Sinema Sinema (Oscarlıklar, vs vs – 2)
Liberal Arts [Josh Radnor 2012]
How I Met Your Mother dizisinin Ted’i olarak tanıdığımız Josh Radnor, seyredilir olsa da vasatlık sınırında olan ilk filminden (Happythankyoumoreplease) sonra daha kontrollü davrandığı ikinci senarist/başrol oyuncusu/yönetmen denemesiyle karşımızda. 35’inde pek baltaya sap olamamış bir New Yorklu’nun, taşradaki eski üniversitesinde 19 yaşında bir kıza aşık oluşunu anlatan film, ilk bakışta pek bir şey vaat etmiyor. Lakin Radnor bu hafif konudan, gayet başarılı bir ‘büyüme/hayata entelektüel bakış’ filmi çıkartmayı başarıyor. Son derece keyifli bir film izlerken, hayattaki yerimiz hakkında biraz da düşündürttüyor. Başarılı!
Killing Them Softly [Andrew Dominik 2012]
Gayet unutulup gidilecek bir filmken, Kültür Bakanımızın yasaklattığı film olarak popülerleşen bir suç filmi. ‘Amerika’nın suçla yönetildiği’ teorisini ana cümlesi yapan ve bunu anlatmak için tim suç filmi numaralarını kullanıp boş bir çorba elde eden oldukça garip bir film. Kötüleyemeyeceğim ama fiyasko olduğu açık. Daha fazlasını oku…
Sinema Sinema (Oscarlıklar, vs vs)
The Master [Paul Thomas Anderson 2012]
Paul Thomas Anderson, açık ara günümüzün sayılı iyi yönetmenlerinden. Kolay filmler çekmiyor ama her biri birer küçük başyapıt kıvamında izlenilesi filmler yönetiyor. The Master da insanlığın hayvandan gelebildiği noktayı, ne kadar medenileşsek de içimizdeki hayvanlığı ve bunun ruhani yollarla bile aşılamayacağı gerçeğini oldukça sinematografik olarak ve yavaş anlatan bir film. Anderson’un muazzam rejisine, enfes bir görüntü yönetimi ile Joaquin Phoenix, Philip Seymour Hoffman ve Amy Adams üçlüsünün akıllardan çıkmayacak performansları eşlik ediyor. 2012’nin en iyi filmlerinden biri olan The Master‘ın asıl değeri ilerleyen yıllarda anlaşılacak.
Monsieur Lazhar [Philippe Falardeau 2011]
Kanada’dan 2012 yılında Oscar adaylığı kazanan bu ilginç dram, karısını ülkesinde bir politik linçe kurban vermiş Lazhar’ın, sığındığı Kanada’da kaçak öğretmenlik yapmasını anlatıyor. Hocaları sınıfta intihar edince kendilerini Lazhar’ın ellerinde bulan çocukların hayata tutunma çabasını ve buna Lazhar’ın verdiği etkileri izliyoruz. Oldukça tarafsız senaryosu ve rejisi ile vasatlıktan çıkıp izlemesi keyifli ve sıcacık bir öğretmen-öğrenci dramına dönüşüyor. Yapabileceğinin en iyisini sunan başarılı bir yapım. Daha fazlasını oku…
2012 Değerlendirmesi
2012, benim için büyüme yılıydı. Gerçekten hayatım adıma önemli olaylar oldu ki kim bilir belki de, bunlardan bazılarını ileride hayatımın dönüm noktaları olarak nitelendireceğim. Ama son 2-3 günde dönüp bunları analiz etmeye çalıştığımda, önemli olanın bunların gerçekleşmesi değil de bunların hayatımda yarattığı etkiler olduğunu fark ettim. Şunu daha iyi anladım ki 2012’nin başında ben çoğu konuda bir çocukmuşum. Deneyimsiz, ürkek, sorumluluk almaya korkan, düşüncesiz, vb.
Mesela şubatta katıldığım ‘Kim Milyoner Olmak İster?’ yarışması unutuldu gitti. Sorular, cevaplar, o heyecan, insanların geri dönüşleri geçmişte kaldı. Lakin oraya çıkabilmenin verdiği güven, kendimi benimseyebilme adına atılmış adım, bir varlık olarak birkaç bin kişinin gözünün üzerinde olmasının verdiği bilinç baki kalacak.
Lakin beni tanımayanların tahmin edemeyeceği üzere bu yarışma macerası, yarışma sonrasında yaşadıklarımın ve onların ruhumda yankılarının yanında pek bir şey ifade etmiyor. Bu yıl içinde bana başka hiçbir şeyin öğretemeyeceği kadar çok şey öğreten iki ilişki yaşadım. İyisiyle kötüsüyle ikisi de sonlandı ama ikisinin de ruhumda açtığı yaralar, biliyorum ki, ömür boyu kapanmayacak. Genel kanının aksine bu yaralardan ötürü müteşekkirim. İyi ki açıldılar ki, iyi ki kanadılar ki ve kanamaya devam edecekler ki bana kendimi öğrettiler. İnsanın, en başta kendisini tanımadığını bu yıl çok acı bir şekilde öğrendim. An itibariyle de bu öğrenme süreci sonlanmış değil. Belki de bir ömür boyu devam edecek. Önemli olan, geç kalınmış da olsa, buna başlayabilmek. Daha fazlasını oku…
The Hobbit: An Unexpected Journey
Dün gece dünya gözüyle The Hobbit üçlemesinin ilk filmini izledim. Gerçekten pek bir keyif aldım. Lakin bu, bazı unsurları görmediğim manasına gelmesin. O yüzden de detaylı yazmak istedim. Önce kötü taraflarına bakalım, ardından iyilere geçeriz.
Okuyanlar bilir ki The Hobbit kitabı bir masaldır. Tolkien’in 1915’ten beri yaratımını sürdürdüğü Orta Dünya mitolojisi üzerine, çocukları için yazdığı bir ‘uyku öncesi masalı’dır. Masallar genelde küçümsenir lakin hepsi bir edebi değeri olan, önemli hayat dersleri içeren yapıtlardır. Özünde de hepsi bir ‘büyüme hikayesi’dir. Masalın başında başına buyruk, şapşal, vb. negatif özellikleri olan kahramanlar olaylar sonunda dersler çıkarıp olgunlaşır. Mesela Miyazaki ustanın Spiritted Away‘i de bir masaldır, üstelik en enfesinden. The Hobbit‘te de kitap başında çukurunda mızmızlanıp tüm gün yemek yeyip uyuyan Bilbo Baggins, kitap sonunda bambaşka birine dönüşür. Daha fazlasını oku…
Sinema Sinema
Jagten (The Hunt / Onur Savaşı) [Thomas Vinterberg – 2012]
Filmekimi’nde izlediğim bu Danimarka filmi gerçekten senenin nadide kaliteli yapımlarından. Dogma 95’ten bize miras kalan Thomas Vinterberg ile Avrupa’nın sayılı aktörlerinden Mads Mikkelsen’i buluşturan film, bir iftira vakasını anlatıyor. Bir anaokulunda çalışan, boşanmış ve çocuklu Lucas’ın, o gün ondan yüz bulamayan bir çocuğun cinsel istirmar iftirasına maruz kalması ve ardından toplum tarafından uğradığı linçi izliyoruz. Başından sonuna kadar soluk bile almadan, biraz da Lucas’a yapılanlara kızarak ve hatta sinirlenerek izlediğim film, gerçekten şahane bir drama. Vinterberg’in ne önemli bir yönetmen olduğunu ve Mikkelsen’in de Cannes onaylı performasının ne kadar çarpıcı olduğunu görmek için bile izlenir.
Daha fazlasını oku…
Güce Bağlı Olarak Zalimlik ve Mazlumluk Üzerine
Bazı kişiler vardır, “Kol kırılır, yen içinde kalır.” deyip kendileri ve kendi çevresi hakkında eleştiri yapmaz. Görse bile görmemezliğe gelir, hatta rahatsız olsa da susar. Ben öyle biri değilim. Kendimi de gayet eleştiririm, bazen abartırım hatta. Çünkü diğer türlü yanlış yapılan şeyi, kabul etmiş olursun. Bana göre yanlış, her zaman yanlıştır. Ben yapsam da, arkadaşım yapsa da, ailem yapsa da, ırktaşım yapsa da.
Bu yazıda, nicedir beni rahatsız eden bir sorunumuzu yazacağım. Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olarak çoğumuzun yaptığı bir davranışı yazacağım. Bunun hakkında da çeşitli örnekler vereceğim, isim belirtmeden.
Sorunumuz, bir şeyi (mevki/sıfat/mekan/eşya/vb.) ele geçirince onun altında olan her şeyi hükmetme kudretine sahip olduğumuz yanılsaması. Oldukça geniş bir tanım yaptım, şimdi çeşitli örneklerle bunu açmaya çalışacağım.
Daha fazlasını oku…
Küçük Şeyler Hakkında Bir Bayram Yazısı
Arka arkaya iki bayramı kutlayacağız. Önce Hz. İbrahim’in oğlu yerine bir koçu kurban etmesi hakkındaki meselin yüzlerce yıldır süregelen geleneksel tekrarı gerçekleştirilecek. Bu kutlamada, yeterli parası olan inananlar bir geviş getiren hayvanı Allah adına kurban edip etlerin çoğunu ihtiyaç sahiplerine verecekler. Hrıstiyanlık hariç (çünkü orada Hz. İsa kendini müminleri için adamıştır) tüm dünyevi dinlerde mevcut olan adama/kurban ibadetini (Müslümanlığa göre sünnettir) gerçekleştirecek, tüm İslam alemi.
Hemen arkasından ise, Atatürk’ün gerçekleştirdiği devrimin en önemli inkılaplarından biri olan (belki de en önemlisi) Türkiye Cumhuriyeti’nin ilan edilişini kutlayacağız. 89 yıl önce yaşanan bu olayı kutlamayacağız sadece tabii ki. Ondan önce ve sonra gerçekleşen tüm Türk İnkılapı’nı bu sembolik günde kutlayacağız.
Ne yazık ki biri İslam alemi için, diğeri Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları için önem teşkil eden bu iki önemli olayın kutlaması giderek istikrarsızlaşan bir dünyada gerçekleşecek. Sadece kendi ülkemizde bir sürü sorunla cebelleşiyoruz: Çıkıp çıkmayacağı belirsiz bir Suriye çatışması, giderek artan PKK olayları, kangrene dönüşen büyük davalar, giderek artan nefret söylemleri ve bunun getirdiği tehlikeli saflaşmalar, ekonomik belirsizlikler, azalan basın özgürlüğü ve dolayısıyla azalan demokratik haklar, vb. Bunların yanında dış dünya da rahat değil: Suriye, Lübnan, Filistin ve hala Irak’ta süregelen çatışmalar; AB’nin içinden çıkamadığı ekonomik kriz; Yunanistan ile İspanya’nın ciddi sorunları; Belçika ve Birleşik Krallık’ın bölünmesi (İskoçya ayrılmak istiyor); Gürcistan’da giderek ciddileşen siyasi tablo; daha uzağa gidersek Brezilya ve Arjantin’de artan kamplaşmalar; Filipinler’de 10 yıllık plana bağlanan netameli barış; Uzak Doğu’da giderek artan ekonomik rekabetin getirdiği siyasi sürtüşmeler; …
Tüm bunlara ve daha ötesine (çevre kirliliği, küresel ısınma, suyun ve ormanların azalması, artan açlık ve sefalet, vb.) bakınca ortaya oldukça karamsar bir tablo çıkıyor. Ne yazık ki hiçbirinin daha iyiye gideceğini söyleyemeyeceğim. Çoğu daha da artacak.
Bu sebepten dolayı, bu bayramlara daha çok ihtiyacımız var. Normal dünyadan biraz olsun sıyrılmaya, rahat nefes almaya ve devam edebilmek için toparlanmaya ihtiyacımız var. Bir de bayramlar, hayatın diğer yüzünü hatırlamamızı sağlıyor. Hayatın tüm kötü yanlarına karşılık iyi yanları da vardır ve bunlar çoğu zaman küçük şeylerdir:
İyi bir film seyretmek, ne zamandır dinlemediğiniz bir şarkıyı duymak, yeni bir tat keşfetmek, 10 dakika fazla uyumak, birinin sizi sevdiğini anlamak, zor bir problemi çözmek, çocuğunuzun doğması, uzun zamandır görmediğiniz bir arkadaşınıza rastlamak, sarılmak, öpüşmek, aşık olmak,…
Kendinize dair bir sürü şey ekleyebilirsiniz bu listeye. Bu küçük şeyleri unutmamak önemli olan. Çünkü bu sayede insan olarak kalabiliriz. Aklımızın almayacağı kadar geniş olan bu evrende sadece küçücük bir canlı olduğumuzu ama onu oluşturan parçalardan biri olduğumuzu anlamdırabiliriz. Bu sayede dış dünyada gerçekleşen tüm o kötücül olayların ne kadar manasız, boş ve gelip geçici olduğunu kavrayabiliriz. Tıpkı benim, sizin ve şu evrende yaşayan tüm canlılar gibi.
Bu yüzden bu iki güzel bayramı iyi geçirmeye bakın ve mümkün olduğunca çok ‘küçük şey’ yapmaya bakın. Hayatın kıymetini bilin.
Bayram yazımı, geçen yıl olduğu gibi, bir şarkı ve onun sözleriyle bitirmek istiyorum. Şarkı, her ne kadar bir ütopyayı anlatıyorsa da Ceylan Ertem’in dediği üzere “Ütopyalar güzeldir!”. Çünkü ütopyalar, insanın hayal ettiğinin ve düşündüğünün, kısacası (Descartes’ın da dediği gibi) yaşadığının ve insan olduğunun kanıtıdır. (Alttaki video John Lennon’a ait değil ama şarkının doğasına uygun olarak değişik unsurlardan (din, dil, cinsiyet, mezhep, fiziksel görünüş, ırk) oluşan (kurgusal da olsa) iki farklı lise korosuna aittir.)
John Lennon – Imagine (Hayal Edin)
Imagine there’s no heaven / Cennetin olmadığını hayal edin
It’s easy if you try / Eğer denerseniz basittir
No hell below us / Altımızda cehennemin olmadığını
Above us only sky / Üstümüzde sadece gökyüzünün olduğunu
Imagine all the people living for today / Tüm insanların bugün için yaşadığını hayal edin
Imagine there’s no countries / Ülkelerin olmadığını hayal edin
It isn’t hard to do / O kadar da zor değil
Nothing to kill or die for / Öldürecek veya ölünecek kimsenin olmadığını
And no religion too / Dinin de olmadığını
Imagine all the people living life in peace / Tüm insanlığın barış içinde yaşadığını hayal edin
You, you may say / Diyebilirsiniz ki
I’m a dreamer, but I’m not the only one / Bir düşperestim, ama yalnız değilim
I hope some day you’ll join us / Umarım sen de bir gün bize katılırsın
And the world will be as one / Ve tüm dünya bir olur
Imagine no possessions / Aidiyetin olmadığını hayal edin
I wonder if you can / Düşünebilirseniz tabii
No need for greed or hunger / Açlığa ve açgözlülüğe gerek olmadığını
A brotherhood of man / İnsanların kardeş olduğu
Imagine all the people sharing all the world / Tüm insanların tüm dünyayı paylaştığını hayal edin
You, you may say / Diyebilirsiniz ki
I’m a dreamer, but I’m not the only one / Bir düşperestim, ama yalnız değilim
I hope some day you’ll join us / Umarım sen de bir gün bize katılırsın
And the world will be as one / Ve tüm dünya bir olur
İdeal Bir Sevgili Neden Olamaz: Ruby Sparks
Hayat gerçekten çok garip. Bu cümleyi yaklaşık 10 aydır devamlı kendime söylüyorum. Çünkü hayat devamlı, size aklınıza gelmeyecek şeyleri sunmaya devam ediyor. Siz ne kadar plan yaparsanız yapın, o sizi şaşırtmaya devam ediyor. Bu akşam, bunun hakkında bir arkadaşımla konuşuyorduk hatta ve dedim ki “Hayatta neyi düşlemediysem o oldu!” Mesela ben hiç makine mühendisi olmayı düşlememiştim ama şimdi oldukça tipik bir makine mühendisiyim. En basit yada, metafiziğe inansam da, en soyut şeyi bile realize etmeye çalışan ve arkasında bir mantık aramaya çalışan bir insanım.
Son birkaç aydır da ilişkiler hakkında çok düşünüyorum. “İdeal bir sevgili nasıl olmalı, ideal bir ilişki nasıldır?” falan filan. Biliyorum saçma ama herkes düşünmüştür mutlaka. Saçmalığı şurada: Hem böyle soyut ve hayatın içinde bir şeyi idalize edemezsin, hatta idealize etmeye çalışamazsın bile; hem de ilişki tanımı gayet subjektiftir, yani kişiden kişiye değişir. Bu gece arkadaşım gidince bir film izlemeye başladım, adı Ruby Sparks ve film, bir erkeğin idealindeki kadını ve bu kadının neden gerçek olamayacağını anlatıyor. Daha fazlasını oku…
Avrupa Notları 4 – Brugge
Öğleden sonra Amsterdam ana garından bindiğim trenle önce Antwerp’e gittim. Orada da aktarma yaparak Brugge’a vardım. Brugge, nicedir gitmek istediğim, ününü duyduğum bir kasabaydı. Belçika’nın en kuzeyinde kalan bir şehir, sanki Ortaçağ’dan beri sanki hiç değişmemiş gibi.
Garda inince, önce yürüyerek otelime gittim, Hotel de Flores’e. 3 yıldızlı, havuzlu, şirin bir oteldi. Oldukça memnun kaldığımı söylemeliyim. Bu arada şehir küçük olduğundan hiç şehir içi ulaşımla uğraşmadım, her yere tabanvay gittim.
İlk gün otele varmam, akşam 7’yi bulduğundan bir şey yapmamaya karar verdim. Havuza girip biraz rahatladıktan sonra giyinip merkeze yürüdüm. Şirin bir cafede etrafı seyrederek akşam yemeğimi yedim. Ev yapımı çorba, biftek, salata ve tatlıdan oluşan doyurucu menü 19 euro’ydu. Ben cafeden kalkarken saat 10 buçuğa geliyordu ama hava daha kararmamıştı. Sakince otelime dönüp duşumu alıp yattım.
Sabah kalkınca direkt kahvaltıya indim. Otelin açık büfesi gayet güzeldi. Sonrasında dışarı çıktım. Önce turist bürosuna uğrayıp harita edindim ve o gece etkinlik olup olmadığını sordum. Ne yazık ki Dutch bir tiyatro hariç sakinmiş. Böylece gezmeye başladım.
İlk durak, Brugge’un ünlü kilisesinin de olduğu meydandı. Bir sürü turist, faytonlar ve barların karşısında tüm gotikliğiyle upuzun göğe yükselen katedral göz alıyordu. Burada biraz oturup etrafı seyre daldıktan sonra Çikolata Müzesi’ne doğru harekete geçtim.
Çikolata Müzesi, eski bir Brugge binasında açılmış. Grirşi 7 euro. Çikolatanı tarihini, kökenini, toplanmasında yapılışına tüm aşamaları ayrıntılı bir biçimde görüyorsunuz. Ardından Belçika’daki çikolata tarihine bir göz atıyorsunuz. En sonunda da canlı olarak bir aşçı çikolata yapılışını gösteriyor. Bolca çikolata yiyebiliyorsunuz tabii. 🙂
Ardından sokaklarda turlarken gözüme turistik tekne gezisi çarptı. Hemen yerimi alarak, bir de kanallarda tekneyle yol alarak Brugge’u gördüm. İlginç bir ayrıntı, Türkiye Fahri Konsolosluğu olmasıydı burada ve tabelasının kanala doğru bakmasıydı!
Öğlen yemeği olarak yediğim sıcak sandviç ve kekin ardından sokaklarda yavaşça dolaştım. Brugge’un en güzel tarafı da sokaklarda dolaşmanın verdiği güzel tat, Tamamen eski bir kentte. neredeyse araba görmeden, aheste aheste dolanabiliyorsunuz. Etrafta bir sürü turistik dükkan. Kimi giysi, kimi eşya, kimisi nakış işi satıyor. Güzelim köprüler üzerinden kanalları seyrederek geçiyorsunuz. Yorulursanız her yerde banklar var. Böylece birkaç saat dolaşarak bitirdim Brugge’u. Arada Brugge Şehir Müzesi’ne girdim ama İngilizce hiçbir açıklama olmadığından mal gibi bakarak hızlıca bitirdim.
Sonra tam parkta yürürken yağmur başladı. Hızlıca şehir meydanına yürüdüm. Akşam için bir market aramaya başladım. Biraz ekonomi yapmak gerek, değil mi? Sandviç, meyve, bisküvi ve çikolata alarak çıktım. 10 €’luk bu alışveriş beni 2 öğün doyurdu. Bu arada herkes İngilizce biliyor, alışverişten ve konuşmaktan sakın çekinmeyin.
Biraz sağanak altında otele döndüm. Havuza girip biraz rahatladıktan sonra odamda yemek yeyip biraz TV baktım. İlginçtir, filmleri orijinal dilinde veriyorlar, hatta dizileri de. Önce Big Bang Theory izledim, sonra Just My Luck diye vasat bir komedi izledim. Uyumuşum sonra.
Sabah yine açık büfe kahvaltı sonra odama çıktım. Çantamı topladım ve lobiye bırakarak dışarı çıktım. Brugge’un bir köşesinde bir bankta kitap okudum ve uzunca düşündüm. Zihnen çok yorucu günlerdi çünkü, tam eski kız arkadaşımdan ayrılma öncesiydeydim ve telefonlar hiç hoş geçmiyordu. Salak salak yürüdüğümü hatırlıyorum kimi zaman.
Öğleni geçince otelden çantanı alarak gara yürüdüm. Leuven trenine atlayıp bu güzel Avrupa şehrine veda ettim.











Son Yorumlar