Rusya Macerası – 4: Moskova

13/10/2014 1 yorum

(önceki yazı için tıklayın)

Rusya’daki 5. günümüze hostelin yakınındaki Coffeeshop Company’de kahvaltı yaparak başladık. Ardından da odamıza dönerek çantaları sırtlayıp ana tren istasyonuna yollandık. Böylece seyahatimizin ilk kısmı olan St. Petersburg’a veda ediyorduk. Önceden aldığımız biletlerle hızlı trenimizde son derece rahat olan koltuklara oturduk.

hızlı trenHızlı trende okurken, Ozan ile ben

St. Petersburg-Moskova Hızlı Treni, yaklaşık 540 km’lik bir mesafeyi azami 200 km/s hız yaparak 4.5 saatte alıyor. Biz en düşük sınıftan bilet almamıza rağmen koltuklar çok rahattı. Ben genelde kitap okudum, biraz müzik dinledim. Yolu yarılayınca bir sonraki vagondaki kantine gidip birer sandviç aldık, fiyatları fena değil. Hiç sıkılmadan tam vaktinde Moskova’ya vardık.

Gardan çıkışta hemen metroya girdik. Moskova Metrosu gerçekten muhteşem. Paris Metrosu’nu çok beğenirim ama bu ondan da güzel. Bir kere, hatlar çok zekice oluşturulmuş. Bilhassa ortadaki ring hattı büyük zaman tasarrufu sağlıyor. Her istasyonun kendine ait bir mimarisi var ki bazıları çok sanatsal. Vagonlarda kablosuz internetin bedava olması büyük hizmet (“Oooo, bedava internet varmış, alırım bir dal.”). İstasyon içlerindeki işaretler bence gayet anlaşılır. Yalnız yukarı değil, yere bakmanız gerek, ana işaretler yerde.

02metroMoskova metro haritası

Bu güzelliklere karşın çoğu yerde Latin harfleri göremiyorsunuz ki çoğu turist için büyük işkence. Ama Kiril harfleri inanın zor değil. 1-2 saat içinde kolayca kavrıyorsunuz mantığı. Hele matematik ve/veya fizik ağırlıklı bir eğitim almışsanız işiniz çok daha kolay. Şöyle ki bilmediğiniz harflerin çoğuna bu derslerden zaten aşinasınız. Mesela Rusça’da P harfi, Π (bildiğiniz pi). Γ (gamma) G harfi, Λ (lamda) L harfi, Δ (delta) ise D harfi. Biraz kafa yorunca okunanı anlamak zor değil. Tavsiyem, Rusya’ya gitmeden hemen önce alfabenin Latin harflerine çevrilişini içeren bir çıktı alın ve 2-3 kez onu dikkatlice okuyun. Şu var, birkaç sefer hata yapabilirsiniz ki bu durumda tek yapmanız gereken telaşlanmamak. Yolunuzu bir şekilde yine bulursunuz ki bize çok oldu. Zaten 2-3 sefer metroya bindiğinizde alışıyorsunuz. Daha fazlasını oku…

Benden Şarkılar – Tea for Two (Pink Martini & Jimmy Scott)

Hani bazı hayaller vardır ya… Gerçekleşmeyeceğini bilirsiniz ama yine de inanmaya devam edersiniz. O hayali düşlemek bile bazen size yeter. Benim için bu şarkı, bu durumun tercümesi. Şarkıyı her dinlediğimde bir hayal dünyasına gidiyorum. Sona erdiğinde de dünyamıza geri dönüyorum. İlginçtir ki bu bile beni mutlu etmeye yetiyor.

İlk defa 1924’te sahnelenen No, No, Nanette adlı müzikal için Irving Caesar ve Vincent Youmans tarafından yazılan şarkı, yıllar içinde klasik bir caz standardına dönüşüyor ve çeşitli sanatçılar tarafından söyleniyor. Benim ilk duyduğum ve tabii sevdiğim versiyonu ise Pink Martini’nin Hey, Eugene albümünde bulunanı. Kadın sesine yakın kontroalto sesiyle değişik bir gırtlağa sahip olan Jimmy Scott ile düet yapıyor bu şarkıda, Pink Martini’nin solisti China Forbes ve bu birliktelik de şarkıya efkarlı bir hava katıyor.

Pink Martini & Jimmy Scott – Tea for Two

I’m discontented with homes that I’ve rented / Kiraladıklarımdan memnun kalmadım,
So I have invented my own. /Ben de kendi evimi yaptım.
Darling, this place is lovely oasis / Sevgilim, bu bir vaha,
Where life’s weary taste is unknown / Hayatın bıktırıcı tadının bilinmediği.

Far from the crowded city / Kalabalık şehirden uzakta,
Where flowers pretty caress the stream / Güzel çiçeklerin dereyi okşadığı,
Cozy to hide in, to live side by side in, / Kaçacak, dip dibe yaşanacak kadar kuytu.
Don’t let it apart in my dream / Düşümden kopmasına izin verme!

Picture me upon your knee / Beni dizinin üzerinde resmet.
Just tea for two / Sadece ikimiz için çay,
And two for tea / Ve çay için ikimiz.
Just me for you / Sadece senin için ben,
And you for me alone / Ve benim için sen, yalnız.

Nobody near us to see us or hear us / Bizi görecek yada duyacak kimse yakında değil,
No friends or relations / Arkadaş yada akraba yok.
On weekend vacations / Haftasonu tatilinde
We won’t have it known / Bilemeyeceğiz
That we own a telephone, dear / Telefonumuzun olduğunu, sevgilim.

Day will break and I’ll wake / Gün doğacak ve uyanacağım
And start to bake a sugar cake / Ve bir kek pişirmeye başlayacağım,
For you to take for all the boys to see / Yanında götürmen ve tüm çocukların görmesi için.

We will raise a family / Bir aile kuracağız,
A boy for you / Senin için bir oğlan,
And a girl for me /Benim için bir kız.
Can’t you see how happy we would be / Görmüyor musun, ne kadar mutlu olacağız!

Kategoriler:şarkı Etiketler:, ,

Rusya Macerası – 3: St. Petersburg (2)

14/09/2014 6 yorum

Seyahatimizin üçüncü gününe tren bileti alma stresiyle başladık. Kahvaltıdan önce bilet işini halletmek istediğimizden, hostelden direkt merkezdeki bilet acentasına gittik (Bir gün önceden yerini öğrenmiştik). Acentaya girdiğimizde oldukça büyük bir hol ile karşılaştık. Bu holde karşılıklı olarak neredeyse 20 gişe vardı. Ama yabancı olduğumuzu anlayan gişe görevleri bizi almaya yanaşmadı. Bunların neredeyse hepsi de 40 yaşın üstündeki bayanlardı. En sonunda birisi halimize acıyıp ‘gelin’ işareti yaptı. Doğal olarak İngilizce bilmiyordu ve Rusça konuşmaya başladı. Ozan, bildiği 6-7 kelimelik Rusçası’yla anlaşmaya çalıştı, bunların yanına işaret dilini de ekleyerek 🙂 o çarşamba günü Moskova’ya gitmek istediğimizi anlatabildi. Sonrasında, bayan bize ekranını çevirdi ki herhalde 15 yıldır böyle bir ekranla karşılaşmamıştım. Gençler hatırlamaz 🙂 Windows 3.1 günlerinden kalma bir arayüz bizi selamladı.  Orada en ucuz bilete işaret etti ama saatlerden bu trenin 13 saat sürdüğünü anlamak zor değildi. Bir şekilde hızlı tren istediğimizi anlattık. Saat ve ücret konusunda da anlaşınca zor bölümü atlatmış olduk ki bu kısım bir 10 dakika sürdü herhalde. Ardından pasaportlarımızdan bilgilerimizi sisteme girdi, kredi kartımdan ücreti çekti ve biletleri bastırdı. “Bu kadar yapmışken Trans-Sibirya biletlerini de alalım.” dedik ve benim Türkiye’de bastırdığım e-bilet çıktılarını (bunlar, gerçek bilet olarak sayılmıyor) verdim. (E-bileti siteden nasıl aldığımı yazı dizisinin ilk kısmında aktarmıştım) Bunları görünce, hiç soru sormadan, gerçek Trans-Sibirya biletlerimizi de verdi.  Anladık ki Rusça bilmeden Rusya’da tren bileti almanın en güzel yolu, internetten alıp çıktısıyla gişeye gitmek.

Tabii artık bayağı acıkmıştık. Acentadan çıkınca kahvaltıya uygun en yakın yere kendimizi attık. Bushe, gayet şık bir fırın. Zaten sonradan Petersburg’taki en iyi kahvaltı mekanı olduğunu öğrendik. Ben o açlıkla iki sandviç ile portakal suyu aldım. Gayet de lezizdi, 500 ruble (30 TL) civarında bir miktar ödedim (sandviçler kocamandı). Karnımızı doyurunca artık güne başlama zamanı gelmişti.

