Başlangıç > gezi yazısı, Mühendislik, mekan > Euronoise 2015 – Maastricht İzlenimleri – 1

Euronoise 2015 – Maastricht İzlenimleri – 1

Euronoise 2015’e 31 Mayıs – 3 Haziran 2015 arası gitsem de olayın geçmişi 2012’ye dayanıyor. Hayatımın oldukça gelgitli olduğu dönemlerden geçerken şirkette TEYDEB’e başvurmayı düşündüm. TEYDEB, bir şirketin ulusal çapta yeni bir teknoloji geliştirerek yeni bir ürün veya metot geliştirmesine olanak veren bir TÜBİTAK teşvik fonu. Şirketin içinde bir kişi, projeye karar verip başvuruyu hazırlar, TÜBİTAK onay verirse proje başlar. Proje bitiminde TÜBİTAK denetleyip onay verir ve proje bütçesinin belli bir kısmını (en fazla %60’ını) şirkete öder.

Benim ve bir çalışma arkadaşımın 2012 yazında hazırladığımız ve 2013 baharda onaylanan ‘Bir Elektrikli Aracın İstatiksel Enerji Analizi Metoduyla Modellenmesi ve Doğrulanması’ projesine 2013 Haziran’da başladık. Lâkin proje ortasında iş arkadaşım istifa edince, projenin %80’ini kapsayan sanal modelleme ve analiz işi bana kaldı. 2014 Ocak-Temmuz arası bu yüzden (ve diğer projelerin işleri sebebiyle) neredeyse her hafta 2-3 akşam mesaisine kaldım. TÜBİTAK’ın final raporunu Temmuz 2014’te tamamladıktan sonra tüm bu projeyi İngilizce olarak bir makalede topladım. 2014 sonbaharda da Euronoise 2015’e başvurdum. Yılbaşından hemen önce makale kabul edildi ama beklediğimiz gibi sözlü sunum olarak değil, poster sunumu olarak.

DSC_2239mr

Bu ufak hayal kırıklığına rağmen 31 Mayıs sabahı Sabiha Gökçen’de tek başımaydım. Pazar sabahının gayet tenha olacağını umarken oldukça yoğun bir kalabalık karşıladı beni. Sabahın 8 buçuğunda pasaport kontrolü kuyruğunda metrelerce kuyruk olması beni oldukça şaşırtı. Neyse ki fazla beklemeden kontrolleri geçip uçağı beklemeyi başladım.

10.40’ta havalanan uçak, 3.5 saate yakın bir yolculuk sonrası Amsterdam Schipol Havalimanı’na indi. Pasaport kontrolünden sorunsuz geçtikten sonra Maastricht’e olan yolculuğum da başladı. Yurt dışındayken bariz bir hata yapmamak adına danışmaya sormayı her zaman tercih ederim. Havalimanında da daha önce nasıl gideceğime bakmama rağmen danışmaya uğradım önce. İyi ki de yapmışım çünkü o haftasonu Schipol çevresindeki tren hatları bakımda olduğundan belli bir yere kadar otobüse binmem gerektiğini öğrendim. Böylece bahtsız bedeviliğim başlamış oldu.

Havalimanından bir çıktım ki yağmurla karşılaştım. “Hayda, nereden çıktı bu?” derken hemen polarımı üzerime geçirdim ve 300 numaralı otobüsü beklemeye başladım. Neyse ki fazla beklemeden Amsterdam Arena Garı’na giden otobüs (5 €) geldi, içeride de boş koltuk bulabildim. Gara varınca buradaki danışmaya da giderek Maastricht’e nasıl gideceğimi sordum ve otomotik makineden kredi kartımla biletimi (26.5 €) zorlanarak da olsa alabildim (kart yeri çok gıcık). Tren saatine daha olduğu ve çok acıktığım için etrafta gözüme denk gelen ilk mekân olan Burger King’ten bir menü paketletip tren peronuna gittim. Bineceğim ilk tren sadece 20 dakika süreceği için hiç yemekle uğraşmadım. Ama Ultrecht Central istasyonunda esas trenimi beklerken açlıktan patetesleri kemirmeye başlamıştım. 🙂

