Rusya Macerası – 2: St. Petersburg
26 Ağustos günü 1 civarı üçümüz toplandık Atatürk Havalimanı’nda. Onur, yeni kesilmiş saçlarıyla bizi şok ederken biz havanın ne kadar sıcak olduğunu ve Rusya’da serinleyeceğimizi konuşuyorduk Ozan’la. Harç pulu alındı, check-in yapıldı, pasaporttan geçildi ve uçak kapısına gelindi. Saatler 15.30’u gösterirken Aeroflot uçağına adımımızı atarak maceramıza resmen başladık. 15 gün içinde kim bilir neler görecektik, kimlerle tanışacaktık, belki de hayatımız değişecekti.
Aeroflot uçuşu fena değildi. Gayet güzel bir yemek verdiler, hizmeti de gayet iyiydi. Üç ay önce, THY bileti 1250 TL iken, bu bilete 540 TL vermiştik. Zaten yol boyu neler yapacağımız hakkında geyik yaptık, sıkılmadan 3 saat geçiverdi ve St. Petersburg Havalimanı’na indik. Güneş gayet yakıcıydı dışarıda, her yerde Kiril Alfabesi olmasa yanlışlıkla güneye uçtuğumuzu bile düşünebilirdim. Sorunsuz şekilde pasaport kontrolünden geçtikten sonra (Rusya’ya vize uygulaması yok, pasaporttan geçerken bir kağıt veriyorlar, onu ülkeden çıkana kadar kaybetmemeniz gerek) yanımızdaki az miktarda dövizi rubleye çevirdik.
Ardından hemen yola koyulduk. Havalimanının hemen önünden kalkan 39 numaralı otobüse bindik. Bu otobüs, sizi en yakın metro istasyonuna ulaştırıyor. “Nerede ineceğim?” diye paniklemeyin, metroda herkes iniyor. St. Petersburg metrosu gayet basit, her yerde Latin harfler de mevcut ve sadece 5 hattı var. Her hattın kendi rengi ve numarası var. Her istasyonda ilgili hattın rengini ve numarasını takip ederek kaybolmadan metroyu kullanabilirsiniz. Giriş jetonla oluyor ve bir jeton 28 ruble. Biz Moskovskaya’dan Sedoya’ya gittik. Ayrıca istasyonlar arası gayet uzun bizimkilere kıyasla. Metrodan indiğinizde de ilgili çıkış kapısını, gideceğiniz caddeyi tabelalarda arayarak bulabilirsiniz.
Sedoya Meydanı’na çıktığımızda hafiften yorulmuştuk. Elimizde hostelin adresi, aramaya başladık. Bende de iki çanta var, hava sıcak, acıkmaya başlamışım. Ben çökmeye başladım, yürüyorum ama minimum enerjiyle, konuşmak yok. Bu arada biz bayağı yürüdük. Bir koca sokağı ikişer kere geçtik, hostelden iz yok! Birine sorduk, tarif etti ama ettiği yerde bir şey yok (meğerse varmış)! Bir yerde dayanamadım, bakkala girip su aldık. Biz aramızda Türkçe konuşurken, bakkal sahibi atıldı “Sular şu dolapta” diye. Ben adam ne diyor diye acayip acayip baktım. Adam meğerse Türkçe biliyormuş, adresi ona sorduk, bilmiyormuş. Ozan bir cafeye sordu, kız iyimiş, webte bakındı, “Şurada olmalı” diye tarif etti. Ama orada yok! (Halbuki oradaymış) Biz başka tarafa bakarken, telefon etmek aklımıza geldi. Birincide açan olmadı, ikincide açıldı (oleyyyyyyy!). Ama bu sefer Onur telefondaki kızı anlayamadı! Zorla metro çıkışında buluşmayı ayarlamayı başardı. Böylece 40 dakika sonra başladığımız yere geri dönmüş olduk. Ben yorgunluktan açlığımı unutmuşum. Saat 11’i geçmiş, hava yeni kararıyor. Kız gelip bizi aldı. 2 dakika sonra, önünde hiçbir tabela olmayan büyük bir demir kapının önünde durdu. Yandaki tuşlara şifreyi girip kapıyı açtı. Biz “N’apıyor bu?” derken içeri davet etti. Eski püskü bir apartmana girdik, boya zaten yok, sıvalar akıyor. Bir kat çıkıp başka bir kapıdan girince hostele benzeyen bir daireyle karşılaştık. Bed&Bike Start Up Hostel’e böylece varmış olduk.
Bed&Bike Start Up Hostel’in kapısı
Sonradan kapıya iyice bakınca, köşesinde hostelin adı yazan ufacık bir çıkartma olduğunu gördük. Histeri kahkahası attığımı hatırlıyorum. Hostele gelirsek, vasat bir hostel ne yazık ki. İki önemli artısı var: Merkeze çok yakın, yürüyerek her yere varmak mümkün ve oldukça güvenli. Diğer türlü, hostel dezavantajlarına tamamen sahip: Banyo kuyruğu, tuvalet kuyruğu, pek temiz olmayan bir ortam, ortak odalar (biz odayı bir Arjantinli’yle paylaştık). Bunların dışında, 7/24 trafik gürültüsü (hava çok sıcak olduğundan camlar hep açık ve tüm gürültü içeride) ve çok vasat bir kablosuz sizi bekliyor. Tavsiye edemeyeceğimi anlamışsınızdır ama St. Petersburg’taki en ucuz yerlerden biriydi merkezde olmasına rağmen. 4 gece için adam başı 3600 ruble (216 TL) ödedik. St. Petersburg pahalı bir yer, sevgili okurlar!
Hostele girip odamıza yerleştikten sonra acıktığımız aklımıza geldi. Çok uzaklaşmadan bir yer bulup oturduk, saatin yarım olduğunu düşünürseniz pek seçenek yoktu. Oturduğumuz mekan fast food ve Çin Mutfağı yapan ortaya karışık bir yerdi (“Ne vereyim abime? Sushi mi olsun, pizza mı?”). Bir pizza aldım, fena değildi, cola dahil 250 rubleydi (15 TL) galiba. Ardından da birer duş alıp yattık zaten.
Sabah kalkınca hostelden birine kahvaltı için bir yer sorduk. Yakınlardaki Coffeeshop Company’yi önerdi. Burası, Starbucks stili bir kahve zinciri, Petersburg ve Moskova’da bayağı yerde görebilirsiniz. Çok ucuz değil, 400-500 ruble arası bir meblağa orta halli bir kahvaltı yaptık. Orada otururken o günkü programı kabaca belirledik. Ufak bir yürüyüşle şehrin ana caddesi Nevsky Prospekt’e ulaştık. Buradan merkeze doğru yürümeye başladık. Biraz ileride şehrin en büyük katedrallerinden Kazan Katedrali bizi karşıladı. Avrupalı örneklerini aratmayacak şekilde, kilisenin büyüklüğünü ve hükmedici yapısını hatırlatan fazlasıyla gösterişli ve devasa bir yapı. İçine girince Pazar ayini olduğunu gördük. Katedrallerin bireyi ezen ve karamsar yapısını hiç sevmemişimdir, ufak bir dolanmadan sonra çıktık.
Nevsky Prospekt’te bayram coşkusu
Cadde son derece kalabalıktı. Havanın güneşli ve günlerden pazar olmasına Donanma Bayramı olması eklenince tüm millet sokağa atmıştı kendini. St. Petersburg, Rus Donanması’nın merkezi, belli ki halk da pek vatanperver. Çoğunluğunun elinde beyaz arkaplanın üzerine mavi X işaretli donanma bayrakları, üzerlerinde çizgili mavi-beyaz T-shirtler, kafalarında da kaptan şapkaları… Ortalık tam cümbüş, kaldırımlarda adım atılacak yer bulmak zor.
Nevsky Prospekt sizi şehrin ana meydanına (Saray Meydanı) ulaştırıyor. Bu meydanın batı kısmında da dünyanın en büyük ve en eski müzesi olduğu iddia edilen Hermitage bulunuyor. Müze sevmeseniz bile buraya girmek bir prestij, Paris’teki Louvre gibi. Biz de daha ilk günden ziyaret ederek burayı aradan çıkarmak istedik. Kapıda hafif bir kuyruk vardı, 30 dakika bekledik sanırım. Kapıdaki termometre 36 dereceyi gösteriyordu. Gişede müzenin öğrencilere bedava olduğunu öğrendik. Onur ve Ozan zaten öğrenci, ben de İTÜ Mezun Kartı’mı öğrenci kartı diye yedirip bedavaya girdim (yurtdışında kimsenin Türkçe bilmemesinin avantajlarından). Bu arada Rusya’da tüm müzelerde dijital, yarı-profesyonel ve profesyonel tüm fotoğraf makineleri için ek ücret isteniyor (200-300 ruble arası). Ama telefonla fotoğraf çekmenize (abartmadığınız takdirde) kimse bir şey demiyor. Ruslar ilginç vesselam.
Hermitage, Louvre’a fazlasıyla benziyor ama daha eski olduğu kesin. 1764’te müze olarak kurulan yapı, 1852’de halka açık hale geliyor (Louvre, 1692’de sarayın sergi salonu haline gelse de müze olması 1793’te gerçekleşiyor). Müze 6 farklı binanın köprülerle birleşmesinden oluşuyor. Bunlardan en görkemlisi girişi de barındıran Çar’ın Kışlık Sarayı. Müzede 3 milyonun üzerinden eser olduğu söyleniyor, tamamen gezmeniz 2 güne yaklaşıyormuş. Kapıda müzenin iç haritasını almayı sakın unutmayın. Hem önemli eserler burada işaretli, hem de bina içinde kaybolmanız oldukça olası!
Leonardo da Vinci’nin tablosu ve büyülenmiş turistler
Lucas Cranach’ın ‘Madonna and Child’ tablosu
Biz 20. dakikada hem müzenin kalabalıklığından hem havanın (fazlasıyla) sıcaklığından hem de müzeyi asla bitiremeyeceğimizi 😀 anladıktan sonra önemli eserlere odaklanıp tüymeye karar verdik. Sarayın mobilya sergisinden sonra direkt resim bölümüne atladık. Da Vinci, Rembrandt, van Gogh, Monet, Poussin, Titian gibi ünlü ressamların tablolarını gördük, bir de Michelangelo heykeliyle karşılaştık. Çıkış yolumuzda Mısır bölümünden geçtik. Burada mumyalar, papirüsler ve diğer antik eşyalar vardı. Dediğim üzere, Hermitage’da sürüyle sanat eseri var, sadece tablo değil; mobilyalar, kıyafetler, mücevherler, ev eşyaları, seramikler, antik dönem kalıntıları, heykeller, vs.
Hermitage’da sıkılan bir turist
Michelangelo’nun ‘Crouching Boy’ heykelinin önünden ben ve Ozan şebeklik yaparken
Hızlıca dolanmamıza rağmen içeride 2 saate yakın vakit geçirdik. Çıkışta bayağı acıkmıştık tabii. Yakınlardaki bir Subway’e girdik, kocaman bir sandviçi 10 dakikada yuttum direkt, ancak kendime gelebildim. Bu arada Rusya’da neredeyse adım başı Subway var, yiyecek yer bulamadığınızda direkt çözüm sunuyor. Ardından Dökülen Kan Kilisesi’ne gittik (adı çok bomba). İçine girmedik, çok kuyruk vardı. Ama dış mimarisi pek cafcaflı, pastel renklerde.
Dökülen Kan Kilisesi önünde ben
Sonrasında biraz dinlenmek için parka gitmeye karar verdik. Bir marketten içki ve içecek alıp Hermitage’ın karşısındaki parka gittik. Burada gölge bulamayınca hemen altında kanal kenarında oturduk. Etrafımız gayet kalabalıktı, hatta düğün fotoğrafı çekenler vardı. Orada sıkılınca başka bir köprüden geçip Tavşan Adası’na yürüdük. Burası daha cıvıl cıvıldı. Çimenlerin üzerindeki ağaçlar daha ideal bir ortam oluşturuyordu. Yatanlar, uyuyanlar, konuşanlar, oyun oynayanlar, güneşlenenler ve hatta biraz ötede nehire girenler,… Burada çimenlerin üzerine yatarak biraz dinlendik, hatta kestirdik hafiften.
Biraz size Petersburg’un genel havasından bahsedeyim. Çok gezmiş sayılmam ama genelde her kentin kendine özgü bir havası, stili vardır. Bu faktör, o kenti özel yapan, tek (unique derler ya İngilizler) yapan unsurdur. Hatırladığım kadarıyla gezdiğim her kentte bu vardı. Tiflis, Antep, Beyrut, Glasgow, Palermo,… Ama Petersburg’ta bu yok! Gezerken Paris ve Amsterdam kokusu aldım fena halde. Onur da Floransa’ya benzetti bayağı (gitmediğimden bilemiyorum). Sanki 17. yüzyıl Rusları bu kentleri baz alarak kurmuşlar Petersburg’u. Kentin tarihinde gerçekten Fransız ve İtalyan mimarların ağırlığı var. Amsterdam bana yavan gelmişti ama Paris klastır, dolayısıyla burası da gayet eğlenceli, dinamik ve şık bir kent. Etrafta Kiril harfleri olmasa “Rusya’dayım” demezsiniz (Dökülen Kan Kilisesi’nin mimarisi biraz kırıyor bunu).
Kestirmeden sonra tarihi bir önemi olan Aurora Savaş Gemisi’ne gittik. Bu gemi, Ekim Devrimi’ni başlatan ilk ateşi yapma şerefine nail. Bu sebeple müze olarak Petersburg’ta bir kıyıya demir atmış olarak hizmet veriyor. Bu sırada saat 9’a gelmekteydi. Ben yorgunluktan ölüyordum, tabii acıkmıştım da. Terden ne kadar sıvı ve mineral kaybettiğimi bilmiyorum ama T-shirtümün üzerinde ciddi bir tuz tabakası oluşmuştu. O halde 2 km daha yürüyerek Little Italy adında şirin bir pizzacıya geldik. Yol üzerinde içinde Ekim Devrimi’nde ölenlerin anısı adına sönmeyen bir meşalenin bulunduğu kocaman bir parktan geçtik. Dinlenmek için iyi bir nokta olabilir.
Parkın içindeki sönmeyen meşale anıtı
Little Italy, gayet sevimli bir mekan. Pizzası da gayet iyiydi. 700-800 ruble arası bir meblağ ödedik adambaşı ama değerdi. Kente gelirseniz, şans verebilirsiniz. Ardından hostele dönüp direkt sızdık.
Fotoğraflar: Can Ozan KARAKULAK, Onur SON
-
13/10/2014, 23:25Rusya Macerası – 4: Moskova | Artun'un Karalama Defteri
-
17/02/2015, 22:47Rusya Macerası – 1: Başlarken | Artun'un Karalama Defteri
Son Yorumlar