsa da konvansiyonel yapıdan bir türlü kurtulamadığından sıradanlığın sınırlarında dolaşıyor. Vaktinizi boşa harcamayacağı kesin ama verilen paraya değer mi, işte o soru işareti.

Daha fazlasını oku…

Arkadaşlık Üzerine


Bu sefer arkadaşlık üzerine yazmak istiyorum. Çünkü çok mühim bir mesele. Sosyal bir varlık olan insanın ilk yaşlarından itibaren edindiği ve zaman geçtikçe sayısında değişiklik arz eden bir ilişki.

Çeşitli kalıplara ayırabileceğiniz gibi (çocukluk, okul, iş, vb.) çeşitli kelimelerle sınıflandırabileceğiniz (kanka, dost, panpiş, vb.) bir kavram. Son 1 yıldır üzerine çok düşündüğümü belirtmeliyim: Arkadaş nedir? Kime denir? Kimle arkadaş olunmalı? Neden?
Kendime göre, gayet kişisel birtakım sonuçlara vardım, bazı konularda ise kesin bir karara varamadım. Ama bunları bir şekilde özetlemek istedim:

Daha fazlasını oku…

Gülümseyin

06/11/2011 1 yorum

Bu bayram gününde size tek bir şey diliyorum: Gülümsemenizi.

Gülümsemek, çok özel bir harekettir, daha özelinde bir jesttir. Olay, sadece dudak ve çevresi kasların uygun bir şekilde kasılması değildir. İçinizdeki pozitif enerjinin bir yansımasıdır, gülümseme. İnsanın kalbinden geçenlerin bir türlü aynasıdır.
Ben, bir insanın önce gülümsemesine bakarım. Çünkü geçmişi, altyapısı, ünvanı, dili, dini, ırkı ne olursa olsun; gülümseme insanın kişiliğine ait bir özelliğidir. Hem doğduktan sonra her insan içgüdüsel olarak gülümser, hem de giderek ona kendinden bir şeyler katar. Yani, gülümseme hem evrenseldir, hem de kişiseldir.
Bayramınızı en içten duygularımla kutlarken, gülümsemekle ilgili çok özel bir şarkıyı sizinle paylaşmak istiyorum: Müziği ünlü komedyen Charlie Chaplin’e ait olan Smile :
Smile though your heart is aching / Gülümse, kalbin acırken bile
Smile even though its breaking / Gülümse, kırılırken bile.
When there are clouds in the sky, you’ll get by / Gökyüzü bulutlarla kaplandığı zaman, atlatırsın
If you smile with your fear and sorrow / Eğer acın ve korkunla gülümsersen.
Smile and maybe tomorrow / Gülümse, belki de yarın
You’ll find that life is still worthwhile / Yaşamın yaşamaya değer olduğunu anlarsın.If you just / Eğer sadece
Light up your face with gladness / Yüzünü şükranla aydınlatırsan,
Hide every trace of sadness / Hüznün her izini silersen,

Although a tear may be ever so near / Gözyaşı çok yakınında olsa bile,
That’s the time you must keep on trying / Denemekten vazgeçmemenin zamanıdır.
Smile, what’s the use of crying? / Gülümse, ağlamanın ne gereği var ki?
You’ll find that life is still worthwhile / Yaşamın yaşamaya değer olduğunu anlayacaksın.

Kategoriler:Bayram tebriği, şarkı