Maastricht trenine biner binmez direkt yemeye daldım, muhtemelen dışarıdan iğrenç görünüyorumdur. Ancak tüm paketi bitirince kendime gelip etrafın güzelliğini fark edebildim. Her taraf yemyeşil… İnekler, koyunlar, ufak su birikintileri, dereler, üzerlerinden geçen köprüler, çiftlikler, kır evleri… Gayet iç ferahlatan bir tablo. Kulağıma da müziği yerleştirdikten sonra ânın tadına tam manasıyla varmaya başladım. Yaklaşık 2 saat başka bir şey yapmadan etrafı gözlemledim sadece. İnenler, binenler, şehirler, köyler, tüneller… Tren yolculuğunu ne çok özlediğimi fark ettim. Ülkemizde ne yazık ki bu tarz bir yolculuk imkanı pek yok. Trene binseniz bile pencerenin dışında göreceğiniz manzara pek iç açıcı olmuyor. Karadeniz Sahil Yolu yerine tren hattı yapsalardı keşke, seyahat etmek ne tatlı olurdu düşünsenize.

20150531_205034

Maastricht Merkez Gar’ında indiğimde otelimi bulmak çok kolay oldu çünkü tam çaprazdaydı. Elimle kolmuş gibi gördüm Townhouse Hotel’i. Gayet modern ve sade bir tasarıma sahip olan otel, zaten birkaç yıl önce Hollanda’da tasarım ödülü almış. Odada dolap yerine duvara asılmış askılıklar var mesela ya da yatağın ucundaki komidinin yerine çeşitli kitapların üst üste konmasından oluşan küçük bir kule var. Bu modernliğine rağmen gecelik 106 avroluk fiyatının pahalı olduğunu düşünüyorum (bunun 15-20 avrosu acayip vergilerden ibaret). Ama Hollanda’daki ana sorunlardan biri bu ki kongre yüzünden daha ucuzu pek yoktu açıkçası. Lâkin bu fiyata kahvaltının da dâhil olduğunu eklemeliyim ki Avrupa’daki bir otelde yaptığım en iyi (açık büfe) kahvaltıydı.

Odaya yerleşip kendimi tekrar dışarı atmam 6’yı buldu. Hava sevimsiz ve kapalıydı, her an yağmur yağacakmış gibi bir hava vardı. Otelin merkeze çok yakın olması işimi çok kolaylaştırdı. Dingin sokaklarda 8-10 dakika yürüyerek Maas Nehri üzerindeki ana köprüye ulaştım. Zaten onun berisindeki bölge eski kent (old town) bölgesiydi. Arnavut taşlarıyla döşenmiş ve çoğu trafiğe kapalı olan bu bölgede biraz amaçsızca yürüdüm. Ama karnımdaki gurultular yüzünden fazla oyalanmadan ana meydana ulaştım. Bu meydanın bir kenarı boyunca yan yana sıralanan bistro-restaurantlardan birine oturdum. Menüyü fazla didiklemeden haftanın seçimini aldım, yanına da lokal bir bira ısmarladım. Önce kremalı güzel bir çorba geldi, ardından orta pişirilen birkaç biftek ile kararında kızartılmış patatesler geldi ki bira ile güzel oldu. Bu sırada yağmur başladı ve şiddetini giderek arttırmaya başladı. Son olarak krema ile dondurma geldi. Ama çabucak yiyip hava fazla kötüleşmeden kalkmaya niyetlendim. 22 avroluk hesabı ödeyerek kalktığımda hava daha serindi fakat yağmur çok az atıyordu. Aslında tam Anima’dan ‘Yağmurla Gelen’i dinlemenin sırasıydı ama başka bir şarkıyla şehir içi tura devam ettim. Kasabanın başka bir meydanında büyükçe bir konser alanı kurulmuştu. Kasabanın gençleri etrafta cirit atıyordu. Yolculuğun yorgunluğu ve yemeğin rehaveti birleşince vücudum daha da ağırlaştı, fazla sağa sola sapmadan ama sakince yürüyerek otele ulaştım. Güzel bir duşa alıp uykuya daldım.

20150531_205041

Sabah kalkıp hemen giyindim: Gömlek, kumaş pantolon ve rugan ayakkabı. Normalde kumaş giysem de altına spor yada rahat bir ayakkabı giyerim ama sonuçta şirketi de temsil ettiğimden böylesi daha uygun olur diye düşündüm. Kahvaltımı muntazam yapıp üzerime orta kalınlıkta bir hırka giyip dışarı çıktım. Nasıl gideceğimi resepsiyondaki adama sormuştum, onun tarif ettiği gibi garın önünden bir otobüse binip (3 €) kongrenin gerçekleştiği MECC’e (Maastricht Kongre Merkezi) gittim. Varış saatimi 9 olarak planlamıştım (kongrenin açılış saati), ilk gün olduğundan 20 dakika geç kaldım. Neyse ki ilk 1 saat tanışma faslı olacaktı.

Girince direkt kongreye girişimi hâllettim. Yaka kartının yanında şehir içi otobüslere bedava binilmesini sağlayan bir kart da vardı ki kalan üç gün için iyi oldu. Küçük bir bez çanta ile içinde reklam broşürleri ve kongre program kitapçığı verdiler. Bunları aldıktan sonra sunacağım posteri nereye teslim etmem gerektiğini sordum. Görevlinin bana söylediği odaya gidip posterin *.ppt hâlini oraya teslim ettim. Bunu yapınca sandım ki başka işim kalmamıştı ve kongre çıktı alıp asacaktı (sunumun salı olacağını biliyordum en azından). Yanıldığımı ertesi sabah anlayacaktım ama bu hikâye o vakte kalsın.

_MG_2634Açılış töreni

_MG_2606Mini konser

Bu işleri tamamlayana kadar açılış konuşması tamamlanmak üzereydi, ben ana salona girdiğimde. Konuşmadan sonra açılış gongu çalındı ve Maastricht Konservatuarı’nda okuyan Belçikalı öğrencilerden oluşan (ne de olsa kongre, Hollanda ve Belçika Akustik Dernekleri’nin ortak oragnizasyonuydu) bir kuartet, 3 parçalık mini bir konser verdi. Ardından kongrenin açılış (keynote) sunumu yapıldı: Maastricht Üniversitesi’nden bir tarih hocası (K. Bijsterveld), 20. yüzyılda otomotiv reklam tarihi üzerinden araç içi gürültü kavramının değişimini anlattı. Son derece başarılı bir sunumdu, bir mühendislik kongresini tarih sunumuyla açmak alışılmadık ve zeki bir hamleydi. Benim için de araç içi gürültünün 1920’lerden itibaren bir sorun teşkil ettiğini ve bunu engelleyen çözümlerin müşteri kazanmak amacıyla sunulduğunu öğrenmem önemli bir genel kültür oldu. Mesela araç radyoları ilk çıktığında, sürücünün dikkatini dağıtacağı üzerine ciddi tartışmalar yapılmış.

Açılış sunumunun ardından genel düzene geçildi: 9 ayrı salonda paralel oturumlarda çeşitli konularda sunumlar gerçekleştirildi. Lobide de çeşitli akustik firmaları kendi ürünlerini sergiliyorlardı ki analizle uğraştığımdan hiç biri ilgi alanıma girmiyordu. Programda işaretlediğim sunumlara girmeye başladım. Maalesef kongre, genel olarak akustiğin mimari ve şehir planlanma disiplinleri üzerine yoğunlaşmıştı. Otomotiv ve sanal metotlar üzerine sunumlar kısıtlıydı. Yine de fazla sıkılmaya fırsat bulmadan günü tamamladım.

_MG_2681Mühendislik kongresinde bir tarih hocası

_MG_2954Beni tanıyan el kaldırsın 🙂 , fena dinliyorum

Altıya doğru kongreden çıkıp otele döndüm (şehrin küçük olmasının avantajıyla sadece 10 dakika sürüyor 🙂 ). Üzerimden fazlalıkları atıp spor ayakkabımı giyerek yine dışarı çıktım. Öğlen kongre binasında son derece vasat bir yemek yediğimden karnım zil çalmaya başlamıştı. Trip Advisor’da gördüğüm Hamburgeria otele gayet yakındı ve yemekle fazla vakit kaybetmek istemedim o gün. İçeri girdiğimde mekân boştu. Ben de karı-koca çalışan mekân sahiplerine en iyi burgeri istediğimi söyledim, yanına da klasik olarak patates ve kola söyledim. Kola olarak Coca Cola Life verdi, yakında bizde de piyasaya çıkar kesin. Normal ile Light’ın arasında bir tadı var, klasik bir pazarlama hamlesi işi bence. Burger’a gelirsek gayet iyiydi, tavsiye ederim ama patatesi çok klasikti.

20150601_194137

20150601_194752Sokaklardan iki kare

Sonrasında kendimi sokaklara verdim. Ayağım beni nereye götürürse… Eski kenti o kadar güzel korumuşlar ki (6’dan sonra) pub/cafeler hariç her yer kapalı olsa bile sokaklar yürümek büyük bir keyif veriyor. Sokakların darlığı, nizamı, binaların şirin mimarileri, arada çıkan ufak ağaçlar,… O sessizlikte böyle bir yürüyüş yapmak insana huzur veriyor, hemen ardından da huzurun verdiği keyfi alıyorsunuz. Bazılarınız “Sanki ülkemizde büyüleyici sokaklar yok!” diyebilirsiniz. Ama onları bu otantik/doğal hâlleriyle göremiyorsunuz ve de hep bir huzursuzluk hissi içinizi kaplıyor: “Araba mı çıkacak, motorsikletli mi?”, “Tepeden bir şey mi düşecek?”, “Şuradaki adam benden bir şey ister mi?”,… Kafada devamlı sorular sıralanıyor, hep bir aksiyon hâli, hep bir tedirginlik. Hâliyle en güzel sokaklarda (mesela Moda, Balat, Kuzguncuk, Safranbolu, Mardin, Antakya,…) tam keyfini çıkartamıyorsunuz. Bir adam çıkıp sizi ille de lokantasına davet ediyor (“Abicim, oturmaz mıydınız? Harika yemeklerim var.”). Sanki oraya sadece yemeye ve içmeye gelmişim gibi.

Böyle biraz başıboş yürüdüm, o huzurun biraz tadını çıkardım. Maas Nehri’ne tekrar çıktığımda kenarda masası olan tek bara oturdum (bizim tersimize burada herkes içeride oturmayı tercih ediyor, dışarıdaki masalar hep toplanmış). Masaya otursam da garson gelmeyince kıllanıp içeri ben gittim, biramı söyleyip tekrar dışarıda, nehrin tam kenarındaki masama kuruldum. Birazdan biram geldi ve keyfini çıkara çıkara içtim. Hava hafiften ısırıyordu, benden başka tek masa da içeri girdi. Bense sadece hırkamı giyip biramı bitirdim. Ardından yavaşça otelime döndüm.

20150601_203643

20150601_203659

NOT: Kongredeki fotoğraflar, kongre fotoğrafçısına aittir.

  1. Henüz yorum yapılmamış.
  1. No trackbacks yet.

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s

%d blogcu bunu beğendi: