Sinema Sinema
Jagten (The Hunt / Onur Savaşı) [Thomas Vinterberg – 2012]
Filmekimi’nde izlediğim bu Danimarka filmi gerçekten senenin nadide kaliteli yapımlarından. Dogma 95’ten bize miras kalan Thomas Vinterberg ile Avrupa’nın sayılı aktörlerinden Mads Mikkelsen’i buluşturan film, bir iftira vakasını anlatıyor. Bir anaokulunda çalışan, boşanmış ve çocuklu Lucas’ın, o gün ondan yüz bulamayan bir çocuğun cinsel istirmar iftirasına maruz kalması ve ardından toplum tarafından uğradığı linçi izliyoruz. Başından sonuna kadar soluk bile almadan, biraz da Lucas’a yapılanlara kızarak ve hatta sinirlenerek izlediğim film, gerçekten şahane bir drama. Vinterberg’in ne önemli bir yönetmen olduğunu ve Mikkelsen’in de Cannes onaylı performasının ne kadar çarpıcı olduğunu görmek için bile izlenir.
Serbuan Maut (The Raid Redemption / Baskın) [Gareth Huw Evans – 2011]
1 yıldır dünyayı darmadağın eden bu dövüş filmi bir Endonezya yapımı. İngiliz bir yönetmenin evlenince yerleştiği ülkede, ülkenin çok tutan dövüş filmi türüne el atmasıyla başlamış serüven. Hikaye basit: Bir polis timi, mafyanın elinde olan bir binaya baskın düzenliyor. Baskın oldukça kanlı bir şekilde sürerken, bir yandan da baskının arkasındaki sebepleri öğreniyoruz.
Normalde oldukça saçma, sıkıcı ve hatta iğrenç oldukları için itinayla kaçındığım bir türdür. Ama Serbuan Maut, gerçekten denildiği kadar var. Çok eğlenceli ve kısmen mantıklı senaryosuyla inandırıcılığını kaybetmiyor. Keşke böyle daha fazla kırma yapım izleyebilsek dünya sinemasında.
Red Lights [Rodrigo Cortés – 2012]
Robert De Niro, Cillian Murphy, Sigourney Weaver ve Elizabeth Olsen’dan oluşan dudak uçurtan kadro ve Buried ile atmosfer yaratabildiğine şahit olduğumuz Cortes’in yeni işi diye büyük bir beklentiyle izledim. Ayrıca telekinetiği merkeze alan konusu da cezbediyordu. Sonuç yılın en büyük hayal kırıklıklarından. Vasat bile olamayan aciz bir film!
Madagascar 3: Europe’s Most Wanted [Eric Darnell, Tom McGrath – 2012]
Serinin üçüncü filmi, aynı zamanda en oturmuş ve keyifli filmi olmuş. İlk film, sadece komik ve eğlenceliydi. İkinci film, eğlendirmeyi başarıyordu. Ama bu sefer güzel bir kıvam yakalanmış. Gerek konu olsun, hikaye kurgusu olsun, karakterlerin yapısı ve gelişimi olsun, gerekse mesajlar olsun, her şey kıvamında. Birkaç göz tırmayalan detay var tabii ama genel bakınca görmezden gelinebiliyor. Bu yükselişte benim sevdiğim yönetmenlerden Noah Baumbach’ın senaryoya el atmasının ne kadar etkisi vardır, merak ettim.
Looper (Tetikçiler) [Rian Johnson – 2012]
Yavaştan efsane yönetmenler ligine girmeye hazırlanan Rian Johnson, son filmiyle de çıtasını yükseltti. Uzun zamandır izlemediğimiz ölçüde düzgün bir zamanda yolculuk hikayesi izliyoruz. Bilim-kurgu, kara film, biraz western ve aksiyon türlerini kıvamında harmanlamış Johnson. Joseph Gordon-Levitt, Bruce Willis, Emily Blunt, Paul Dano ve Jeff Bridges’in başa çektiği güzel bir kadroyla bitmesin diye umulan bir film izliyoruz. Gerçekten de ‘dadından yenmeyen’ bir film olmuş. Yılın açık ara en iyilerinden! Kaçırmayın!
Cloud Atlas (Bulut Atlası) [Lana Wachowski, Andy Wachowski, Tom Tykwer – 2012]
Senenin galiba en çok tartışılan filmi olacak. Kimi çok seviyor, kimiyse nefret ediyor. Ortası yok! Ben ise sevdim. Neden? Birincisi iyi çekilmiş bir epik film, bence tadından yenmez ki Cloud Atlas bence gayet kendini izlettiren bir film. Hele sinemada izlerseniz. 6 ayrı hikayenin birbirleriyle dirsek temasında bulunduğu kocaman bir yapboz aslında bu film. Her parçayı ayrı değerlendirirseniz vasat sonuç çıkabilir çünkü hepsi de daha önce defalarca ve üstelik daha iyilerini izlediğimiz hikayeler. Yani Amistad‘dan tutun da One Flew Over the Cuckoo’s Nest‘e dayanan sayısız başyapıtta daha iyilerini izledik. Lakin olay, yapbozun bir araya gelice ortaya çıkardığı büyük tabloda. O da insanlığın hangi çağda, nerede yaşarsa yaşarsın insan olduğunu ve iyiyi de kötüyü de içinde barındırdığını anlatıyor. Ek olarak da diyor ki “Bazen küçücük kıvılcımlar büyük bir yangını doğurabilir!”. Bunu şaşaalı bir halde, birçok ünlü oyuncu, sayısız görsel efekt ve (bazıları gerçekten berbat olan) iddialı makyaj çalışmasıyla anlatıyor. Ben sinemadan gayet memnun ayrıldım ve bence başyapıt olmasa da senenin öne çıkan yapımları arasında anılmayı hak ediyor.
2 Days in New York [Julie Delpy – 2012]
Bu sımsıcak, komik ve eğlenceli yapım benim sevdiğim Fransız aktrislerden Julie ablamdan geliyor. Birkaç yıl önce çektiği vasatı geçen ve keyifli 2 Days in Paris‘în devam filminde, daha kıvamında bir ton yakalamayı başarıyor. Bilhassa şapşal gibi gezinen Adam Goldberg’ten sonra sevilen komediyen Chris Rock’ı kadroya alması iyi hamle olmuş. Espriler bazen bayık olsa da ölçüyü kaçırmıyor. Sıkıldığınız bir günün akşamında rahatlıkla stresinizi atabileceğiniz bir komedi-dram.
Barbara [Christian Petzold – 2012]
Bu senenin en çok konuşulan Alman filmi olan Barbara‘yı izlerken ben çok sıkıldım. Hikayesi gayet durağan, şaşırtmayan, sonuçta da ilgi çekmeyen bir film. İyi oyunculuklar hariç kayda değer bir öğe bulamadım. Berlin Duvarı yıkılmadan Doğu Almanya’nın taşrasına sürülen muhalif bir kadın doktorun hikayesi, benzer dönemi anlatan 4 yıl önce izlediğimiz Das Leben der Alderen‘den sonra gayet yavan geldi.
To Rome with Love (Roma’dan Sevgilerle) [Woody Allen – 2012]
Benim gibi bir Allen fanatiğinin bile sıkılarak izlediği bir yapım. Allen’ın özelliği, en garip konuları bile oldukça hayatın içinden anlatıp sonuçta çok manidar bir cümleye bağlamasıdır. Roma’da geçen 4 ayrı hikaye, her ne kadar hayatın içinde olabilirse de birbirine uymayan, ne ayrı olarak ne de bir bütün olarak bir cümle söyleyebilen hikayeler. Yine de şirin bir Allen denemesi olarak nitelendirilebilecek kötü bir Allen filmi.
Skyfall [Sam Mendes – 2012]
Hem bir Bond fanatiği hem de sıkı bir Mendes takipçisi olarak yılın en çok beklediğim filmiydi Skyfall. O yüzden de resmen zaman yaratıp izledim. Ama çoğu kişi beğense de, ben memnuniyetsiz ayrıldım salondan. Nedenlerine gelince…
Casino Royale bence efsane bir Bond filmiydi, defalarca sıkılmadan izlemişimdir. Çünkü Bond’u günümüze oldukça iyi uyarlıyordu. Gerek karakter yapısıyla, gerek düşmanlarıyla (büyük bir küresel örgüt), gerekse efsane bir Bond kızıyla (Eva Green! Ah ah!). Bu film ise Roger Moore döneminin klasik Bond’una dönüş yapıyor. 30 yıl öncesinin keyifle izlediğimiz Bond filmlerinin tüm numaralarını içeriyor. Kafayı bir şeye (ama dünyada bunca takılacak şey varken oldukça saçma bir şeye!) takmış ‘para bende, güç bende’ kötüsü (Javier Bardem’in iyi oyunculuğu bile karaktere gerçekçilik katamıyor), modelden bozma tahta bedenli Bond kızları (Moore zamanında çok vardı bunlardan, nesini beğenirler anlamam), egzotik yerlerde geçen aksiyon sahneleri (Türkiye’de geçmesi beni daha fazla yabancılaştırdı), gayet cool bir Bond ve tüm o alametifarikaları (‘Bond dönecek’ logosu en son The Living Daylights kullanmıştı galiba, 25 yıl geçmiş yani!). Şahsen 2012’de çkilmiş bir Bond filminden ben bunları beklemiyorum.
Ted [Seth MacFarlene – 2012]
Çocukken eminim herkesin bir oyuncak arkadaşı vardı, her yere götürdüğünüz. (Benim pazardan alınmış bir Arap Bebeğim vardı, gayet ucuz bir şeydi ama çok severdim.) İşte bu filmde, ya o canlanıp konuşursa diyoruz. Ortaya son derece komik ve eğlenceli bir romantik film çıkıyor. Ama bol küfürlüsünden. 8 yaşında oyuncak ayısının canlanmasını dileyen John’un hayali gerçek oluyor. Yalnız 35 yaşına gelip, kız arkadaşıyla aynı evde yaşarken bile ayısını hayatında tutunca biraz sorun oluyor. Hem de durmadan küfreden, içki içen, eve kız çağırıp alem yapan ve hatta ot tüttürmeden güne başlayamayan bir ayı olunca! 😀 Seth MacFarlene, kıvamı tutturarak bayağılaşmadan +18 bir komedi filmi çekmiş. Afiyetle izlenir!
Son Yorumlar