Başlangıç > gezi yazısı, mitoloji, tarih, yemek > Hatay’da Bir Ocak Kaçamağı – Bölüm 1

Hatay’da Bir Ocak Kaçamağı – Bölüm 1

Hatay, hep ilgimi çekmiştir. Gerek kişisel hayatımda, gerek okul sıralarında karşıma çıkmıştır. Coğrafyada en güneydeki ildi, Anadolu’da olmayan tek yerdi (fiziki olarak Arabistan Yarımadası’ndadır). Tarihte, Atatürk’ün son anda yurda kattığı topraktı. Aynı zamanda, ben küçükken eniştemin yaptığı künefenin memleketiydi. Uzun aile yemeklerinden önce dil peyniri ve kadayıf tepsiye basılıp, ısıtılmak üzere bekletilirdi. Yemeğin sonlarına doğru ocakta güzelce pişirirdi, sonlara doğru da tüm künefeyi havaya fırlatıp tepside ters çevirirdi (herkes yapamazdı). Afiyetle de yenirdi.

İşte belki de bu memleketin gizeminden, hep gitmek istediğim bir yerdi. Ağustos ayında uçaklarda indirim olunca da hemen aldık, ta Ocak ayının ilk haftasonuna. Ne hava belli, ne de ortam. Olsun, biz yemeğe gitmiyor muyduk?

Aylar geçti ve 6 Ocak Cuma akşamı dört arkadaş Sabiha Gökçen’de toplandık. 1 saat 15 dakikalık bir yolculuktan sonra yepyeni Hatay Havaalanı’na indik. Havaalanı uçsuz bucaksız bir düzlüğün ortasında. Ben ilkokuldayken haritada burası göldü, Amik Gölü yazardı. Sonra orta okulda coğrafyada okuduk ki, şimdi hatırlamadığım bir sebepten ötürü gölü kurutup ova yapmışlar. Artık haritalarda Amik Ovası olarak geçiyor. İşte havaalanı, bu ovanın tam ortasında, Antakya’ya 25 km uzakta.

Küçük havaalanından çıkarken, önceden ayarladığımız kiralık arabayı aldık. Geniş yollardan geçerek 20-30 dakikada Antakya’ya vardık. Girerken Engin, “Hadi künefe yiyelim!” dedi, doğru ya biz buraya künefe yemeye geldik. Şansımıza yolumuza bir künefeci çıktı. Gecenin 11’inde gayet güzel bir künefe yedik. Herkes çoktan geldiğimize memnun olmuştu.

Geceyi Antakta Öğretmen Evi’nde geçirdik. Fazla para vermeden rahat bir gece geçirmek için uygun bir tercihti, her ne kadar içimizden birisi öyle düşünmese de. O yüzden sert yataklara alerjisi olanlara tavsiye etmiyoruz ama ben çok rahat uyudum iki gece de. (Gecelik 40 TL, kamuda çalışanlara 32 TL, odalarda TV, buzdolabı ve klima var.)

Sabah kahvaltıyı kaçırdığımızdan direkt merkeze indik. Önce kahvaltı ederiz, sonra gezeriz diye. Kahvaltı için yer alırken, benim notlarımda yer alan künefeciyi bulduk. Aç karna künefe yemek abartı olacağından (acaba?) kahvaltılık yer sorduk. Mekanın sahibi Yusuf Usta, bizi bacanağının yerine götürdü. Hanedan Otantik Lokantası’nda serpme bir kahvaltı yaptık. Masada harika bir peynir, efsane keçi yoğurdu, baharatlı çökelek (çok değişikti), zeytin ve domates vardı. Bu güzel (toplamda) kahvaltıya 30 TL ödedik.

Ardından Uzun Çarşı içinde dolaştık. Daracık sokaklara girdik, nereye gittiğini merak ederek. Engin kadayıf yapan ufacık bir imalathane buldu hatta. İmalatı izledik biraz. Ardından Habib-i Neccar Camii’sini gezdik. Şimdi biraz eskilere gidelim.

Habib-i Neccar CamiMS 40 civarında ilk havariler Filistin’den kaçarak kuzeye yol almışlar. Antakya’da kalmışlar bir süre. İlk kiliseyi de burada kurmuşlar (Bu hikayeyi sonra anlatacağım). İşte dönemin yerlileri bunları istememiş. Ama içlerinden biri olan Habib-i Neccar (Neccar marangoz; habib sevgili demek) bunları korumuş ve sahip çıkmış. İşte bu adamın mezarı bu külliyede bulunuyor. Elmalı Hamdi’nin K’uran Tefsiri’ne göre Yasin Suresi’nin 20. ayetinde zikredilen zat Habib-i Neccar’dır (36/20). K’uran’da bile bahsedilmesinden ötürü bu zat, önemli bir evliya sayılıyor. İlk İslam fethinden itibaren de tübesinin olduğu yerde cami yapıldığı varsayılıyor. Ama bugünkü cami, depremler yüzünden Osmanlı’nın son dönemlerine ait. Antakya’nın en eski camii ise Memluklular’dan kalma tam merkezdeki Ulu Cami.

Habib-i Neccar Camii’ den çıkınca merkezde biraz daha dolandık. Ortodoks Kilisesi kapalı olduğundan giremedik. Sadece belli saatlerde açıkmış. Ben Halep Çarşısı’nı aramaya başladım. Çünkü oradaki bir kahveciden Halep Kahvesi siparişi almıştım. Yalnız çarşıyı bulmama rağmen kahveciyi bulamadım. Bunun üzerine sabah bulduğumuz Çınaraltı Künefeci’sine doğru yürümeye başladık.

Uzun Çarşı’nın küçük bir sokağından geçerek çıkılan bir camii avlusunda bulunuyor, bu efsane dükkan. Avlunun tam ortasında koca bir çınar, çınarın altında da kafes içinde bir tavus kuşu bulunuyor. Çınarın hemen sağında bulunan, en fazla 5 metrekarelik bu dükkan yediğim en iyi künefeyi yapıyor. Tepsisini özenle hazırlıyor ve köz ateşinde  hafif hafif pişiriyor. Size de bir dilimi tabağa koyup, üzerine şerbetini döküyor. İsteyene üzerine halis Antep fıstığı döküyor. Muhteşem bir tat, sayın okuyucu! Ben ne kadar yazsam da boş! 2 porsiyon üst üste yedim, bana mısın demedim. Pazar günü bir daha gelmek üzere ayrıldık. Bu arada bir porsiyonu 4 TL, fıstık isterseniz 50 kuruş daha ekleniyor.

Bu harika tadın ardından müze gezdik. Antakya’nın ünlü Mozaik Müzesi’nin, gerçekten görülmesi gerekiyor. Antakya ve civarından çıkarılan mozaiklerden oluşan koleksiyonu çok nadide. Dünyanın 2. en büyük mozaik koleksiyonu sayılıyor. Biz ise bahçedeki iki mozaiği çok beğendik. İlki ‘Eros ile Psyche Mozaiği’. Önce Psyche’nin Eros’a sadak attığını sandık. Sonra ise Eros uyurken Psyche’nin sadağı çalmasının resmedildiğini düşündük. Halbuki sonraki araştırmalarıma göre ikisi de yanlışmış. Burada, Psyche’yi dünyanın en çirkin adamına aşık etmekle görevlendiren ama onu görünce okunu kendisine batırıp Psyche’ye aşık olan Eros’un, Psyche’yi uyurken ilk gördüğü an resmedilmiş. Bu miti ileride sizlere yazmayı düşünüyorum.

İkincisi de ‘İki Atlet ile İdman Mozaiği’. Ben hariç gruptaki herkes atletizmle uğraştığından bu mozaik önem kazandı. Ayrıca, mozaiğin bir özelliği de ne açıdan bakarsanız bakın, atletlerin hep size bakması! Korkutucu, değil mi?

Ardından arabamıza binip Antakya’ya 10 km uzaklıkta bir belde olan Harbiye’ye gittik. Önce Kule Restaurant’a gittik. Oldukça geniş bir lokanta olan burasının, enfes bir vadi manzarası var. Yemekleri de çok iyi. Biz sadece meze aldık: Oruk, sarma içi, katıklı ekmek, rokalı yoğurtlama, iki ayrı yeşillik ve Ali Nazik aldık ortaya. Bu saydıklarımı bitiremedik! İçkiler dahil 66 TL ücret geldi ki inanamadık gözlerimize.

Sonra da Harbiye’nin esas ünü olan şelalelerine gittik. Mitolojik bir öneme sahip olan bu şelaleler açıkçası bize yavan geldi. Bilhassa çevresindeki salaş lokantalar, güzelim doğayı metalaştırmış. Yapay şelalelere bakmaktan gerçeğini göremeyecektik. Halbuki antik çağda Daphne (Defne) olarak anılan bu kasabada olimpiyatlar düzenlenirmiş. Apollon’un Daphne’ye aşık olup kovalaması, Daphne’nin de kaçıp ağaca dönüşmesi ve gözyaşlarından şelale oluşturmasından sonra ünlü ‘defne yaprağı’ tarihteki yerini almış. Güzel bir düzenleme ile çok daha cazip bir yere dönüşebilir bu yöre.

Sonraki Yazı: Samandağı, Beşikçi Mağarası, Antakya’da alışveriş kültürü, yine yemek ve Antakya gece hayatı!

Kategoriler:gezi yazısı, mitoloji, tarih, yemek Etiketler:,
  1. Didem Korkmaz
    10/01/2012, 23:20

    Ah Artuncuğum, gecenin bu saatinde Almanya’nın küçük bir kasabasındaki bu cana künefe çektirdin, olmadı ki!
    Bu arada yeni site güzel olmuş 🙂

  2. 10/01/2012, 23:28

    Teşekkürler Didem. Hedefime ulaşmışım demek ki! Farklı yerlerdeki güzellikleri keşfedebilmeniz amacım. Biraz can çekecek ki günün birinde senin de gitmene vesile olurum, beni anarsın artık o zaman. 🙂

  3. gökhan
    20/04/2012, 16:33

    yarın bende hataya gidiyorum,ve şuan gezdiğin yerleri not alıyorum. Teşekkür ederim rehberlik için 🙂

  1. No trackbacks yet.

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s

%d blogcu bunu beğendi: