Arşiv

Archive for the ‘sosyal hayat’ Category

Hayattan Notlar

    • Müzikle başlayalım. Biraz geç oldu lakin Julide Özçelik’in yeni albümü Jazz Istanbul – Volume 2 çıkmış. Geç dediğim benden kaynaklanıyor çünkü yılbaşında çıkmış. Neyse, albüm bir öncekisinin çizgisinde devam ediyor. İçine girebilmek için biraz daha dinlemem gerek.
  • Orhan Gencebay’ın tribute (saygı) albümünü dinledim ve beğenmedim. Beğenmemekle kastım, albümün kolaya kaçılarak yapılması ve bir bütünlüğün olmayışıdır. Benim aklımdan geçen her şeyi zaten Radikal’de Elif Ekinci yazdığından sizi ona yönlendiriyorum: Tıklayınız
  • Arabesk dinleyen biri olmamama rağmen sırf meraktan dinledim. Çünkü Orhan Gencebay’a saygı duysam da bana hitap etmeyen bir müzik türü. Bu, arabeski küçümsediğimden değil, zevkime uymadığı içindir. Ama albümü dinlerken sözlere bilhassa dikkat ettim. Arada birtakım farklar olsa da ana duyguların benzer olduğunu gözlemledim. Buradan şu sonucu çıkardım kendi adıma: Ayrılık acısı çeken biri veya evlenen birinin hissettiği duygular benzerdir ama zevkine ve dinlediği müzik türüne göre dinleyeceği şarkılar değişecektir.
  • Müzik demişken geçen hafta uzun zamandır canlı dinlemek istediğim iki efsaneye gittim. İlki kendine has müziğini sessiz sedasız yaparak efsaneleşen Bülent Ortaçgil. Harbiye Açık Hava’daki konseri muazzamdı! Bir tarafta senfonik yaylılar, diğer tarafta ona destek veren ünlü müzisyenler: Baki Duyarlar, Gürol Ağırbaş, Erkan Oğur ve Birsen Tezer. Gerçekten efsane konserdi. Hele finalde ‘Çığlık Çığlığa’yı dinlemek beni tarumar etti.
  • İkinci olarak da Yeni Türkü’yü dinledim. Hoş, yeni model Yeni Türkü demek daha gerçekçi. Konserden sonra küçük bir araştırma yaptım, Yeni Türkü’ye bir süre de olsa üye olan kişi sayısı 20’ye yaklaşmış! Bir tek Derya Köroğlu sabit! Ki buna Murathan Mungan gibi bir ara ciddi destek veren kimi sanatçılar dahil değil! Belki bilmeyenler vardır, ‘Hadi Yine İyisin’ Tayfun Duygulu bile bir ara üyeydi!
  • Konser doğal olarak güzeldi. Sonuçta bu kadar güzel şarkıları olan bir grubu kaç kere dinleseniz de sıkılmazsınız. ‘Destina’, ‘Çember’, ‘Aşk Yeniden’, ‘Fırtına’ vb.’leri gibisi üretilemedi bu müzik piyasında. Bunları canlı dinlemek gerçekten çok özel!
  • Konser, ilk defa gece açılan Jurassic Teras’taydı. Daha önce hiç gitmediğim Bayrampaşa’daki Forum’un üst katına bir nevi dinozor müzesi açmışlar, yanındaki açık havaya da sahne kurmuşlar. Önde masalar var oturarak izleyebiliyorsun, arkada ayakta takılıyorsun. Bence saçma olmuş, zaten gece mekanı için çok saçma bir yerde. Gece boyunca Derya Köroğlu “Bu dinozor bana bakıyor!” diye eğlendi kendi kendine. Bir daha gideceğimi zannetmiyorum, sahiplerinin yolu açık olsun.
  • Mekanlardan devam edelim. Beyoğlu’nda 13 çeşit gazozu bulan bir kahve bulduk, daha doğrusu Engin buldu. Adı Avam Kahvesi, sapa bir sokakta ama Alman Hastahanesi ile Hayal Kahvesi arasında kalıyor. Hala Mantı’nın caddede olmayan şubesini bilenler için aynı sokakta olduğunu yazayım. Mekan 80’ler tarzında döşenmiş, oldukça şeker. Fiyatlar uygun, tam çocukluğumuzdaki yerler gibi. Tuvaletinde halis kolonya var!

