Sinema Sinema

Araf [Yeşim Ustaoğlu – 2012]

Ülkemizin en sanatsal yönetmenlerinden Yeşim Ustaoğlu’nun yeni filmi Araf, adına uygun şekilde bir arafta geçiyor. Sanayileşmiş kentle kırsalın arasında kalmış bir kasaba olan Karabük’te iki gencin hayatına odaklanıyor. Bir yol kenarı dinlenme tesisinde çalışan Zehra ile Olgun’un, çocuklukla yetişkinlik arasındaki araf dönemlerini anlatıyor. Yani filmin ismi, aslında filmin her bir köşesinde kendine yer buluyor. Karabük de bir araf, evlenmek isteyen Zehra için filmdeki zaman da araf, ne yapacağına karar verememiş Olgun için dinlenme tesisi de bir araf, hatta yol üzerinde hoşlandığı bir kızla vakit geçiren Mahur için de bu kız bir araf.

Ustaoğlu, doğru tercih ve vurgulamalarla iyi hazırlanmış bir senaryoyu peliküle döküyor. Lakin filmde sizi iten bir duygu var, bir şey tam oturmamış, çözemedim nedense. Bu şey, filme girmenizi engelliyor, keyif almanızın önüne geçiyor! Yine de bu başarılı filme ve Neslihan Atagül’ün muazzam performansına kayıtsız kalmak güç.

The Bourne Legacy [Tony Gilroy – 2012]

Bourne üçlemesinin aksiyon sinemasına getirdiği yenilikler, herkes tarafından biliniyor. Zira herhangi bir aksiyon-severin karşı koyamayacağı, birkaç kez izlemekten gocunmayacağı bir üçlemeye dönüşüyordu. Dördüncü film ise her ne kadar adını koruyabilse de başrol oyuncusunu ve dolayısıyla baş karakterini ve yönetmenini kaybederek baştan şüphe uyandırıyordu. Senarist Tony Gilroy’un işini devam ettirerek yönetmenliğe de oturması, cazip olsa da şüpheleri dindirmedi. Nitekim önümüzde, Bourne’dan daha iyi, çevik ve zeki olduğunu iddia eden bir baş karakteri izlediğimiz ve ilk filmin şablonunu bire bir uygulayan bir film var. Bourne’a alışkın seyirci için seyir zevki aynı tempoda gitse de bırakın öncüllerini aşmayı (ki her Bourne filmi bunu yapar) içerik, alt metin ve yetenek olarak onlardan zayıf bir film izliyoruz. Dediğim gibi, Bourna’a alışmış bir seyirci benzer bir tadı alacaktır, o kadar.

Beasts of the Southern Wild [Benh Zeitlin – 2012]

Bu ufacık küçücük, içi dolu fıçıcık 😀 film, Ocak ayından beri sinema dünyasını çalkalıyor. Sundance’ta çok sevildi ve ödüller aldı. Ardından Cannes’da Altın Kamera (En İyi İlk Film’ e verilen ödül) dahil bir sürü küçük ödülü topladı. Kısacası arkadaş, yılın en sevilen Amerikan bağımsızı. Muhtemelen Altın Küre ve Oscar’da da adı zikredilecektir!

Hal böyleyken, ben oldukça yüksek umutlarla filme gittim. Ama sonuç yine bir hayal kırıklığı. Bir bataklıkta hayata tutunmaya çalışan ufacık bir kız (filmin yarısına kadar oğlan zannettim!) ile hasta babasının acıklı hikayesini izliyoruz. Daha doğrusu sıradan bir filmde, normal bir Hollywood filminde gözyaşlarınızı akıtacak bu hikaye, Zeitlin’in (Sezar’ın hakkı Sezar’a) derli toplu ve objektif senaryosu ve rejisiyle duygu sömürüsüne hiç girmeyen başarılı bir drama dönüşüyor. Amerikan bağımsızlarının esas başarısı doğal ve dikkate alınası performanslar burada da mevcut. Gerçekte bir fırıncı olan Dwight Henry ile küçük kızda Quvenzhané Wallis harika oynuyorlar. Ama filmin sonunda “Vay be! Adamlar yapmış!” dedirtmiyor ki ben bu kadar gürültü kopartan filmden bunu beklerdim.

Moonrise Kingdom [Wes Anderson – 2012]

Bir arkadaşım şöyle der: “Wes Anderson’ın yönetmen olduğu bir dünyada yaşamak muhteşem bir şey.” Gerçekten benzer dokulara sahip olan ama her seferinde bambaşka şeyler de anlatan filmler yapan bir kişi Anderson. Tüm filmografisini izlemiş biri olarak, her filminin apayrı bir keyif verdiğini söyleyebilirim. Son filmi de yine enfes bir tada sahip. Bu sefer ilk aşkı anlatıyor Anderson! Yetim bir oğlan ile, iletişim sorunları yaşayan bir ailenin (tanıdık mı geliyor :D) en büyük çocuğu olan ergenliğe yeni girmiş bir kızın, her şeyi bırakıp kaçmalarını anlatıyor. Anderson’un ikili için yarattığı dünya gerçekten muazzam. Hele ikilinin koyda geçirdikleri zamanlar filmin de doruk noktası. Bir aşk, ancak bu kadar gerçekçi ve doğal anlatılır. Üstelik yine birbirinden çatlak yan karakterler, garip ama özgün diyaloglar ve birbirinden ünlü oyuncuların sıra dışı performansları yine mevcut, her Anderson filminde olduğu gibi. 2012’nin en iyi filmlerinden!