Kanala giderek buradaki iskeleden (Hermitage’ın önünde iki tane var) Yazlık Saray’a gitmek için motora bindik. Bu motor, gidiş-geliş 1100 ruble ama öğrenciye 800 ruble (ben yine İTÜ Mezun Kartı’mı yedirdim :)) Hava o gün yine çok sıcaktı, motorun da her yeri kapalıydı, tabut gibi. Adamlarda sadece 10 gün sıcak olduğundan motoru da soğuğa göre tasarlamışlar lakin içeride resmen hava alınmıyordu. Hareket edince biraz hava geldi de serinledik, ardından sızmışım. 40 dakika sonra yolculuk bitince uyandım.

IMG_6456Yazlık sarayın önündeki ana fıskıye

peterhofSaraydan iskeleye doğru bakış

Çar’ın Yazlık Sarayı yada diğer ismiyle Peterhof, St. Petersburg’u da kuran dönemin çarı Büyük Peter tarafından 1715’te inşasına başlanan bir yapı. Amacı, çarın limana geliş gidişlerinde kullanması ve dinlenmesi için bir yer olması. Tabii bu amacı sonradan hayli aşıyor çünkü Versay ile yarışan bir saray haline getirttiriliyor. Bahçesindeki görkemli havuzlar ve fıskıyeler bunun göstergesi. Bilhassa iskeleden saraya yürürken yanından geçtiğiniz havuzlar ve devamındaki altından heykellerle dolu kocaman fıskıyeler ‘görkem’ kelimesinin altını kalın çizgilerle çiziyor resmen. Biz biraz bahçede gezindikten sonra sahilde bir yere çöktük. Biraz dinlendikten sonra, Ozan ile Onur bahçeyi daha fazla gezmek istedi. Dedim “Ben buradayım, hiç dolanamayacağım.” Zaten ayakkabıyı ve çorabı çıkarıp rahatlamışım, karşımda Baltık Denizi, hafif de esiyor. Biraz daha uzandım, ardından not defterimi çıkarıp yazmaya başladım. Yazmak için harika bir yer ve zamandı. Daha fazlasını oku…

Rusya Macerası – 2: St. Petersburg

23/08/2014 2 yorum

(önceki yazı için tıklayın)

26 Ağustos günü 1 civarı üçümüz toplandık Atatürk Havalimanı’nda. Onur, yeni kesilmiş saçlarıyla bizi şok ederken biz havanın ne kadar sıcak olduğunu ve Rusya’da serinleyeceğimizi konuşuyorduk Ozan’la. Harç pulu alındı, check-in yapıldı, pasaporttan geçildi ve uçak kapısına gelindi. Saatler 15.30’u gösterirken Aeroflot uçağına adımımızı atarak maceramıza resmen başladık. 15 gün içinde kim bilir neler görecektik, kimlerle tanışacaktık, belki de hayatımız değişecekti.

Aeroflot uçuşu fena değildi. Gayet güzel bir yemek verdiler, hizmeti de gayet iyiydi. Üç ay önce, THY bileti 1250 TL iken, bu bilete 540 TL vermiştik. Zaten yol boyu neler yapacağımız hakkında geyik yaptık, sıkılmadan 3 saat geçiverdi ve St. Petersburg Havalimanı’na indik. Güneş gayet yakıcıydı dışarıda, her yerde Kiril Alfabesi olmasa yanlışlıkla güneye uçtuğumuzu bile düşünebilirdim. Sorunsuz şekilde pasaport kontrolünden geçtikten sonra (Rusya’ya vize uygulaması yok, pasaporttan geçerken bir kağıt veriyorlar, onu ülkeden çıkana kadar kaybetmemeniz gerek) yanımızdaki az miktarda dövizi rubleye çevirdik.

petersburg-metro_mapSt. Petersburg metro haritası

Ardından hemen yola koyulduk. Havalimanının hemen önünden kalkan 39 numaralı otobüse bindik. Bu otobüs, sizi en yakın metro istasyonuna ulaştırıyor. “Nerede ineceğim?” diye paniklemeyin, metroda herkes iniyor. St. Petersburg metrosu gayet basit, her yerde Latin harfler de mevcut ve sadece 5 hattı var. Her hattın kendi rengi ve numarası var. Her istasyonda ilgili hattın rengini ve numarasını takip ederek kaybolmadan metroyu kullanabilirsiniz. Giriş jetonla oluyor ve bir jeton 28 ruble. Biz Moskovskaya’dan Sedoya’ya gittik. Ayrıca istasyonlar arası gayet uzun bizimkilere kıyasla. Metrodan indiğinizde de ilgili çıkış kapısını, gideceğiniz caddeyi tabelalarda arayarak bulabilirsiniz.

