Hayattan Notlar

    • Müzikle başlayalım. Biraz geç oldu lakin Julide Özçelik’in yeni albümü Jazz Istanbul – Volume 2 çıkmış. Geç dediğim benden kaynaklanıyor çünkü yılbaşında çıkmış. Neyse, albüm bir öncekisinin çizgisinde devam ediyor. İçine girebilmek için biraz daha dinlemem gerek.
  • Orhan Gencebay’ın tribute (saygı) albümünü dinledim ve beğenmedim. Beğenmemekle kastım, albümün kolaya kaçılarak yapılması ve bir bütünlüğün olmayışıdır. Benim aklımdan geçen her şeyi zaten Radikal’de Elif Ekinci yazdığından sizi ona yönlendiriyorum: Tıklayınız
  • Arabesk dinleyen biri olmamama rağmen sırf meraktan dinledim. Çünkü Orhan Gencebay’a saygı duysam da bana hitap etmeyen bir müzik türü. Bu, arabeski küçümsediğimden değil, zevkime uymadığı içindir. Ama albümü dinlerken sözlere bilhassa dikkat ettim. Arada birtakım farklar olsa da ana duyguların benzer olduğunu gözlemledim. Buradan şu sonucu çıkardım kendi adıma: Ayrılık acısı çeken biri veya evlenen birinin hissettiği duygular benzerdir ama zevkine ve dinlediği müzik türüne göre dinleyeceği şarkılar değişecektir.
  • Müzik demişken geçen hafta uzun zamandır canlı dinlemek istediğim iki efsaneye gittim. İlki kendine has müziğini sessiz sedasız yaparak efsaneleşen Bülent Ortaçgil. Harbiye Açık Hava’daki konseri muazzamdı! Bir tarafta senfonik yaylılar, diğer tarafta ona destek veren ünlü müzisyenler: Baki Duyarlar, Gürol Ağırbaş, Erkan Oğur ve Birsen Tezer. Gerçekten efsane konserdi. Hele finalde ‘Çığlık Çığlığa’yı dinlemek beni tarumar etti.
  • İkinci olarak da Yeni Türkü’yü dinledim. Hoş, yeni model Yeni Türkü demek daha gerçekçi. Konserden sonra küçük bir araştırma yaptım, Yeni Türkü’ye bir süre de olsa üye olan kişi sayısı 20’ye yaklaşmış! Bir tek Derya Köroğlu sabit! Ki buna Murathan Mungan gibi bir ara ciddi destek veren kimi sanatçılar dahil değil! Belki bilmeyenler vardır, ‘Hadi Yine İyisin’ Tayfun Duygulu bile bir ara üyeydi!
  • Konser doğal olarak güzeldi. Sonuçta bu kadar güzel şarkıları olan bir grubu kaç kere dinleseniz de sıkılmazsınız. ‘Destina’, ‘Çember’, ‘Aşk Yeniden’, ‘Fırtına’ vb.’leri gibisi üretilemedi bu müzik piyasında. Bunları canlı dinlemek gerçekten çok özel!
  • Konser, ilk defa gece açılan Jurassic Teras’taydı. Daha önce hiç gitmediğim Bayrampaşa’daki Forum’un üst katına bir nevi dinozor müzesi açmışlar, yanındaki açık havaya da sahne kurmuşlar. Önde masalar var oturarak izleyebiliyorsun, arkada ayakta takılıyorsun. Bence saçma olmuş, zaten gece mekanı için çok saçma bir yerde. Gece boyunca Derya Köroğlu “Bu dinozor bana bakıyor!” diye eğlendi kendi kendine. Bir daha gideceğimi zannetmiyorum, sahiplerinin yolu açık olsun.
  • Mekanlardan devam edelim. Beyoğlu’nda 13 çeşit gazozu bulan bir kahve bulduk, daha doğrusu Engin buldu. Adı Avam Kahvesi, sapa bir sokakta ama Alman Hastahanesi ile Hayal Kahvesi arasında kalıyor. Hala Mantı’nın caddede olmayan şubesini bilenler için aynı sokakta olduğunu yazayım. Mekan 80’ler tarzında döşenmiş, oldukça şeker. Fiyatlar uygun, tam çocukluğumuzdaki yerler gibi. Tuvaletinde halis kolonya var!

  • Gazozlara gelirsek! Biz 5 tane deneyebildik! En iyisi Zafer gazozuydu! Gittikçe favorilerimi buraya yazarım. 😀
  • Yakın arkadaşımlardan, kadim dost Burak Avcı’yı akademisyenlik uğruna Almanya’ya yolladık. Uğurlarken de güzel bir yemek düzenledik Sultanahmet’teki Balıkçı Sebahattin’de.  Hepimizin ilk gidişiydi ama pek beğendik. Zaten New York Times’a  bile çıkmış ünlü bir mekanmış.  Hatta yeri bulmaya çalışırken birine sorduk, adam direkt “Rezervasyonunuz yoksa hiç gitmeyin bence.” dedi. Gerçekten çok kalabalıktı.
  • Oldukça temiz bir mekan. Mezeleri de balıkları da gayet lezizdi. Müziksiz olması beni ayrıca cezbetti. Rakı içip sohbet etmenin keyfine varıyorsunuz. Hesap derseniz, içki dahil 70 TL civarı.
  • Sultanahmet’ten dönerken şok geçirdim. Gecenin köründe inanılmaz bir trafik ve insan yoğunluğu vardı. Sanki tüm İstanbul dışarıya çıkmıştı. Taksim’deki Kadıköy minibüsü kuyruğu inanılmazdı. Çabucak erittiler nasılsa! Eve gitmem 1.5 saati geçti.

Sinema Sinema

Araf [Yeşim Ustaoğlu – 2012]

Ülkemizin en sanatsal yönetmenlerinden Yeşim Ustaoğlu’nun yeni filmi Araf, adına uygun şekilde bir arafta geçiyor. Sanayileşmiş kentle kırsalın arasında kalmış bir kasaba olan Karabük’te iki gencin hayatına odaklanıyor. Bir yol kenarı dinlenme tesisinde çalışan Zehra ile Olgun’un, çocuklukla yetişkinlik arasındaki araf dönemlerini anlatıyor. Yani filmin ismi, aslında filmin her bir köşesinde kendine yer buluyor. Karabük de bir araf, evlenmek isteyen Zehra için filmdeki zaman da araf, ne yapacağına karar verememiş Olgun için dinlenme tesisi de bir araf, hatta yol üzerinde hoşlandığı bir kızla vakit geçiren Mahur için de bu kız bir araf.

Ustaoğlu, doğru tercih ve vurgulamalarla iyi hazırlanmış bir senaryoyu peliküle döküyor. Lakin filmde sizi iten bir duygu var, bir şey tam oturmamış, çözemedim nedense. Bu şey, filme girmenizi engelliyor, keyif almanızın önüne geçiyor! Yine de bu başarılı filme ve Neslihan Atagül’ün muazzam performansına kayıtsız kalmak güç.
Daha fazlasını oku…

Sinema Sinema

02/09/2012 4 yorum

The Intouchables [Olivier Nakache & Eric Toledano – 2011]

Gerçek hayattan uyarlanan bir engelli filmi daha. Bu sefer Fransa’dan geliyor. Geçen yıl Fransa’nın en fazla izlenen yapımı olmuş film, sımsıcak bir dostluk hikayesi. Yamaç paraşüdü yaparken boyundan aşağısı felç kalan varlıklı Pierre, yanına hizmetli/asistan ararken hapisten yeni çıkmış, Afrikalı ve sonuna kadar dobra Driss’e denk geliyor. Bu iş ilişkisi, sıra dışı bir arkadaşlığa dönüşürken iki tarafın da hayatını değiştiriyor.

Filmin farkı ve esas önemi, ajitasyona hiç başvurmaması ve üstüne Driss’in Pierre’e bir insan olarak yaklaşmasını tüm samimiyetiyle verebilmesi. Driss’in kaba ama dobra yapısı, Pierre’in ince ve klas yapısıyla hem çelişiyor hem de birbirini tamamlıyor. Pierre, kendisine asla acımayan, üstüne onu zorlayan ve hatta aksiyona teşvik eden Driss ile yeni bir döneme giriyor hayatında. İkiliyi oynayan François Cluzet ve Omar Sy’ın güçlü performansları da filmin etkisini arttırıyor. Son olarak Hollywood’un filmi Amerika’ya uyarlamak üzere olduğunu ekleyelim. İyi ve etkili bir dram.
Daha fazlasını oku…

Hayattan Notlar

  • Geçen hafta sinemamızın ünlü yönetmenlerinden Metin Erksan vefat etti. Erksan, sinemamızdaki kendine has bir üslubu bulunan nadide yönetmenlerdendi. Ülkemize Berlin’den Altın Ayı’yı ilk getiren yönetmendi, üstelik 1964’te. Tüm filmlerini izleyemesem de belli başlı filmlerini izlemişimdir. Yılanların Öcü ile Kuyu’yu bahsedildiği kadar sevememişimdir. Ama Susuz Yaz ile Sevmek Zamanı  benim en sevdiğim Türk filmleri arasındadır. Bilhassa Sevmek Zamanı kendine has yapısı ve atmosferiyle sadece ülkemizin değil, dünya sinemasının sayılı örneklerindendir.
  • Sevmek Zamanı, adı üzerinde bir aşkı anlatır ama bu aşk, bir insana duyulan aşk değil, bir insanın suretine (resmine) duyulan aşktır. Müşfik Kenter’in oynadığı boyacı ustası, iş yaptığı evlerden birinden bir resme aşık olur. Sonra resmin sahibi karşısına çıkıp bu ilginç durumu görünce o da boyacıya aşık olur ama boyacı onu reddeder. “Ben seni değil, suretini seviyorum. O hiç beni bırakmayacak.” der. Çok derin felsefi hatta tasavvufi alt metinleri olan, aşk üzerine çok farklı düşünceler üreten eşsiz bir filmdir.
  • Bunları yazmayı düşünürken bu akşam da Müşfik Kenter’i kaybettik. Bilhassa sesi ile hafızalarımıza kazınmış önemli bir tiyatrocuydu. Sahnede birkaç kez izleme fırsatım olmuştu küçükken. Benim aklımda hep Sevmek Zamanı ile aklımda kalacak ama.
  • Bu maddeyi okuyanlar abartıyorsun diyebilir ama gerçek bir dost arkadaşının zevklerini bilir ve uygun zamanlarda bu doğrultuda aksiyonlar alır. Mesela hiç unutmam, yıl 2007, Bergman ölmüş, ben de Almanya’da kamptayım. Cebime bir mesaj geldi, “Başın sağ olsun, Bergman da ölmüş.” diye. O kadar mutlu olmuştum ki yurtdışındayken bile bana böyle bir jest yapan bir dostum vardı.
  • Çok Bergman filmi izlememişimdir ama benim için çok önemli bir yönetmendir. Hayatının son 25 yılında film çekmese de onun gibi bir sanatçıyla aynı dünyada yaşadığımı bilmek bana huzur veriyordu. Garip ama gerçek bir duygu.
  • Bazen bir kişiyi tanımak için salt onunla konuşup gözlemlemeniz yetmeyebilir. Onunla ilgili gizli, garip, kıyıda kalmış bilgileri hayatını inceleyerek öğrenebilirsiniz. (bkz. Sherlock Holmes) Mesela sevdiği filmler, şarkılar, yemeği sipariş etme biçimi, yürüyüşü, tokalaşması, vs, vs… Çoğu kişinin dikkat ettiğine inanmadığım ama benim çok uyguladığım bir olgudur.
  • Mesela eski kız arkadaşım A Little Bit of Heaven adlı bir filme hayran kaldığını söylemişti. Normalde izlemeyecektim filmi ama sırf onu daha iyi anlayabilmek için izledim. Hatta film bitince onu arayıp, “Senin filmi izledim.” dedim. “Neden?” diye sordu, ben de “Seni daha iyi tanıyabilmek için.” dedim. Şaka yaptığımı sanmıştı ama gerçeği söylüyordum.
  • Film, gördüğüm en felaket oyuncu seçimi hatalarından birini barındırıyordu. Aslında çok sevdiğim Gael Garcia Bernal, film için korkunç bir hataydı, son derece de kötü oynuyordu Bernal. Böylece filmden başta soğuyorsunuz, genel olaraksa vasatı zaman zaman yakalayan bir filmdi. Bariz bir de tempo sorunu vardı.
  • Ama filmi iki sahnesi için bile izleyebilirsiniz. Peter Dinklage’ın (her zamanki gibi) yine döktürdüğü jigolo performansıyla esas kadınımıza hayat dersi verdiği sahne. İkincisi ise finaldeki cenaze partisi.
  • Cenaze partisi kavramı bizim kültürümüze oldukça ters, hatta ayıplı bir olgudur. Ölünün ardından eğlenilmez, hatta 40’ı çıkmadan dışarıya adım atılmaz. Çünkü ölüm, kötü bir şeydir ve yas tutulmalıdır. Herkesin görüşüne çok saygılı olsam da bana saçma geliyor. Çünkü bence ölüm, tıpkı doğum gibi doğal bir süreçtir. Bu hayatın sonlanmış olması, o ruhun acı çekmesi manasına gelmiyor. Ölümden sonrası muamma olsa da ölen ruh için yeni bir başlangıç manasına bile gelebilir. Arkada kalanlar onu bir daha göremeyecek olsa da, onu anmak için ve belki de onu yeniden tanımak için yapılacak bir töreni (eğlence olsun, olmasın, tercihtir) evde oturup karalar bağlamaya yeğ tutarım.
  • Nitekim Metin Erksan’ın ölüm haberini aldıktan sonra, onun sonsuza kadar yaşayacak filmlerinden birisini seyretmek güzel olmaz mı?
  • Son zamanlarda Redd’in son albümünü (Hayat Kaçık Bir Uykudur) dinliyorum arka arkaya. Biraz içinde bulunduğun moda da bağlı olsa da, yine güzel bir albüm çıkarmış Redd. ‘Senden Sonra’ ile ‘Iskaladık Birbirimizi’ bana hitap eden özel parçalar olsa da, Şebnem Ferah düeti ‘Sevmeden Geçer Zaman’ ile ‘Beni Sevdi Benden Çok’ gelecekte de dinleyeceğimiz şarkılar olacak.
  • Geçen hafta, ünlü TV dizisi Oz’u bitirdim. 1997-2003 arası yayınlanan dizi, 6 sezonu boyunca Oswald Hapishanesi içindeki olayları anlatıyor. Çok karakterli yapısı ve 1 saatlik bölümleriyle bugün artık alıştığımız az bölümlü HBO dramların ilki. Oldukça gerçekçi yapısıyla fazlasıyla dikkat çekiyor. Kan, şiddet ve cinsel istismar izlemek sizi pek etkilemiyorsa, aklınızın kenarında tutmanız gereken bir dizi. Hayran kalabilirsiniz.
  • Yalnız kaldıysan , kalkıp pencerenden bir bak
    Güneş açmış mı , yağmur düşmüş mü
    Dön bak dünyayaHerkes gitmişse , sakince arkana dön bir bak
    Dostun kalmış mı , aşkın solmuş mu
    Dön bak dünyaya , dön bak dünyaya

