Peeping Tom (Röntgencilik ve Sanatta Kadınların Rolü Üzerine)
Yine uzun zamandır seyretmek isteyip de izleyemediğim bir film daha. Michael Powell’ın bu şaheseri, aslında çok daha bilinir olmalı, daha çok seyredilip tartışılmalı. Çünkü film; ele aldığı konuyla olsun, onu ele alış biçimiyle olsun ve sinema tarihindeki yeriyle olsun çok özel bir film. ‘Film çekmek’ eylemini bu derece deşip, ortaya film çekmenin kitabını yazan başka bir film galiba yok!
‘Peeping Tom’ terimi, İngilizce’de röntgenci manasına geliyor. Yaklaşık 1000 yıl önce, İngiltere’de yaşanan bir rivayete dayanıyor. Kasabanın hükümdarının karısı, halkın vergilerinin azaltılması için kocasıyla bir iddiaya giriyor. Kasabada çırılçıplak at sürerse, kocası vergileri azaltacağını söylüyor. Kadın da tüm halka içerde oturup dışarıya bakmamalarını salık vererek atı sürüyor, tamamen aryan halde. Ama kasabalıdan biri bir delikten kadını gözetliyor ve oracıkta kriz geçirip ölüyor. Hikaye, ne kadar gerçektir bilinmez ama röntgencilik konusunu tam 1000 yıl önce açması açısından önemli!
‘Röntgencilik’ gerçekten önemli bir mevzu. Meşru olmayan, suç sayılan ama alenen ve hatta yasal olarak herkesin yaptığı bir eylem. Mesela siz bir film seyrederken, aslında filmdeki insanların hayatını röntgenliyorsunuz. Bu, aslında tüm sanatlar için geçerli lakin sinemada daha ön planda. Çünkü siz karakterleri, yaşama alanlarında, doğal halleriyle gözlemliyorsunuz. Bu bir çeşit röntgenciliktir aslında. Başkalarının hayatlarını onların haberi olmadan belli bir süre izliyorsunuz. Hayatların kurgusal olması ve zaten film çekmek amacıyla kurgulanması, işi meşrulaştırsa da aslında seyirci, filmi seyrederek röntgenci tarafını yatıştırıyor.
Peeping Tom‘da, bir film kameramanının öyküsünü izliyoruz. Çocukluğu psikolog babasının kendisine yaptığı garip deneylerle geçen Mark, film çekme arzusunu bir adım yukarıya taşıyor. Şehirde takıldığı kızları öldürüken onları filme çekiyor ve sonra evindeki kurgu odasında bunları izliyor. Bu sırada da yaşadığı evin kiracılarından biriyle yakınlaşması, filme başka bir boyut da ekliyor.
Bu sıra dışı korku filmi, oldukça gerçekçi yapısıyla daha ilk sahnede türdeşlerinden ayrılıyor. Ele aldığı konuyu soğukkanlılıkla geliştirip örmesi ve bir an olsun elindeki yapının hassas temposunu bozmaması takdire şayan. Bugün biraz sıradan karşılanabilecek trükleri kullanırken, hala sizi heyecanlandırabilmesi de ayrı bir özelliği. 52 yıllık bir film ama hiç eskimemiş resmen. Sizi hala avucuna alıp sonuna kadar diken üstünde tutuyor. Üstelik bunu nasıl yapıyor biliyor musunuz? Size röntgenci olduğunuzu hissettirerek. Aslında Mark, etrafını röntgenlerken, kadınları vahşiçe öldürüşünü defalarca izlerken siz de aynı şeyleri izliyorsunuz, hem de hiç sansür olmadan! Siz de gayet Mark’ın suçuna ortak oluyorsunuz.
Powell, böyle bir film çekerek kendi sanatını deşiyor. Kendisinin de bir röntgenci olduğunu açıkça vurguluyor. Başka bir açıdan da bakarsak, kendi düşlerini peliküle aktaran yönetmendir ama o düşü de röntgenleyen seyircidir. Peeping Tom da yönetmenin, röntgencilik hakkındaki düşüyse, siz de röntgenci bir adamı röntgenliyorsunuz.
Filmde, Mark’ın neden sadece kadınları öldürdüğü tartışılabilir. (Bu tartışma 1960’ta gayet yaşanmış, filmin batmasına ve aşağılanmasına sebep olmuştur. Hatta, bu yüzden Powell, sinemaya küsmüş. Bu film de neredeyse 80’lere kadar hiçbir yerde seyredilmemiştir.) Filmi izlerken göreceksinizki bunun nedeni seksüel değil. Bu, tamamen sanatın doğasıyla ilgili.
John Berger’in Görme Biçimleri adlı kitabında kadının, resim sanatında metalaştırılması üzerine oldukça güzel bir deneme vardır. Bu denemede, Rönesans dönemindeki nü resimlerinde kadının rolü yorumlanıyor. Bu eserlerde ana karakterin, resmin merkezindeki kadın değil, kadına bakan (röntgenleyen) seyirci olduğu vurgulanıyor. Çünkü kadının verdiği poz ve bakış açısı bunu açıkça gösteriyor. Böyle olmasının da sebebi, resmi ressama ısmarlayan kişinin (yani resmin sahibinin yada kapitalin) bunu istemesi. Bu yüzdendir ki, bu resimlerde kadında gücü temsil edecek hiçbir şey bulunmuyor nü resimlerde. Ne bir giysi, ne de bir kıl! Bu da tabii ki, Avrupa’nın Yeni Çağ’da nasıl bir bakış açısına sahip olduğunu kanıtlıyor.
Rönesans’ın günümüz sanatı üzerindeki etkisini nasıl yadsıyamıyorsak, bu eğilimin de sürdüğünü yadsıyamayız. Pornografiyi bir kenara koysak bile, günümüz veya son 100 yıldaki sanat eserlerinde bu eğilimi gözlemleyebilirsiniz. En basit örnek olarak, kaç filmde kadınların göğsü ve/veya vajinasının gördüğünüzü, kaç filmde de erkek penisi gördüğünüzü hatırlamaya çalışıp, oranlayın. Sonuç çok açıktır.
Bu halde, Powell’ın sinemanın karanlık yüzünü masaya yatırdığı bu olağanüstü güzellikteki filmde, kadınları neden kurban seçtiğini açıklıyor. Çünkü her konuda olduğu gibi sanatta da kadın, ikinci planda ve güçsüz gösterilmektedir. Film de, bu eğilimi açıkça ortaya koymaktadır. Bunun karşısına da anti-tezini gayet sürmektedir. Öldürülen fahişe, striprizci, aktrise karşın (tün bu meslekler, toplumda aşağı görülür) Mark, entellektüel bir öğretmene aşık olur ve ısrarla onun filmini çekmeyeceğini söyler.
Gerek salt bir başyapıt seyretmek adına, gerek röntgencilik üzerine düşünmek, gerekse kadının sanattaki rolü hakkında kafa yormak adına, bu eşsiz filmi seyretmelisiniz.
Son Yorumlar