Magic Mike [Steven Soderbergh – 2012]

Farklı tarzda filmlerin özgün yönetmeni Soderbergh’ten bir erkek stripriz kulübü komedi-draması. Doğrusu The Full Monty‘den beri böyle düzgün bir stripriz filmi izlememiştik. 😀 Şaka bir yana, kendini izlettiren, derli toplu bir film izliyoruz. Çapını bilen ve amacına erişen bir film çekmiş yine Soderbergh. Hal böyle olunca alkışlıyoruz. İki cinsi de ekrana çekecek bolca sahne olduğunu da ayrıca not düşelim! 🙂

Being Flynn [Paul Weitz – 2012]

Bir zamanlar American Pie‘ı çekerek sektöre giren Paul Weitz, kardeşinin izinden gitmeye karar vermiş anlaşılan. Chris Weitz geçen yıl, A Better Life ile keskin ama sıradan bir dram çekmişti ve başroldeki Demian Bichir 2011’in en iyi performansını vermişti, Oscar’a da aday olmuştu. Bu sefer Paul, benzer bir keskin ama sıradan bir dram çekiyor. Hayatının bocalama evresinde olan yazar/her-işi-yapan-adam olan Nick Flynn’in daha önce çok az gördüğü, kendisini dünyanın en iyi yazarı sanan ama bir şey olamamış babasıyla karşılaşmasını ve sonra ikilinin başına gelenleri izliyoruz. Dediğim gibi sıradan olsa da keskin bir dram. Ama filmden bahsetmemizi esas sağlayan unsur, iki baş rol oyuncusu: Robert De Niro, onca yıl sonra resmen döktürüyor ve bu yıl Oscar şansı bile olabilir! Hele taksi sürdüğü sahnelerde bir Taxi Driver tadı alıyor insan. Oğul rolünde Paul Dano ise her zamanki kalibresinde sağlam bir performans veriyor. Bu tarzı sevenler kaçırmasın bence.

Prometheus [Ridley Scott – 2012]

Bilim-kurgu klasiği Alien‘ın öncülü olarak çekilen Prometheus, ne yazık ki her anlamda selefinin bir kopyası olmaktan kurtulamıyor. Olay örgüsünden tutun, karakter gelişimine, kurguya, kostümlere, hatta oyuncu seçimine dek her adımda Alien‘ın gölgesi hissediliyor. Böylece çıkış noktası her ne kadar bağımsız olsa da (insanların yaratıcısını bulmak) fena halde sınıfta kalıyor. Hatta oldukça düzgün bir bilim-kurgu olmasına rağmen, akıllara o kadar çok Alien geliyor ki bir süre sonra keyfi de kaçıyor. Scott, elindeki önemli bir avantajı fütursuzca geri  tepiyor.

Game Change [Jay Roach – 2012]

Geçen haftanın TV filmi kategorisindeki Emmy galibi olan film, 2008 Amerikan Başkanı seçiminde Cumhuriyetçilerin Başkan Yardımcısı adayı olan Sarah Palin’i odağına alıyor. Kampanya yürütücüsünün onu seçmesinden seçimlerinin sonuna kadarki süreçte hem Palin’i hem de onun kampanyaya etkilerini izliyoruz. Açıkçası samimi bir film olarak görülse de, bence hiç alakası olmayan, resmen Cumhuriyetçilerin “Sarah Palin’i Başkan Yardımcısı Adayı seçtiğimiz için özür dileriz!” kampanyasından başka bir şey değil. Ama Allah’ı var, dört dörtlük bir kampanya yürütmüşler. Julianne Moore, Woody Harrelson, Ed Harris ve Sarah Poulson mükemmel performanslar veriyor ve bir TV filmi olarak üst düzey bir yapım! 2012 seçimleri öncesi başarılı bir kampanya adımı olmuş, Cumhuriyetçiler adına!

Can [Raşit Çelikezer – 2011]

Yazıyı bir Türk filmiyle açtık, öyle de kapatalım. Sundance’da ödül alarak ülkemizi gururlandıran Can, iyi niyetli bir melodram. Ama insan, bilhassa ikinci yarıdaki kocaman senaryo hatalarını görünce üzülüyor. Çok daha iyi yerleri hakkeden film, Çelikezer’in (bence) aceleciliği uğruna yarım kalmış. Oysa değindiği konular, bunlara yaklaşımı, tempo seçimi, kurgu seçimleri, oyuncu seçimi gerçekten çok iyi. Elinde ciddi avantajları var. Ama en önemlisi günümüzün en iyi Türk aktrisine sahip olması: Selen Uçer performansıyla filmi bambaşka yerlere taşıyor. Sadece onu izlemek bile keyif veriyor.

  1. Henüz yorum yapılmamış.
  1. No trackbacks yet.

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s

%d blogcu bunu beğendi: