2012 Oscar’a Doğru – 2
The Descendants [Alexander Payne – 2011]
İncelilki senaryoların yazar/yönetmeni Payne, yine hayatın içinden bir konuyla karşımızda. Yine kendine güvenmeyen, çevresindekileri tanıyamayan, hissizleşmiş bir ana karakter var. Yine filmi başlatan bir olayla karakter, kendine geliyor ve kendini bulmaya başlıyor. Bu sefer George Clooney’in yalın oyunuyla hayat bulan ana karakter, karısı komaya girince bazı şeylerin farkına varıyor ve onun yokluğunda hem kendisini hem de ailesini idame ettirmeye çalışıyor.
Sideways kadar kendimi yakın hissetmediğim ama duyarlılığına ve samimiyetine kayıtsız kalamadığım bir film olmuş. Her Payne filminde öne çıkan, ince bir senaryo ve başarılı performanslar bu sefer de var. Ama yılın en iyisi olacak kadar iyi mi derseniz, hayır derim. Payne filmlerine aşina olanlara, tanıdık gelecek sularda başarılı bir 2 saat vaat ediyor. Payne ile yeni tanışanlar ise hayran kalabilir ama acele etmesinler, Payne’in başyapıtına daha var. Daha fazlasını oku…
Sinema Sinema
Carnage [Roman Polanski – 2011]
Polanski’nin son filmi, bir tiyatro piyesi uyarlaması. Bu özelliğini sonuna kadar da hissettiriyor. Bana göre kötü bir özellik olsa da film açısından artıları da mevcut. İki yetişkin evli çiftin, çocuklarının kavgası yüzünden bir araya gelmesini ve ardından yaşananları anlatan film, esas olarak günümüz toplumunda sıkışmış bireyin içindeki kötülüğü açığa çıkarışını vurguluyor. Diyor ki, hiç kimse iyi aile çocuğu filan değildir, herkes gibi kötüdür. Tek mekan ustası Polanski’nin rahatlıkla kotardığı film, harika olmasa da, izlenip üzerinde tartışılması gereken filmlerden.
Martha Marcy May Marlene [Sean Durkin – 2011]
Geçen yılın favori bağımsızı olan bu film, muammalı senaryosu ve başarılı performanslarıyla ilgili hak ediyor. Bir genç kızın, bir tarikata girmesi ile oradan kaçıp ablasında normal hayata adapte olma sürecini anlatıyor. Bazı olaylrı bilerek muğlak bırakan yönetmen Durkin, en başta başroldeki Elizabeth Olsen’den güç alıyor. Ayrıca bağımsızların aranan ismi John Hawkes’ın da harika bir performans çıkardığı film; tarikatlar ve gündelik yaşam hakkında ciddi sorular soruyor. Seyredilmesi gerek!
Daha fazlasını oku…
Hayattan Notlar
- Sherlock‘un 2. sezonu bir başladı, pir bitti. Sadece 3 hafta ve 3 bölüm süren bu sezon, açık ara ilkinden iyiydi. İlk sezonda, sadece ilk bölüm çok iyiydi. Bu sefer hem 1. hem de 3. bölüm efsaneydi. Üstelik en sevdiğim Holmes öyküsü olan (aslında roman) The Hound of Baskervilles‘ı uyarladıkları 2. bölüm çok iyi olmasına rağmen, diğer ikisi o kadar güzeldi ki yanlarında sönük kaldı.
- Sadece Sherlock bile BBC’nin neden TRT’den katbekat üstün olduğunun kanıtıdır.
- Bu arada Hollywood’un Sherlock‘u araklamaya çalışması çok manidar. Böyle bir diziden sonra kim Hollywood versiyonu günümüzde geçen Sherlock Holmes izler ki? Üstelik House, MD zaten bu amaca hizmet etmek için başlamışken, tam 8 yıl önce olsa da.
- Uzun zamandır aklımda olan bir konu var: Çok klişe ama bir kişi, geçmişteki sorunlarını çözemeden bugünü yaşayamıyor çünkü o sorunların izleri hala onu takip ediyor. Bu izlerden kurtulmanın tek yolu ise o sorunları teşhis edip yüzleşebilmek. Çok olağan ve alalade bir konu sanılabilir ama aslında kimse hala bu sorunu aşamıyor. Israrla geçmişteki sorunlarıyla yaşayanlar var ve bunun farkında bile değiller. Yüzlerine söyleseniz inkar ederler.
