Sinema Sinema
The Intouchables [Olivier Nakache & Eric Toledano – 2011]
Gerçek hayattan uyarlanan bir engelli filmi daha. Bu sefer Fransa’dan geliyor. Geçen yıl Fransa’nın en fazla izlenen yapımı olmuş film, sımsıcak bir dostluk hikayesi. Yamaç paraşüdü yaparken boyundan aşağısı felç kalan varlıklı Pierre, yanına hizmetli/asistan ararken hapisten yeni çıkmış, Afrikalı ve sonuna kadar dobra Driss’e denk geliyor. Bu iş ilişkisi, sıra dışı bir arkadaşlığa dönüşürken iki tarafın da hayatını değiştiriyor.
Filmin farkı ve esas önemi, ajitasyona hiç başvurmaması ve üstüne Driss’in Pierre’e bir insan olarak yaklaşmasını tüm samimiyetiyle verebilmesi. Driss’in kaba ama dobra yapısı, Pierre’in ince ve klas yapısıyla hem çelişiyor hem de birbirini tamamlıyor. Pierre, kendisine asla acımayan, üstüne onu zorlayan ve hatta aksiyona teşvik eden Driss ile yeni bir döneme giriyor hayatında. İkiliyi oynayan François Cluzet ve Omar Sy’ın güçlü performansları da filmin etkisini arttırıyor. Son olarak Hollywood’un filmi Amerika’ya uyarlamak üzere olduğunu ekleyelim. İyi ve etkili bir dram.
Paris-Manhattan [Sophie Lellouche – 2012]
Bir Fransız filmi daha! Bu seferki şirin bir romantik film. Malum aşkın ülkesi olmakla övünen Fransızlar, bu türde çok örnek verir. Filmi diğerlerinden ayıran yegane faktör ise Woody Allen! İlk yönetmenlik denemesinde Lellouch, ustası Allen’a başlı başına saygı duruşunda bulunmuş. Nerdeyse tüm film Allen kokuyor ama bunu bir Allen filmiyle kıyaslamak haksızlık olur. Çünkü Lellouch, tipik vasat sınırlarında gezinen şirin bir Fransız romantizmi anlatıyor. Kendini izlettiren, güldüren, hoş vakit geçirtten bir sinema filmi. Pamuk halva kıvamında. Daha fazlasını beklemeyince, zaten salondan hoşnut ayrıyorsunuz. Allen’ın öbür ay ülkemize uğrayacak son filmi With Love From Rome‘dan önce hoş bir Allen egzergizi de yanınıza kar kalıyor. Ayrıca filmin finalinde hoş bir sürpriz olduğunu belirtelim!
The Cabin in the Woods [Drew Goddard – 2012]
Hani bir karavana doluşup ücra bir kulübeye eğlenmeye giden gençleri anlatan, sonunda sadece bakirenin sağ kaldığı teen-slasher korku filmleri vardır ya. İşte The Cabin in the Woods o türü realize etmeye çalışıyor. Oldukça sağlam bir fikirle üstelik. Şimdiden 2012’nin en zeki korku filmi olarak lanse edilen ve herkesin övdüğü film, dışarıdan bakınca gerçekten harika bir performans veriyor. Ama üstüne biraz düşününce eksikleri kolayca çıkıyor. Türü realize ederken, türün sırf eğlence üzerine yaratıldığı gerçeğiyle çelişiyor. Film oldukça eğlenceli fakat bunu yaparken türün trüklerini de sağlam bir nedene bağlama çabası filmi baltalıyor.
Ortada izlenmesi çok keyifli, komediye meyleden bir korku filmi var ama sanıldığı gibi türü yenilemiyor. Sadece oldukça sağlam bir soluk getirmiş oluyor.
Cosmopolis [David Cronenberg – 2012]
Cronenberg ne çekse izleniyor fakat her şeyin bir sonu var. Bu kapitalizm eleştirisinde, işleri fazla abartıyor Cronenberg. Tamamen kapitalizmin kendisi olan gencecik Eric Parker’ın New York sokaklarında turladığı bir gününü anlatan film, sonlara doğru mantık sınırlarını oldukça zorlayarak sizi filmden kopartıyor. Açıkçası oldukça saçmalıyor son 20 dakikada. Hadi Cronenberg hayranları alışkın da Robert Pattinson’u izlemeye gelen Twilight fanı genç kızlara acıdım, işkence çekiyorlar. (Gittiğim sinemada sadece 2 erkek vardı, ben ve arkadaşım!)
The Five-Year Engagement [Nicholas Stoller – 2012]
Jason Segel’in (bkz. How I Met Your Mother‘ın Marshall’ı) yazıp başrolünü oynadığı bu romantik soslu komedi, oldukça eğlenceli. Evlenme teklifi ile başlayan film, adı üzerinde 5 yıllık bir evlenme çabasını anlatıyor. Segel ve Stoller’ın oldukça zeki ve komik senaryosu sizi bir an olsun bırakmayıp, çok güzel bir 2 saat geçirttirtiyor. Arada hafif tempo düşse de Segel ve nişanlısını oynayan Emily Blunt’ın şirinliği ve doğallığı durumu kompanse ediyor. Sevgilinizle izlenecek harika bir akşam filmi. (Türkiye’ye daha gelmedi, gelir mi bilmiyorum.)
Bernie [Richard Linklater – 2012]
Linklater ne çekse izlerim. O kadar güvenim tamdır. Bu absürd komedi ile de şaşırtmıyor. Gerçek bir hikayeye dayanan hikayeyi, belgeselimsi bir tatta çekmek oldukça parlak bir fikir. Konu şöyle: Küçük bir Amerikan kasabasının en sevilen bireyi olan Bernie, yardım ettiği dul bir bayanı öldürünce linç edilceğine beraat etmesi için kamuoyu desteği alıyor! Filmde olayı anlatan kasaba sakinleri, gerçek Bernie’yi destekleyen kasaba sakinleri gerçekten! Kendilerini oynamaları filmi doğallığını arttırıyor. Üstüne Jack Black’ın harika performansı da eklenince film tadından yenmiyor.
Sinema yazılarınızı okuduktan ve onca tanıdık seyle karsılastıktan sonra cok merak ettim, ‘snowcake’i izlediniz mi acaba?
Snow Cake’i duymuştum ama zamanında çok üzerinde durmamıştım. Ama şimdi engellileri merkeze alan filmler üzerinde bir araştırma yapmayı düşünüyorum çünkü çoğu film yanlış açıdan irdeliyor konuyu. Bu arada sitede pek belirtmesem de ben de bir engelliyim ve artık bu konu üzerine de yoğunlaşan yazılar yazmayı düşünüyorum.
O zaman merakimin zamanlamasi iyiymis diyebilirim ya da hos bi tesaduf olmus 🙂 cunku -baska sebeplerle bu filmi izleyip izlemediginizi sormus olsam da- ben de son projem sayesinde bu tur filmler uzerinde epey calistim ve boylelikle hakkinda konusabilecegim birine rastlamis oldum 🙂
( tabii sizin de konusmak isteyeceginizi dusunen iyimser bir sani bu yalnizca 🙂 )
artun bey merhaba. hiç tanışmadığımızı biliyorum ama blogunuzu keyifle takip ediyorum. size danışmak istediğim bir durum var. bana bir mail adresi verebilir misiniz