Sedoya Meydanı’na çıktığımızda hafiften yorulmuştuk. Elimizde hostelin adresi, aramaya başladık. Bende de iki çanta var, hava sıcak, acıkmaya başlamışım. Ben çökmeye başladım, yürüyorum ama minimum enerjiyle, konuşmak yok. Bu arada biz bayağı yürüdük. Bir koca sokağı ikişer kere geçtik, hostelden iz yok! Birine sorduk, tarif etti ama ettiği yerde bir şey yok (meğerse varmış)! Bir yerde dayanamadım, bakkala girip su aldık. Biz aramızda Türkçe konuşurken, bakkal sahibi atıldı “Sular şu dolapta” diye. Ben adam ne diyor diye acayip acayip baktım. Adam meğerse Türkçe biliyormuş, adresi ona sorduk, bilmiyormuş. Ozan bir cafeye sordu, kız iyimiş, webte bakındı, “Şurada olmalı” diye tarif etti. Ama orada yok! (Halbuki oradaymış) Biz başka tarafa bakarken, telefon etmek aklımıza geldi. Birincide açan olmadı, ikincide açıldı (oleyyyyyyy!). Ama bu sefer Onur telefondaki kızı anlayamadı! Zorla metro çıkışında buluşmayı ayarlamayı başardı. Böylece 40 dakika sonra başladığımız yere geri dönmüş olduk. Ben yorgunluktan açlığımı unutmuşum. Saat 11’i geçmiş, hava yeni kararıyor. Kız gelip bizi aldı. 2 dakika sonra, önünde hiçbir tabela olmayan büyük bir demir kapının önünde durdu. Yandaki tuşlara şifreyi girip kapıyı açtı. Biz “N’apıyor bu?” derken içeri davet etti. Eski püskü bir apartmana girdik, boya zaten yok, sıvalar akıyor. Bir kat çıkıp başka bir kapıdan girince hostele benzeyen bir daireyle karşılaştık. Bed&Bike Start Up Hostel’e böylece varmış olduk.

hostel kapisiBed&Bike Start Up Hostel’in kapısı

Daha fazlasını oku…

Rusya Macerası – 1: Başlarken

13/08/2014 7 yorum

Her şey soğuk bir Ocak haftasonunda Ozan ile olağan buluşmalarımızdan birinde yaşandı. Ozan bana “Çok çılgın bir projem var!” dedi. Doğal olarak ben de “Nedir?” diye sordum. O da “Trans-Sibirya ekspresi ile Sibirya’ya gitmek!” diye cevap verince, direkt “Eeee, bu mantıklı ki!” deyiverdim. Böylece Rusya maceramızın ilk tohumu atıldı. Sonrası araştırmalar, başka gezi arkadaşları arayışı ve diğer hazırlıklar ile geçti. Trende kompartımanı kapatmak için hedefimiz olan 4 kişi toparlayamasak da Onur’un katılımıyla kadromuzu oluşturduk.

Önce rotamızı çizdik. Birkaç değişiklikten sonra St. Petersburg – Moskova – Trans-Sibirya – Irkutsk çizgisinde karar kıldık. Tarihleri 26 Temmuz – 9 Ağustos olarak belirledik, bayram tatili yardımıyla daha kolay izin alabilmemiz için. Ana çizelgeyi oluşturduktan sonra uçak biletlerini ve en önemli unsur olan Trans-Sibirya Ekspresi biletini internet üzerinden aldık. Sonra kalınacak otelleri belirleyerek rezervasyonları yaptırdık. Geriye sadece tarihi beklemek kaldı.

trans-siberian_railway_routesTrans-Sibirya Rotaları

Macera kısmına geçmeden, iki unsur üzerinde duracağım, bu eksprese ileride binmek isteyecekler için: Daha fazlasını oku…

Benden Şarkılar – Sanatçının Öyküsü (MFÖ)

Çok uzun yıllar önceydi. Ya bir TV programı ya da bir gazete ‘müzisyenlerin en sevdiği şarkı’ anketi yapmışlardı. Daha ergen bile değildim galiba. Ankette MFÖ’nün Sanatçının Öyküsü açık ara birinci çıkmıştı. Sonra dinlemiştim ve açıkçası bir bok anlamamıştım! “Ne kabilesi? Ne avı lan?!? Ne saçmalıyor lan bu?!”

Aradan yıllar geçti. Şarkıyı onlarca kez dinledim, her dinlemede daha da keyif almaya başladım. Ama ne zaman iş hayatına girdim, üzerine 1-2 yıl geçti. Şarkı parıl parıl parlamaya başladı. Mazhar Alanson çok garip biri, yine garip, eşi benzeri olmayan bir şarkı yapmış. Hayatın farklı yönleri, bohemliği, acayip tadı üzerine. Şarkıya direkt girmek pek mümkün değil, bayağı felsefik. Bir 10 kere kendinizi vererek dinlemeniz, üzerine düşünmeniz gerekiyor. Verdiği tat ise bambaşka, başka şarkılarla kıyaslanamaz.

Sanatçının Öyküsü – MFÖ

Bütün kabile kızar bana,
Derler bu adam çalışmaz mı?
Bu adam hep düşünür mü,
Bir kuş ölmüş diye üzülür mü?
Gündüz böyle diyenler,
Gece olunca ateşler yakılınca,
Denizler coşunca…
Ben bir şarkı söylerim yorgun insanlara.

Bakın bakın, martılar uçar,
Bakın bakın, yıldızlar koşar.
Bakın, ne güzel bir hayat var dünyamızda!
Bir hüzün çöker, bir garip olur insanlar,
Yaklaşırlar birbirlerine.
Şarkım sürer sabaha kadar,
Melekler uçar üstünüzde.
Şarkım sürer sabaha kadar,
Melekler uçar üstünüzde.

Bu sabah uyandırmamışlar beni,
Ava giden dostlar,
Ava giden dostlar.
Ne güzel!

Kategoriler:şarkı Etiketler:

Favori Romantik Filmlerim

Yazılarımı okuyanlar ne kadar melankoli hastası olduğumu bilir. Dolayısıyla böyle biri de en çok romantik filmleri sevecektir. Korku hariç her film türünü keyifle izlerim, hatta çok iyi korku filmlerine de bayılmışlığım vardır (mesela Shining). Lakin benim için romantik filmler bir başka. Onlardan aldığım salt keyif apayrı.

Şu da var tabii; romantik film, belli bir türe hapsedilemez. Dram ve komedi karşımıza en çok çıktığı türler olabilir. Lakin bir gerilimde de (Vertigo), bir korkuda da (Lat den Ratte Komma in), bir müzikalde de (West Side Story), bir bilim-kurguda da (Star Wars) ve hatta bir aksiyonda da (Casino Royale‘de Bond-Vasper aşkı!) karşımıza çıkabilir. Ben bu listede serbest davrandım. Belli bir kronoloji takip etmedim. Listeyi de sıralı yapmadım, aklıma geldiğini yazdım. Buyrun listeye geçelim:

Notting Hill [Roger Michell – 1999 – İngiltere]

nh

Kaç kere izlediğimi bilmediğim sayılı filmlerden. Ne zaman canım çok sıkılsa veya çok sevinsem açar izlerim. Hiç baymaz. Sahneleri neredeyse ezberlediysem de hep aynı keyfi verir. Peki neden? Sanırım Richard Curtis’in senaryosu ilk sırayı alıyor. Bir de esas oğlanın deyişiyle ‘sıradan bir ölümlünün bir tanrıya aşık olması’ olayı var. Will’in ‘Ain’t No Sunshine’ eşliğinde dört mevsim boyunca pazarı dolaşma sahnesi ise sinema tarihinde yerini almıştır. Tabii enfes soundtrack albümü de sevilmesinin başka bir nedeni. 2 yıl önce yazmış olduğum ayrıntılı yazı için tıklayın!

When Harry Met Sally… [Rob Reiner – 1988 – ABD]

when-harry-met-sally

İlk defa ne zaman izlediğimi hatırlamıyorum ama oldukça fazla izledim. Bir diğer başucu filmim de budur. Bugün izlediğimiz manada romantik-komedi türünü başlatan filmdir. 90’lar boyunca her romantik filmde Meg Ryan’ın çıkmasının da müsebebidir. Nora Erphon’un Oscar’a aday olan senaryosu neredeyse kusursuzdur.  40’lı yılların hınzır (ama stüdyoda çekildiğinden yapay olan) screwball komedi trüklerini 80’lerin gerçek dünyasına (New York’a) uyarlayan Erphon, hem ana iskeleti hem de araya çeşni katan yan öyküleri ustalıkla kurmuştur. Rob Reiner rahat bir rejiyle sonuca ulaşmıştır. Billy Crystal ile Meg Ryan’ın kimyaları da inanılmaz uyumludur. Casablanca göndermeleri, zeki esprileri (Sahte orgazm sahnesi üzerine gelen “Ben de onun yediğini istiyorum.” repliği) ve Harry Connick Jr. imzalı enfes caz şarkıları ile unutulmaz bir filmdir. (Reiner’ın 2010’da çektiği Flipped de çok başarılı bir ‘ilk aşk’ filmidir, çoğu insanın gözünden kaçmış olması yazıktır.)

Paris, Texas [Wim Wenders – 1984 – ABD]

paris-texas

Aşkın şiddetini ve yıkıcılığını gösteren gelmiş geçmiş en iyi film! Son 40 dakikada izlediğimiz Harry Dean Stanton’un monolog sahnesi, sizi koltuğa mıhlar, gözünüzü bile kırpamazsınız. İçinizde bir şeyler ezilip un ufak olur. Film bitse de yerinizden kalkamazsınız. Bitiş yazılarını, bu sefer sersem gibi olup hareket edemediğinizden izlersiniz. O muhteşem sahneye kadar olan 2.5 saatlik kısımsa başarılı bir Amerika eleştirisidir. Yola çıkmak üzerine, aile olmak üzerine ve modernizm üzerine çok ciddi kelamlar eder. Sam Shepard’ın senaryosu, Stanton’ın oyunculuğu, Robby Müller’in görüntüleri ve de Wenders’in enfes yönetimi 10 numaradır! Bence gelmiş geçmiş en iyi 5 film arasındadır! Daha fazlasını oku…

Benden Şarkılar – How Come How Long (Babyface ft. Stevie Wonder)

Bu aralar, kafamda dönen çok şarkı var. İçlerinden sosyal bir mesaj da taşıyan, geç keşfettiğim için pişman olduğum bir şarkıyı paylaşacağım. Babyface’in 5. solo albümü The Day‘in 2. şarkısı olan How Come, How Long; Stevie Wonder ile ortak çalışmasının ürünü. İkili ortak ürettikleri şarkıyı, yine beraber icra ediyorlar.

İlk başta şarkıda beni çeken tınısı ve solo klarnet bölümü oldu. Acıklı bir şarkı olduğu zaten belliydi ama sözlere dikkat edince daha da bağlandım. Yanlış kişiye aşık olup şiddet kurbanı olan bir kadını anlatıyor şarkı. Ülkemizdeki şiddet kurbanı binlerce kadını düşününce içim daha da ezildi ve paylaşmak istedim.

How Come, How Long – Babyface ft. Stevie Wonder

There was a girl, I used to know, she was, oh, so beautiful /Bir zamanlar tanıdığım bir kız vardı, o kadar güzeldi ki…
But she’s not here anymore, she had a college degree /Ama artık buralarda değil, yükseği de vardı.
Smart as anyone could be, she had so much to live for / Herkes kadar zekiydi, yaşayacak çok şeyi vardı.

But she fell in love with the wrong kind of man / Ama yanlış adama aşık oldu,
And he abused her love, treated her so bad /Ve adam onu taciz etti, çok kötü davrandı.
There was not enough education in her world / Onun dünyasında yeterli eğitim yoktu,
That could save the life of this little girl /Bu küçük kızın hayatını kurtaracak kadar.

How come, how long, it’s not right, it’s so wrong / Nasıl olur, nasıl gider, doğrusu bu değil, çok yanlış!
Do we let it just go on, turn our backs and carry on / İzin vermeli miyiz devam etmesine, arkamızı dönüp yürümeye?
Wake up, for it’s too late, right now, we can’t wait / Kalkın, çok geç olmadan, hemen, bekleyemeyiz!
She won’t have a second try, open up your hearts as well as your eyes / İkinci bir şansı olmayacak, kalbinizi de gözleriniz kadar açın!

She tried to give a cry for help, she even blamed things / Yardım için seslenmeye çalıştı, suçladı bile
On herself, but no one came to her aid / Kendisini, ama kimse yardımına gelmedi.
Nothing was wrong as far as we could tell / “Söyleyebileceğimiz hiçbir şey yanlış değildi”
That’s what we’d like to tell ourselves, but no, it wasn’t that way / Kendi kendimize söylediğimiz buydu, ama hayır, böyle olmamalıydı!