- Bunu yazdığıma bakmayın, ben de bu sorundan müstaribim. Uzun zamandır da çözmeye çalışıyorum.
- İşin daha da ilginci bu saptamanın, kurumlar hatta devletler için bile geçerli olması. Ne alaka diyeceksiniz? Şöyle ki Türkiye Cumhuriyeti Devleti; Ermeni sorunuyla, Kıbrıs olayıyla, Güneydoğu (aslında Kürt dense de bölgesel bir sorundur) sorunuyla, ihtilaliyle, sağıyla ve soluyla yüzleşmeden asla kendini bulamayacaktır. Çünkü her birini yok saymaya çalışırken daha da kendinden ödün vermektedir. Vatanperver geçinip kişisel amaçları uğruna devlete zarar verenler oldukça bunlar da çözülemeyecektir. Daha da kötüsü ne biliyor musunuz? Daha bu devlet, bunlarla uğraşamadan yanlarına yenilerini eklemeleri. Maraş Katliamı da, geçen ayki Uludere Katliamı da bunun ürünüdür.
- Yine hafif konulara dönersek, Altın Küre Ödül Töreni gayet eğlenceliydi. Banttan tamamını izledim, çok keyifliydi. Ricky Gervais’in esprileri olsun, sahneye çıkanların mutlaka muziplik yapma telaşı olsun başlı başına bir şovdu. İşin ilginci izlediklerinizin samimi olmadığını bildiğiniz halde size hoş gelmesi. Çünkü o törene gelen herkes, oyunun nasıl oynandığının bilincinde. Amerikalılar gerçekten eğlence işinin kralı.
- Meltem Cumbul gerçekten bizi çok iyi temsil etti. Az ama öz konuşmasını bırakın, o sahneye çıkıp konuşması bile yeter.
- Ödüllerin hepsinin, tahmin edilenlere gitmesi heyecansız olsa da, hak ettikleri tartışılmaz. Üzerlerine teker teker konuşulabilir tabii ama ödülü en fazla hak eden üçlü, Peter Dinklage, Martin Scorsese ve A Seperation‘dı.
- Bu arada bu akşam bir arkadaşımın evine misafirdim. Gülse Birsel’in yeni dizisi Yalan Dünya‘yı izledik. Bazı yerlere çok güldüm, Gülse Birsel durum tespitinde çok başarılı ve bunu kağıda dökebiliyor. Ama bunları kaç kişi anlıyor, orası muamma. Mesela ‘Serin ol!’ geyiğini kaç izleyici anladı merak ettim (‘Be cool’u Türkçeleştirmiş ve cuk oturmuş). Buna rağmen bir sürü negatif öğe de var ve sonuçta bir daha izlemem. Tespit ettiklerim şunlar: Süre yine çok uzun olduğundan tempo bazı yerlerde düşüyor (Avrupa Yakası da aynı sorundan müstaripti), Beyaz karaktere hiç oturmuyor ve üstüne oyunculuğu çok kötü, Gülse Birsel de karaktere oturmamış ama senarist olduğundan seçeneğimiz yok. Bir de Bartu Küçükçağlayan’ın oynadığı çocuk karakteri aslında gayet bayağı ama Bartu öyle bir oynamış ki karakter ışıldıyor.
- Evime televizyon almamakla ne kadar doğru bir karar verdiğimi kaçıncı kez anladım.
- Şu sıralar şunları dinliyorum: Türkiye’den Multitap, Mabel Matiz, Neyse ve Elif Çağlar; İtalya’dan Aylin Prandi; İngiltere’den Rox. Hele Rox’un ‘I Don’t Believe’i uzun süredir dilimde dolanıyor.
- Normalde elektronik müzik dinlemem ama M83’nin ‘Midnight City’ şarkısı çok ama çok iyi. Dinlemeye doyamıyorum.