  • Gazozlara gelirsek! Biz 5 tane deneyebildik! En iyisi Zafer gazozuydu! Gittikçe favorilerimi buraya yazarım. 😀
  • Yakın arkadaşımlardan, kadim dost Burak Avcı’yı akademisyenlik uğruna Almanya’ya yolladık. Uğurlarken de güzel bir yemek düzenledik Sultanahmet’teki Balıkçı Sebahattin’de.  Hepimizin ilk gidişiydi ama pek beğendik. Zaten New York Times’a  bile çıkmış ünlü bir mekanmış.  Hatta yeri bulmaya çalışırken birine sorduk, adam direkt “Rezervasyonunuz yoksa hiç gitmeyin bence.” dedi. Gerçekten çok kalabalıktı.
  • Oldukça temiz bir mekan. Mezeleri de balıkları da gayet lezizdi. Müziksiz olması beni ayrıca cezbetti. Rakı içip sohbet etmenin keyfine varıyorsunuz. Hesap derseniz, içki dahil 70 TL civarı.
  • Sultanahmet’ten dönerken şok geçirdim. Gecenin köründe inanılmaz bir trafik ve insan yoğunluğu vardı. Sanki tüm İstanbul dışarıya çıkmıştı. Taksim’deki Kadıköy minibüsü kuyruğu inanılmazdı. Çabucak erittiler nasılsa! Eve gitmem 1.5 saati geçti.

Arkadaşlık Üzerine


Bu sefer arkadaşlık üzerine yazmak istiyorum. Çünkü çok mühim bir mesele. Sosyal bir varlık olan insanın ilk yaşlarından itibaren edindiği ve zaman geçtikçe sayısında değişiklik arz eden bir ilişki.

Çeşitli kalıplara ayırabileceğiniz gibi (çocukluk, okul, iş, vb.) çeşitli kelimelerle sınıflandırabileceğiniz (kanka, dost, panpiş, vb.) bir kavram. Son 1 yıldır üzerine çok düşündüğümü belirtmeliyim: Arkadaş nedir? Kime denir? Kimle arkadaş olunmalı? Neden?
Kendime göre, gayet kişisel birtakım sonuçlara vardım, bazı konularda ise kesin bir karara varamadım. Ama bunları bir şekilde özetlemek istedim:

Daha fazlasını oku…

Hayalleri Gerçekleştiren Sivil Toplum Örgütü: YGA

Öyle bir sivil toplum örgütü düşünün ki dünyada en çok hata yapan kurum olmakla övünsün. Öyle bir sivil toplum örgütü düşünün ki yöneticileri hala (doktora/master) öğrencilik yapan gençlerden oluşsun. Öyle bir sivil toplum örgütü düşünün ki geleceğin liderlerini yetiştirirken onlara sosyal sorumluluk da aşılasın, hatta eğitimlerini sosyal sorumluluk üzerine kursun.

Hayal gibi geliyor ama Türkiye’de böyle bir sivil toplum örgütü var! Adı Young Guru Academy (YGA). Adı İngilizce lakin özde tamamen Türk, adlarını tüm dünyada isim yapmış bir örgüt olmayı hayal ettikleri için İngilizce seçmişler. Esas görevleri de hayal etmek. Ama onunla da kalmayıp bu hayali gerçekleştirmek.

Ben bu kurumu 1 ay önce bir arkadaşım sayesinde duydum. 21 Kasım’da konferansları varmış, bir araştır dedi arkadaşım. İlk önce yaşam koçluğu üzerine bir konferans zannettim. İnternette sitelerine (http://www.yga.org.tr/) girdim, ilginç geldi ve başvurdum. Çünkü her isteyen konferansa katılamıyor, seçme var yoğun ilgiden ötürü. 10 gün önce cevap geldi, katılacağıma dair. Bağış olarak da 10 TL aldılar ki Lütfü Kırdar’da yapılan böyle bir organizasyon için komik bir ücret ki o da tamamen kütüphane kurmak için harcanıyor.

Dün sabah 9’da Lütfü Kırdar’ın önündeydim. Kapıda kuyruk vardı, içerisi de inanılmaz kalabalıktı. Girerken elime bir kitap tutuşturdular: Sinan Yaman’ın İç’ten Lider kitabı. Kim olduğunu bile bilmiyordum ama o gün tam 2 saat hipnotize şekilde onu dinleyecektim. Bilenler bilir kalabalığı sevmem. Paltomu vestiyere bıraktım ve hemen salona girdim. Bir koltuğa kıvrıldım ve etrafı gözlemeye başladım. Orta okuldayken UFO Kongresi’ne gelmiştim buraya. Hala kocaman geldi bana. Balkonlarıyla 2500 kişi alır herhalde. Her yerde YGA logoları, sponsor yazıları, sahnede iki dev ekran ve bir kürsü. Kırmızı yelekli YGA çalışanları her yere koşturuyor. Sorun varsa hemen hallediyorlar. 5 dakika sonra sıkıldım ve elimdeki kitabı okumaya başladım. Kapaktaki ilk cümle bile başlı başına bir iddia: “Bu kitap okumanız için yazılmamıştır.” Nasıl ya?!? Kapağı çeviriyorsunuz: “Kendinizi farklı hissetmiyorsanız… Kendinize kurduğunuz bir iç dünyanız yoksa, lütfen bu kitaba başlamayın… Bu kitap, okumanız için yazılmamıştır. Bu kitap yazmanız için yazılmıştır. İlhamlandırır ümidiyle de, sol sayfalara sözcükler bırakılmıştır…” Kitaba şöyle bir göz attığınızda sağ sayfaların boş olduğunu görüyorsunuz. Solda da 4-5 cümle var. Ama öyle cümleler ki feleğiniz şaşıyor. Tek örnekle yetineceğim: “Dost dostun katalizörüdür… Ne cennete sokabilir ne de cehenneme; ama her ikisine de, daha çabuk varmamızı sağlar.”

10’a gelirken tüm ışıklar söndü, her iki kapıya da birer spot ışığı düştü. Bir kapıdan Merih Ermakastar trompetiyle, diğer kapıdan Gökhan (soyadını unuttum) saksafonuyla çıktı. Güzel bir dinletiden sonra sunucumuz çıktı. Önce sahneye YGA eş başkanları Gökhan Meriçliler ve Enis Güray çıktı. Bir güzel YGA’yı ve yaptıklarını anlattılar. Ardından sırayla Unilever CEO’su ile TÜRSAB Başkanı çıktı. Hayallerinden, yaptıklarından ve yapacaklarından bahsettiler.

Sonra uzun bir öğle molası verildi. Herkese bir sandviç ve içecekten oluşan menü verildi. Hava da süperdi, ben dışarı çıktım, sisin ardından hayal meyal görünen Boğaz’a bakarak yedim yemeğimi. Bir ara içeri girdim, birileriyle konuşayım dedim, ama o kalabalık içinde çekindim. Hürriyet bedava gazete dağıtıyordu, bir tane alıp tenha bir yerde okudum.

Öğle arasından sonra yine saksafon-trompet ikilisi çıktı, ama bu sefer 20 dakikalık bir şov yaptılar. 2000 küsur kişinin halini görecektiniz, harika bir gösteriydi. Arkasından Özyeğin Üniversitesi Rektörü çıktı sahneye. Enfes bir sunum da o yaptı. Türkiye’nin gerçekleri masaya yattı. Bu ciddi konuları dinlerken bol bol da kahkaha atıldı. Ardından çıkan Microsoft Genel Müdür Yardımcısı tempoyu biraz düşürse de bir liderde olması gereken özelliklere iyi değindi. Yine bir ara verildi bitince.

Aranın sonunda YGA’nın kurucusu çıktı sahneye, Sinan Yaman. Usul usul, acele etmeden bize YGA anılarını anlattı, ufak (2000 kişilik!) oyunlar oynattı. Gerçekten farklı bir konuşmaydı, baştan sıradan geliyor ama gittikçe sizi içine alıyor. Önceden dediğim üzere hipnotize edici bir konuşmaydı.

Kurum içi ödüllerin verilmesiyle de konferans sona erdi. Çıkarken yine bir mahşer kalabalığı vardı. Kapıdan zor adım attım. Ama sonra yürürken o gün dinlediğim idealler aklıma geldi bir bir. Ben de bir Hayal Ortağı (YGA üyelerine verilen ad) olmak istediğime karar verdim. İlk adımı atıp sitedeki başvuru formunu doldurdum. İnşallah beni de seçerler. Ben de edindiğim tüm teknik, kültürel donanımı paylaşmak istiyorum tüm insanlıkla. Ben de çift kanatlı olmak istiyorum.*

*: YGA’nın ideallerini ve benim bu konudaki düşüncelerimi başka bir yazıda sizlerle paylaşacağım.

Kategoriler:günlük, popüler, sosyal hayat Etiketler:

Uçurtmanın Düşündürdükleri

Geçenlerde The Kite Runner’ı izledim. Filmin ana objesi basit bir oyuncaktı: Uçurtma. Filmden sonra en son ne zaman bir uçurtma gördüğümü düşündüm. Çok acı ama çok gerilere gitmem gerekti. Sahi, ne olmuştu da uçurtma çocukların hayatından çıkmıştı? Ben çocukken her çocuğun gurur duyduğu uçurtması nasıl olmuştu da hatırlanmaz olmuştu.

Çok iyi hatırlıyorum, ben küçücük bir çocukken babam ablamla beni Uçurtma Festivali’ne götürmüştü, Çeşit çeşit kocaman uçurtmalar semaları şenlendirirdi. Onları izlemek büyük zevkti. Pike yapıp yeniden havalanması heyecan verirdi. Ayrıca uçurtma yapmak da büyük olaydı. Benim ilk çocukluğum 80’lerde geçtiğinden her oyuncak her çeşitte bulunmazdı o zamanlar. Her çocuk kendi uçurtmasını kendi yapardı. Önce iki güzel dal bulunup ihtimamla şekil verilirdi, sonra anneden bir kumaş ya da bez parçası bulunur, özenle dalların üzerine geçirirdi. Bir de fiyakalı bir kuyruk yapıldı mı değmeyin keyiflerine. Ama daha bitmezdi sorunlar. Hava rüzgarlı olmalıydı, mümkünse açık alan olmalıydı ve uçurtmayı havalandırmasını bilmeliydin. Yani uçurtma yapıp uçurmak her baba yiğidin harcı değildi. Ama sonradan gazeteler plastik uçurtma vermeye başladılar. Hatta benim bir tane Red Kit’li uçurtmam vardı. Kesin 2-3 hafta içinde çöpü boylamıştır o uçurtma, annem yayıntıdan nefret ederdi.

Bir de şimdiki çocuklara bakıyorum, hepsi cin gibi, anne-babalar eğitimli dolayısıyla çocuklar harika yetişiyor. Ama hepsinin tek derdi bilgisayar. En ufak yaratıcılık yok. Tek yaptıkları parmak kasları ve reflekslerini geliştirmek. Acaba yüzde kaçı bisiklete biniyordur? Kaçı çamurlu sahada top oynamıştır? Birkaç ay evvel annem anlatmıştı, gün dolayısıyla eve 4 yaşlarında bir çocuk gelmiş, hemen bilgisayarın yerini sormuş, olmadığını duyunca “Ben nasıl oynayacağım?” demiş. Çocuklarda yaratıcılık kalmamış vesselam. Her şey o kadar önlerinde ki yoktan oyun yaratmayı bilmiyorlar. Dolayısıyla hayal güçleri yok. Oysa ki bir çocuğun sahip olduğu en önemli şeydir hayal gücü.

Bir de madalyonun öbür yüzü var, onların anne-babaları. Bu vahşi kapitalist dünyada para kazanmaya çalışan insancıklar. Hayatları o kadar hazır tüketim ürünleriyle dolu ki çocuklarına bunu empoze ediyorlar. Çünkü sistem artık öyle işliyor. Amaç bir örnek insan yetiştirmek. Aynı plazaya giren insanlar misali aynı oyun mantığını çözmeye çalışan çocuklar! Ne garip değil mi? Sistemi yıkmaya çalıştıkça sistemin bir parçası oluyoruz. Hepsi ne için? Daha iyi bir hayat? Mutluluk, para, sağlık?

Siz ne istiyorsunuz? Çocuğunuz için ne istiyorsunuz? Uçurtma uçururken yere kapaklanıp düşmesini mi, alelade bir bilgisayar oyununda birinci olmasını mı? Hangisi daha steril ama hangisi daha yararlı?

Kategoriler:anı, hayat, sosyal hayat, yorum

Tipik İTÜ Kızı Prototipi

15/05/2007 2 yorum

Şimdi İTÜ’de okuyan kızlar kıyameti koparır ama ben bu prototipi 4 yıldır gözlüyorum. Bu yaptığım örnekleme, bir genelleme. Benim de yakın kız arkadaşlarım vardır ki bu sınıflandırmaya ucundan kıyısından girmez. Yani tüm İTÜ’lü kızlar üzerine alınmasın ama isteyen de alınabilir. Ne demişler, yarası olan gocunur.