So she fell in love with the wrong kinda man / İşte yanlış adama aşık oldu
And she paid with her life for loving that man / Ve onu sevmeyi canıyla ödedi.
So we cannot ignore, we look for the signs / Göz ardı edemeyiz, gözlemlemeliyiz,
And maybe next time, we may save somebody’s life / Belki başka sefere, bir başkasının hayatını kurtarırız.

How come, how long, it’s not right, it’s so wrong / Nasıl olur, nasıl gider, doğrusu bu değil, çok yanlış!
Do we let it just go on, turn our backs and carry on / İzin vermeli miyiz devam etmesine, arkamızı dönüp yürümeye?
Wake up, for it’s too late, right now, we can’t wait / Kalkın, çok geç olmadan, hemen, bekleyemeyiz!
She won’t have a second try, open up your hearts as well as your eyes / İkinci bir şansı olmayacak, kalbinizi de gözleriniz kadar açın!

I, on occasion met that guy / Bir sefer o adamla tanıştım.
He stirred up feeling deep inside, something about him wasn’t right / İçimdeki hisleri harekete geçirdi, onda yanlış bir şeyler vardı.
The way he proves himself a man / Kendini erkekten sayması
By beatin’ his woman with his hands, oh, I wish that she was still alive / Elleriyle kadınını döverek, keşke o hayatta olsaydı!

How can someone like that call himself a man, he’s not a man / Böyle biri kendine nasıl erkek diyebilir, adam değildir!
‘Cause in reality, he’s far more less than that / Çünkü gerçekte, adam olmanın çok uzağındadır.
And we cannot ignore at all, whenever we see the signs / Ve ortadaki işaretleri göz ardı edemeyiz,
‘Cause any kind of abuse, God knows is a crime / Çünkü her taciz, Tanrı biliyor ki suçtur.

How come, how long, it’s not right, it’s so wrong / Nasıl olur, nasıl gider, doğrusu bu değil, çok yanlış!
Do we let it just go on, turn our backs and carry on / İzin vermeli miyiz devam etmesine, arkamızı dönüp yürümeye?
Wake up, for it’s too late, right now, we can’t wait / Kalkın, çok geç olmadan, hemen, bekleyemeyiz!
She won’t have a second try, open up your hearts as well as your eyes / İkinci bir şansı olmayacak, kalbinizi de gözleriniz kadar açın!

How come, how long, it’s not right, it’s so wrong / Nasıl olur, nasıl gider, doğrusu bu değil, çok yanlış!
Do we let it just go on, turn our backs and carry on / İzin vermeli miyiz devam etmesine, arkamızı dönüp yürümeye?
Wake up, for it’s too late, right now, we can’t wait / Kalkın, çok geç olmadan, hemen, bekleyemeyiz!
She won’t have a second try, open up your hearts as well as your eyes / İkinci bir şansı olmayacak, kalbinizi de gözleriniz kadar açın!

Say, open up your eyes, today / Bugünden itibaren gözleriniz açın,
Don’t let it be too late / Geç olmasına izin vermeyin,
Open up your hearts and do it right away / Kalbinizi açıp doğrusunu yapın.

Kategoriler:kadın hakları, şarkı Etiketler:,

Sivas İzlenimleri – 2: Divriği

28/06/2014 2 yorum

Pazar gübü sabah 9 olmadan kahvaltımızı yapmış, otelden ayrılmış ve arabamıza binmiştik. İstikametimiz Sivas’a 180 km uzaklıktaki Divriği’ydi. Malatya yoluna girdikten 30-40 km sonra yolumuz ayrıldı, gidiş-dönüş yola dönüştü. Etrafta uçsuz bucaksız bozkır, 10 km’de bir ufacık köyler, uzaktaki tepelerde karlar. Bu manzara eşliğinde yol aldık Engin’le.

20140323_094817Sivas-Divriği Yolu

Yol Kangal’dan sonra iyice ıssızlaştı. O kadar ki 10 dakikada bir, başka bir araba görür olduk. Sanki ne kuşun ne kervanın uğradığı bir bilinmeze yol alıyorduk. Bu sırada yolun rakımı da virajı da artmaya başladı. Birkaç yerde geçit tabelası gördük, 1800m-2000m arası rakımlar yazıyordu üzerlerinde. Kangal’dan önce uzak dediğimiz karlı tepeler yanı başımıza geldi. Bir yerde arabamızı durdurduk yol ortasında etrafa bakındık, ben biraz fotoğraf çektim. Yolun keyfini çıkarabilenler için Divriği yolu bulunmaz bir rota olabilir. Belki ne denizi ne de ağacı var ama bozkırın garip bir çekiciliği var. Issızlığın ortasında kayboluyorsunuz resmen. Sanki hiçbir derdin sizi bulamayacağı bir dünyadasınız.

20140323_112752Yol üstünde bir dumanlı/karlı tepe

Divriği beklediğimden büyük bir kasaba çıktı. O kadar ıssızlıktan sonra garipsiyorsunuz. İlçede çok uzun zamandır maden çıkarıldığı için geliştiği aşikar. Yine de bir vadi içinde konumlanan ilçe, çevresindeki bakirliğin yanında sakil duruyor. Biz direkt ilçenin tarihi kısmını bularak amacımıza yöneldik. Bu kadar yolu gelme sebebimiz olan, 1985’te Unesco’nun Korunması Gereken Tarihi Yerler Listesi’ne giren Türkiye’deki ilk yapı olan Divriği Ulu Cami ve Şifahanesi’ne yöneldik. Peki değdi mi bu kadar yol? Kesinlikle! Karşımızda dünyada eşi benzeri olmayan bir mimari başyapıt duruyordu. Üstelik bu bozkırın ortasında ve 769 yıllık bir eser!

Okuduğum makalelere [1, 2, 3, 4] göre yapının yapımı 1228-1242 arasında. O devirde Divriği’de Mengücekoğluları’nın Divriği Kolu hüküm sürüyor. 1071 yılındaki Malazgirt Savaşı’ndan sonra bölgeyi fetheden Mengücek Bey’in kurduğu beylik, tam bağımsız değil. Anadolu Selçukluları’na bağlı olan beylik, ayrıca 2 kola ayrılmış: Erzincan Kolu ve Divriği Kolu. 1080 yılından 1270’lere kadar siyasi hayatını sürdüren beylik pek savaşmamış, adı genelde bölgede yaptırdığı imar faaliyetlerinin kitabelerinde geçiyor. Bu bakımdan da oldukça garip bir siyasi oluşum denilebilir. Böyle bir beyliğin şaheserinin de, dünyada hala eşi benzerinin olmaması daha da garip. Hiç savaşmamış bir beylik olarak ismini, böyle bir mimari şaheserle tarihe yazdırmak gerçekten büyük başarı.

20140323_123929Taçkapı Daha fazlasını oku…

Babama

15/06/2014 1 yorum

Her çocuk gibi ben de babama bir sürü soru sorardım. Çoğunluğu oldukça saçmaydı, bunlara nasıl dayandığını bilemiyorum. 😀 Ama içlerinden bazıları kaliteliymiş, yıllar sonra düşününce bile nasıl aklıma geldiğini sorgularım. Bunlardan ilki “İlk insan ne zaman ve nasıl ortaya çıkmıştır?” sorusu ki babamın buna cevabı ve sonrasındaki düşüncelerim apayrı bir yazı konusudur, belki bir gün yazarım.

En çok aklımda olan ikincisi ise şuydu: “Baba, çocuklar canları acıdığında, mesela düştüklerinde, neden ‘Baba!!!!!!!!’ diye değil de ‘Anne!!!!!!!!’ diye bağırırlar?” Babam, bu oldukça garip soruya, çocukların anneleriyle bebekliklerinde ve anne karnında daha fazla zaman geçirdiklerinden onlara hem fiziken hem de bilinçaltlarında daha fazla bağlı olduklarını söyleyerek cevap vermişti. Gayet şık bir cevap!

DSC00858

Evet, annelerimiz hepimiz için daha yakındır. Bunun da  altında biyolojik ve psikolojik etmenler yatması mantıklıdır. Lakin bir oğlan çocuğunun gözünde babasının, ilk kahramanı olması da bir diğer tartışılmaz gerçektir. “Benim babam her şeyi yapar!” önermesi yaş arttıkça etkisini kaybetse de onun size verdiklerinin kıymeti ve önemi yadsınamaz. Bazılarımız kimi zaman ona kızmış, nefret etmiş hatta ilişkisini kesmiş de olsa (benim hayatımda böyle bir dönem olmaması böyle baba-çocuk ilişkilerin de hayatın gerçeklerinden biri olmadığını göstermez) bilinçaltında da olsa onun yeri her zaman en üsttedir. Daha fazlasını oku…

Kategoriler:yorum