Hatay’da Bir Ocak Kaçamağı – Bölüm 3
Sabah kalkınca istikamet belliydi: Çınaraltı Künefe! Şapır şapır yağan yağmur bile beni bu kararımdan döndüremezdi. Kahvaltıda tatlı yiyip bir marjinallikle güne başlayacaktık. Ama Uzun Çarşı’da tam çınarlı avluya döndük ki kapalı avlu kapısı bir gardiyan gibi karşımızda belirdi. Halbuki önceki gün garsona bilerek sormuştum, pazar açıklar mı, kaçta açılıyor diye. 9 buçuk deyince, ikinci kere teyit bile almıştım hatta. Saat 10 olmuş, hala kapalı! Bu, bana yapılır mı sayın okuyucu?
St. Pierre Kilisesi’nin Girişi
Mecburen kahvaltılık bir şeyler yemeye Simit Saray’ına girdik. Orası da ağzına kadar asker doluydu. Hemen tıkınıp kalktık. Arabayla Reyhanlı yolu üzerindeki St. Pierre Kilisesi’ne gittik. 1. bölümde size yazmıştım ya, havarilerin Filistin’den kaçıp Antakya’ya geldiğini. İşte o havariler, ilk kiliseyi (dünyadaki ilk kilise!) Habib-i Neccar Dağı’nın eteklerine kuruyor. Biz de artık müze olan bu 2000 yıllık yapıyı ziyaret ettik. Aslında görülecek çok şey yok. Geniş bir salon büyüklüğünde bir yer, dağa oyulmuş. İç duvarında Hz. Meryem ve Hz. İsa heykelleri var. Önünde de papazın çıkması için lahitten bir kürsü var. Sağ köşede dağdan sızan suyun biriktiği küçük bir taş boşluk var. İlk vaftiz törenleri bu suda yapılırmış. İçerdeki yazıda, depremler nedeniyle suyun azaldığı yazıyordu. Sol köşede de mağaralara giriş var. İlk Hrıstiyanlar, Pagan Romalı’lardan kaçmak için bu mağaraların içinde saklanırmış. Depremlerde yıkılmış tabii. Her yılın 29 Haziran’ında burada ayin yapılıyormuş. Daha fazlasını oku…
Hatay’da Bir Ocak Kaçamağı – Bölüm 2
Harbiye’den sonra Samandağı’ndaki Beşikli Mağara’ya gitmek istedik. Aslında pek mantıklı bir karar değildi, çünkü havanın kararmasına 1 saatten az kalmıştı. Nitekim, daha Samandağı’na varmadan hava karardı. İşin daha da ilginçliği, haritamızı odada unuttuğumuzdan nasıl gideceğimizi de bilmeyişimizdi. Yol alırken, Onur internetten Samandağı hakkında bilgiler okudu. İlçenin, tamamen solcu olduğunu öğrenmek ve hatta ÖDP’nin belediye seçimlerini kazandığını duymak ilginçti. Zaten Harbiye’de de Ahmet Kaya ve Deniz Gezmiş posterleri ilgimizi çekmişti.
Sora sora Bağdat bulunurmuş. Biz de sora sora Çevlik ve Titus Tüneli/Beşikli Mağara’yı bulduk, üstelik zifiri karanlıkta. Mağaralara daha gelmeden, sol yanımızda deniz olduğunu anladığımızda arabayı durdurduk ve sahile indik. Gayet uzun olduğu anlaşılan kumsalı, yaklaşık 1.5 metrelik dalgalar tüm hırsıyla dövüyordu. Deli bir rüzgar vardı ve oldukça üşütüyordu. Ama ortam oldukça benzersizdi. Sanki İstanbul’da hiç deniz görmüyormuşuz gibi, denizin sesi bizi coşturmuştu. Gökteki dolunay ise göz kamaştırıyordu. Tüm soğuğa rağmen biraz sahilde yürüdük, uzun uzun çığlık attık dalgalara cevap olarak. O ıssız ve kapkaranlık kumsalda tılsımlı bir hava vardı. Eminim, yazın da çok hoştur.