    Yalnız kaldıysan , kalkıp pencerenden bir bak

Güneş açmış mı , yağmur düşmüş mü
Dön bak dünyaya

Bir sonbahar kadar yalnız , bir kış kadar savunmasız
Ya da ilkbaharsan , yolun başındaysan

Asla vazgeçme , kalkıp da pencerenden bir bak
Güneş açmış mı , yağmur düşmüş mü
Dön bak dünyaya

  • Pinhani’nin ilk albümünde daha Kavak Yelleri saçmalığı başlamadan albümün en sonundaydı bu parça. Basit ama bilge sözleriyle sizi kendine çekiyordu ama asıl parçayı önemli kılan son 3 dakikasındaki enfes Akın Eldes solosuydu. Hala dinlerken tüylerim diken diken oluyor. Daha Pinhani ünlü olmadan Şero ile bir hafta içi gecesi Joker’de dinlemiştik grubu. Eldes canlı olarak farklı bir solo atmıştı, kendi kanıtlarcasına. Müzik tarihimizin kıyıda kalmış önemli şarkılarındandır, Orhan Atasoy’un ‘Gemiler’i misali.

Hayattan Notlar

  • Son birkaç aydır kendim ve bireyin kendi yapısı hakkında çok düşünüyorum. Geçenlerde bir arkadaşımla yazışırken kullandığım tabiri buraya da geçirmek istiyorum:  Bireyin girdiği bunalım/kötü hal/vs. aslında kendinden kaynaklanır ama bir başkası sebep olmuş gibi görünür. Tıpkı bundan 20-30 yıl önce dişi kırdığı zannedilen pirinç taşı gibi. Bireyin bu ümitsizliğinin kaynağı kendi içindedir ve üçüncü kişi sadece o ümitsizliğin açığa çıkmasını sağlar. Çoğunlukla da tüm bunlara da sebep olduğu düşünülen üçüncü kişi suçlanır. Halbuki onun tek suçu o zaman diliminde bireyin hayatına girmek ve yanlışlıkla yada bilerek bireyin zayıf bölgesini bulmaktır.
  • Aynı zamanda, bireyin içinde bulunduğu zor durumdan (bunalım, vs.) çıkmasının yolu yine kendi içindedir. Başka kişilerde, yerlerde aranılan çıkış yolu, çoğunlukla plasebo etkisi yaratacaktır ve bireyin sorunlarını kendi içine atıp üzerini kapamasına sebep olacaktır. İşte, ondan sonra da başka bir üçüncü kişi umulmadık bir yerde/zamanda o sorunları yeniden ortaya çıkaracaktır.
  • Bir süre önce hayattan ümidini kesmiş biriyle konuşuyordum. (kendisine duyduğum saygıdan ötürü bu ümitsizliğin sebebini anlatmayacağım) Ona dedim ki, “Hayattan ümidini kesmemelisin, kendin için savaşmalısın!”. Kendisi de bana “Ümidim yok!” dedi. “Ümit içinde!” dedim. Şaka yollu “Bana büyüteç versene, bulamıyorum!” dedi. Ben de “Senin büyütece gereğin yok! İçine iyice bak, bulacaksın!” dedim.
  • Hayatta sorununuz ne olursa olsun, bunu müessebebi de sizsiniz, çözecek anahtarı olan da sizsiniz. Üçüncü kişiler size ya yardım eder ya da köstek olurlar ama ne tamamen soruna sebep olurlar ne de tamamen çözebilirler.
