Avrupa Gezi Notları – 4: Amsterdam
28 Mayıs Pazartesi sabahı yine otelden kalkıp Müge’nin yurduna gittim. Beraber yine güzel bir kahvaltı yaptık. Sonra Müge, çalışmak için üniversite labaratuarına giderken ben yavaştan havaalanına doğru yola koyuldum. Uppsala merkezine yürürüp havaalanına giden otobüse bindim. Stockholm Arlanda Havaalanı’ndan Scandanavian Airlines ile Hollanda’nın başkenti Amsterdam’a uçtum.
Schipol Havalimanı’ndan otobüse binerek Amsterdam merkeze indim. 1 ay önce rezervazyon yaptırdığım otelimi aramaya koyuldum. Kaldığım yer olan Art Gallery Hotel, Leidseplein Meydanı’na 3-4 dakikalık yürüme mesafesindeydi. Otele girişimi yaptıktan sonra odama çıktım. 3. katta dışarıya bakan küçük bir odaydı. Pencereden ünlü Rijksmuseum görünüyordu. Odada sadece lavabo vardı, tuvaleti kattakilerle ortaktı. Bu dezavantajı hariç şirin denebilecek bir odam vardı. Biraz yerleştikten sonra dışarı çıktım hemen.
Lobiden bir harita edindikten sonra sokağa çıktım. Etrafta biraz dolaştım. Amsterdam’a karşı ilk izlenimim gayet olumluydu. 100 metrede bir köprülerle bölünen caddeleri ve sanki tüm şehrin turistik bir merkez olduğunu düşündürten havası hoşuma gitti. Sonra bir lokantaya girip yemek yedim. İşletenlerin Orta Doğu’lu (muhtemelen Lübnan veya Umman) anlaşılıyordu. Orada domates çorbası içip, bir bonfile yedim. Çorbanın geldiği derin kase çok garibime gitti, keşke fotoğrafını çekseydim. Sonra otele döndüm. Aslında hemen yatacaktım ama (şu an eski olan) kız arkadaşımla bir saati geçen güzelce bir kavga ettik. Bozulan sinir sistemimle uyumaya çalıştım.
Sabah pek uykumu alamamaış olarak uyandım. Hemen bir şeyler atıştırıp Rijksmuseum’u gezdim. Çoğunluğu restrasyon yüzünden kapalı olan bu köklü müze, Hollanda sanatına dair çok şeye sahip. Tabii öne çıkanlar Rembrandt gibi ünlü ressamlara ait resimleri. Müzenin sonunda ‘Hollanda Türkiye İlişkilerinin Başlaması’nın 400. Yılı’ sebebiyle özel bir sergi de vardı.
Müzeden çıkınca hemen önündeki Museumplein’da biraz gezindim. Bir seyyar kafeden bir sandviç ile portakala suyu aldım. Defterime, ex-kız arkadaşıma hiç göndermediğim bir mektup kaleme aldım. Ardından hemen yandaki Van Gogh Müzesi’ne girdim. Van Gogh hakkında bayağı bilgi sahibi oldum. Bir adamın sadece 10 yılda ürettikleriyle bu kadar ünlü olması ve tarihe geçmesi, çok garibime gitti.
Çıkışta biraz orada burada dolandım. Otele uğradım biraz. Sonra dışarı çıkıp Amsterdan Şehir Müzesi’ne gittim. Son 1 saati olduğundan %50 indirimli girdim. Amsterdam’ın tarihini gördüm böylece. Tamamen ticaret üzerine kurulmuş bir şehir, aslında bugün bile aynısı geçerli. Bunu daha iyi anlayabiliyorsunuz.
Ondan sonra şehirde biraz turladım. Şehrin tam merkez meydanında sokak satıcısından bir hot dog alıp yedim. Tren garına gidip Brugge seferlerini sordum. İlginçtir, bilet aldığım gişe memuru Türk çıktı :D. Sonra ünlü Red Light District’e gittim. Duymayanlara yazayım, burası dünyanın en popüler genelev bölgesi, tam şehrin göbeğinde. Daha gündüz olduğundan tenha sayılırdı. Pencerelerde çok az kadın vardı. Ama açıkçası hiç cezbetmedi beni. Hatta tiksindiğimi bile söyleyebilirim. Öyle bir yerdi yani, yürüdüm ve geçtim.
Sonrasında sokaklarda yürümeye devam ettim. Bayağı bir yürüdüm çünkü kafam biraz bulanıktı (hiçbir şey yemedim veya içmedim, merak etmeyin 🙂 ) ve düşünmeye ihtiyacım vardı. Bir ara kaybolmuşum hatta, sonradan uyandım. En son bir Burger King’e girip bir menü tıkındım ve otele gidip uyudum.
Çok verimli olmayan bir uykunun ardından sabah kalkıp çantamı toparladım. Lobide çıkışımı yaptıktan sonra, çantamı lobide bırakıp dışarı çıktım yine. Önce güzel bir kahvaltı yaptım. Omlet yiyip, portakal suyu içtim. Ardından biraz daha turlayıp biraz alışveriş yaptım.
Otele dönüp, çantamı kapıp gara gittim ardından. Böylece Amsterdam macerası da bitti. Kişisel bazı sebeplerden ötürü de, yalnız başıma olmamdan ötürü de pek tutmadım Amsterdam’ı. Buraya grup gelip içip yeyip eğleneceksiniz. Belki başka bir sefer daha güzel gelir ama bu sefer bana sevdiremedi kendini, bu esnaf kenti.
Son Yorumlar