Hatay’da Bir Ocak Kaçamağı – Bölüm 1
Hatay, hep ilgimi çekmiştir. Gerek kişisel hayatımda, gerek okul sıralarında karşıma çıkmıştır. Coğrafyada en güneydeki ildi, Anadolu’da olmayan tek yerdi (fiziki olarak Arabistan Yarımadası’ndadır). Tarihte, Atatürk’ün son anda yurda kattığı topraktı. Aynı zamanda, ben küçükken eniştemin yaptığı künefenin memleketiydi. Uzun aile yemeklerinden önce dil peyniri ve kadayıf tepsiye basılıp, ısıtılmak üzere bekletilirdi. Yemeğin sonlarına doğru ocakta güzelce pişirirdi, sonlara doğru da tüm künefeyi havaya fırlatıp tepside ters çevirirdi (herkes yapamazdı). Afiyetle de yenirdi.
İşte belki de bu memleketin gizeminden, hep gitmek istediğim bir yerdi. Ağustos ayında uçaklarda indirim olunca da hemen aldık, ta Ocak ayının ilk haftasonuna. Ne hava belli, ne de ortam. Olsun, biz yemeğe gitmiyor muyduk?
Daha fazlasını oku…
2011’in En İyi Filmleri
Hadi 2011’de izlediğim filmlere göz atalım. Yılı değerlendirirken, iyileri hatırlayalım. Önce bir ‘İlk 10’ listesi yapalım, aonraki yazıda da listeye giremeyip adından bahsetmeye değer olanları sıralayacağız:
Daha fazlasını oku…
The Breakfast Club
The Breakfast Club‘ı ilk defa izlediğim
günü hatırlıyorum. Kendimi kötü hissaettiğim bir gündü ve birden filmi açıp izlemeye başlamıştım. Film bittiğinde kendimi daha iyi hissediyordum. John Hughes bana dokunabilmeyi başarmıştı.
1984 yapımı bu gençlik filmi, bir cumartesi okulda cezaya (detention) kalan 5 öğrencinin o günü nasıl geçirdiklerini anlatıyor. Karakterler rahatlıklar karikatürize olabilecek tipte: Bir inek, bir sporcu, bir popüler kız, bir asi ve bir salaş kız.
Daha fazlasını oku…
Sinema Sinema #4
One Day
Anne Hartaway ve Jim Sturgess’li bu romantik film, kendini çok önemsemesinin kurbanı oluyor. Bir çiftin 20 yıllık inişli çıkışlı ilişkilerini göstermeye çalışan film, sonuçta hiçbir şey gösteremiyor. Bir-iki ufak gösterişi ve yerinde bir oyuncu kadrosu dışında gayet de sıkıcı. Oysa ki eldeki fırsat iyi değerlendirilse, tadından yenmeyebilirdi.
The Hangover Part II
İlk filmde, kahkaha atmaktan oturamayanlar, filmin orjinalliği ve sıra dışı küstahlılığını sevmişlerdi. Belki bekarlığa veda gecesi komedisi fikri çok orjinal değildi ama bunu bu kadar hesaplı ve hınzır yapana ilk defa rastlanıyordu. Öyle bir deneyimden sonra, aynı olayların Bangkok versiyonlarını izlemek komik olsa da aşağıcı. Çünkü ilk filmin zekasına hayran olanlar burada o zekanın pırıltısını göremiyor. Harrika bir yemeği belki defalarca yersiniz ama aynı tarife sahip olup farklı malzemeden yapılanı yemek istemezsiniz. Bunun adı dolandırıcılıktır çünkü!
Daha fazlasını oku…
2012 Oscar’a Doğru
Bu yılın boks temalı Oscar dramasına hoşgeldiniz. Bu sefer boks değil de MMA (Mixed Martial Arts) var ring içinde. Ring dışında da en koyusundan bir aile draması. Şöyle ki: Alkolik bir baba; onun öğretmenlik yapan, evli, bir kızı ölümcül hasta ve bu sebeple ringlere mecburen dönen büyük oğlu ile küçük yaşında annesiyle babadan ayrılmış, askerde kahramanlıklar yapmış, içi nefret dolu ve bu nedenle isteyerek ringlere dönen küçük oğlu.




Son Yorumlar