  • Geçen hafta gittiğim Büyük Ustalar (Great Masters) sergisinde de aslında bunun bir tezahürü vardı. Da Vinci, Raphael ve Michalengeo’unu hayatları ve yapıtlarını özetleyen sergi, bireyin kendi başına ne gibi sorunların üstesinden gelebileceğinin en önemli örneklerinden. Yani Da Vinci’nin kendi devrinde ne kadar çok alana el attığını görmek, yaptıklarına 21. yüzyılda bile şaşırabilmek sizi düşünmeye sevk ediyor, ister istemez.
  • Galiba her şeye rağmen, bireyin normal hayatına dönebilmesini sağlayan faktörlerden biri de hobileri, sevdiği şeyler. Mesela bugün zihnen çok yorucu bir gün yaşıyordum, gerçekten kötü bir zamandan geçtiğimi düşünüyorum. Neyse, işten çıkarken aylık sinema dergimin geldiğini gördüm. Elime aldığımda tüm kara bulutlar bir anda dağıldı. Tabii bu, tüm sorunlarınız çözmüyor. 😀 (Keşke!) Ama sizin bir zaman dilimi olsun nefes almanızı sağlıyor ve savaşmanıza yarayacak enerjiyi sağlıyor. Onun için bir hobi edinin mutlaka! Göstermelik olmasın, kendiniz için olsun.
Kategoriler:fikir, sergi

The Dark Knight Rises

Öncelikle yazıyı filmden sonra okumanız tavsiye ediyorum çünkü yanlışlıkla da olsa filmden tüyo verip zevkinizi kaçırabilirim. Ama izlemeyenlere tavsiyem şu, önce mutlaka Batman Begins‘i izleyin, daha önce izlemiş olsanız bile.

Filmi beğendiğimi söyleyerek yazıya gireyim. Gerçekten sinemada izleyebileceğiniz, hele günümüz koşullarında, nadide filmlerden. Çünkü hem altyapı olarak iyi, hem de son derece keyifli. Şimdi de yavaştan filmi analiz edelim.
Daha fazlasını oku…

Ayrılık Sonrası İzlenecek Filmler

Devir internet devri. Herkesin takip ettiği sürüyle site var. Bu siteler de kafalarına göre bir sürü liste yayınlıyor. ‘En İyi Soygun Filmleri’, ‘İstanbul’u En İyi Kullanan Filmler’, vs. Bazıları gerçekten çok bilgilendirici oluyor, mesela 2 yıl önce Total Film ‘Sinemayı Değiştiren Filmler’ listesi yayınlamıştı, çok dolu bir içerikle.

Vesselam, benim de aklıma bir liste geldi, daha önce yapan olmuş mudur, hiç araştırmadım. Son 1.5 aylık kişisel deneyimime de dayanarak, bir liste yapayım dedim. Belli bir sıralama yapmadım, mutlaka bu listede olmayıp bilmediğim/hatırlamadığım filmler de vardır. Onları da yorum niyetine siz eklersiniz artık.
Daha fazlasını oku…

Avrupa Gezi Notları – 4: Amsterdam

28 Mayıs Pazartesi sabahı yine otelden kalkıp Müge’nin yurduna gittim. Beraber yine güzel bir kahvaltı yaptık. Sonra Müge, çalışmak için üniversite labaratuarına giderken ben yavaştan havaalanına doğru yola koyuldum. Uppsala merkezine yürürüp havaalanına giden otobüse bindim. Stockholm Arlanda Havaalanı’ndan Scandanavian Airlines ile Hollanda’nın başkenti Amsterdam’a uçtum.

Schipol Havalimanı’ndan otobüse binerek Amsterdam merkeze indim. 1 ay önce rezervazyon yaptırdığım otelimi aramaya koyuldum. Kaldığım yer olan Art Gallery Hotel, Leidseplein Meydanı’na 3-4 dakikalık yürüme mesafesindeydi. Otele girişimi yaptıktan sonra odama çıktım. 3. katta dışarıya bakan küçük bir odaydı. Pencereden ünlü Rijksmuseum görünüyordu. Odada sadece lavabo vardı, tuvaleti kattakilerle ortaktı. Bu dezavantajı hariç şirin denebilecek bir odam vardı. Biraz yerleştikten sonra dışarı çıktım hemen.
Daha fazlasını oku…

Kategoriler:gezi yazısı Etiketler:,

Unutulmuş Bir Tatil Dostuna Dair

09/07/2012 1 yorum

NOT: Ben bu hikayenin çok benzerini bundan 2 yıl önce yazmıştım, şuradan zaten okuyabilirsiniz. Ama sonunu beğenmiyordum ve değiştirmek istiyordum. Kısmet bugüneymiş.

Bugüne kadar kimseye anlatmadım. Bir sürü sebep vardı ki bunlardan bazıları hala gizlilik arz ediyor. Zaten o kısımlara girmeyeceğim bu hikâyede. Geçenlerde eşimle bir kıyı kasabasını ziyaret ederken aklıma geldi. O zamana kadar ona bile anlatmamıştım nedense. Geçmişte ve sadece hoş bir anı olarak kalan bir şeydi benim için. Ama eşime anlatırken olanları, o 1 haftanın hayatımı ne kadar etkilediğini anladım ve açıkçası şaşırdım. Şimdi de kaleme alıyorum.

Bundan yaklaşık 20 yıl önceydi. Kötü zamanlarımdan biriydi. 3 yıllık bir ilişkim yeni bitmişti. Dengesizlik akıyordu her hücremden. Bir çeki düzene ihtiyacım vardı; rahatlamaya, düşünmeye ve yazı yazmaya. O yüzden işten 1 haftalık izin aldım. Hedef az çok belliydi. Kimsenin beni tanımadığı, hatta dilimi bile konuşmadığı bir yerde birkaç gün sakinleşmek. Ufak bir kararsızlıktan sonra Londra’ya bilet aldım.

Ertesi gün Londra Heathrow’da etrafıma salak salak bakınıyordum. İnanın, nereye gideceğimi hiç bilmiyordum. İleride metronun levhasını gördüm ve o tarafa yöneldim, içinde birkaç iç çamaşırı, kıyafet, kitap ve defter olan sırt çantamla. Bindiğim metro hattı tren garından geçerken indim. Sakin bir sahil kasabası fikri aklıma gelmişti. Müze, vs. gezmek yeterli olmayacaktı bitkin ruhuma.
Daha fazlasını oku…

Kategoriler:aşk, Hikaye, ilişki

Medianeras [2011 – Gustavo Taretto]

05/07/2012 1 yorum

Bu akşam, kafamda oluşmaya başlayan bir yazı için bir film izlemeye başladım ve çok severek bitirdim. Adı Medianeras. İngilizce adı (aratırsanız diye yazıyorum) Sidewalls. 2011 yapımı bir Arjantin filmi. Normalde Arjantin Sineması’nı pek takip etmem ya, geçen hafta bakınız.com’u gezerken ilgimi çekmişti.

Film, şehir hayatının içine hapsolmuş bir erkek ve bir kadının bir yılını anlatıyor. Birer apartman arayla oturan bu birbirinden habersiz iki karakter, gayet zıt ama arada birbirine temas eden hayatlara sahipler. Kadın olan, Mariana; mimar, para için vitrin tasarımı yapıyor, 4 yıllık bir ilişkisinden yeni ayrılmış, eski evine dönmenin bunalımını yaşıyor. Erkek olan, Martin; web tasarımcısı, tüm günü evde geçiyor, eski sevgilisinden kalan bir köpekle yaşıyor, gayet asosyal ve günübirlik ilişkilerle vakit harcıyor. Daha fazlasını oku…