İTÜ herkesin malumu bir mühendislik okulu, dolayısıyla kız oranı bayağı az. Bu durum sadece Türkiye’de değil, tüm dünyada böyledir. Hemen alınmasınlar, kızlar yapamadıklarından değil, istemediklerinden seçmemekte mühendislik fakültelerini. Tabii seçenler de var, zaten var ki İTÜ’de kız var. Bu oran bölümden bölüme değişiyor tabii. Tekstil, çevre gibi şanslı (mı acaba?!!) bölümlerimiz olduğu üzere makine gibi 3 erkeğe 1 erkek düşen bölümler de var. Şaka, şaka, makinede kız oranı %6 civarındadır. Ama onlar da erkek sayıldıklarından ilk hipotezi geçerli sayabiliriz. Şaka bir yana benim teknik resim sınıfımda 43 erkeğe tek kız vardı. Yusuf Hoca’m açıklama yaparken Nergis’i erkek sayarak “Beyler” diye hitap ederdi, sonra da Nergis’e takılırdı “Bu kadar erkek arasında sen de erkek oluver.” diye.

Efendim, neden böyle bir sınıflandırma yapıyoruz? Çünkü son 1 yıldır bu tipe giren o kadar kıza rastladım ki yazmamak elde değil. Harbiden en sağlam kız, bir an oluveriyor, çat sınıflandırmaya giriveriyor. Ben de şaşırıyorum, Tanrı bu kadar aynı karakterli kızı nasıl bir araya toplayabilmiş diye. Tabii işin latifesi bu olsa da genel olarak sadece İTÜ’lü değil tüm kızların hemen hemen aynı özelliklere sahip olduğunu görürsünüz. Yani İTÜ dışından kızlar da alınabilir, izin veriyorum.

Peki bu kızlar neden böyle? Hepsi ana karnından bir mi çıkıyor? Alakası yok! 80’lerde kapitalizme girebilen Türkiye’nin sonuçları bunlar. Her genç kolay yönden köşe olma peşinde. Dürüstlük ve hakkaniyetin enayilik olduğu bir dönemin çocuklarıyız biz. Herkes önüne gelene atlıyor, önüne geleni kazıklıyor. Bu durumda da kızlarımız zengin koca bulup hayatlarını kurtarma derdinde. Darwin’e göre dişiler güçlü erkek ararmış ki çocuğunu koruma şansı yüksek olsun. Günümüzde de güç demek para demek olduğundan, olayı biyolojik sebebe bile bağlayabilirsiniz.

Altyapımızı oluşturduğumuza göre esas amacımıza dönebiliriz. Bir kere bir İTÜ kızı için, erkekler acınası, köle varlıklardır. Mesela bir erkeğe selam verilmez, eğer erkek selam verirse lütfedip selam verilebilir. Tamamen kızın inisiyatifine kalmıştır. Konuşulacak mutlaka paralı olmalıdır, yakışıklı olmalıdır, sosyal olmalıdır, komik olmalıdır, rahat olmalıdır, kültürlü olmalıdır, nerde ne var her şeyi bilmelidir, falan filan. Bu özelliklerin birine sahip olmayan erkek ya çöptür ya da bırakılmaya (harcanmaya) mahkûmdur. Yani değerli İTÜ erkekleri bu sıfatlardan birini sağlamıyorsanız ve bir İTÜ’lü ile çıkıyorsanız arkanızı kollayın bence. Ve geldik en önemli kıstasa arabanız olmalı. O kıza hizmet edebilmek için mutlaka arabalı olmalısınız. Bu sıfatları ne kadar sağlıyorsanız ilişkideki aktifliğiniz o kadar fazladır. Mesela o kadar paranız yok, olsun kampus içinde kızın elini tutamazsınız olur gider. (Bizzat gördüğüm bir olaydır. Neden olduğunu siz düşünüverin.)

Bu durum böyle mi sürüp gidecek, diye sorabilirsiniz. Ne yazık ki biraz daha katlanacağız. Ne zaman ki paranın her şey demek olmadığını, bazı şeylerin zamanla çalışarak, alın teriyle elde edilebileceğini anlayacaklar o zaman bu durumda azalacaktır. Ama bizim neslimiz 5 yıldızlı otelde düğün, Maldivler’de balayı, altına hemen ev ve araba çekmek istediği için bu olanlar oluyor. Varsın, olsun. Allah’tan öyle olmayan kızlar da mevcut da hala umudumuz yeşil kalabiliyor.

Yoksa çok mu ağır oldu? Hiç zannetmiyorum. Ayrıntılı bilgi isteyenler Kadın Hakları Hakkında Birkaç Düşünce adlı blogumu okuyabilirler.