Başlangıç > gezi yazısı, mekan > İskandinavya Macerası – I: Kopenhag

İskandinavya Macerası – I: Kopenhag

Yurt dışına çıkmak maddiyatla bire bir bağlantılı olduğundan, çoğu insan bu eylemi fuzuli ve hava atma aracı olarak algılıyor. Böyle olarak kullanan bir kesim hâlâ mevcut da olsa 21. yüzyılda yurt dışına çıkmak çok daha farklı anlamlar ihtiva ediyor. Yeni kültürler tanıma, farklı yetişmiş insanlarla tanışma, rutinin dışına çıkma, yeni coğrafyalar görme bu anlamların sadece birkaçı.

2005’ten beri devam eden yurt dışı seyahatlerimde Sibirya ve Sicilya gibi alışılmışın dışında rotalar seçmem, insanları daha da meraklandırıyor. Belli ki amacım farklı, sadece yurt dışına çıkıp egomu tatmin etmeye çalışmıyorum. Benim için her yurt dışı seyahati; ruhumu dinlendirdiğim bir terapi, yeni deneyimler edindiğim bir macera ve kendimi geliştirdiğim bir süreç. Ne yazık ki beyaz yakalı bir çalışan olarak günlük çalışma düzeninde bir rutine saplanıp gidiyoruz, nefes almaya bile vakit bulamıyoruz. Bu yüzden amacım rutinin olabildiğince dışına çıkıp farklı eylemlerde bulunmak, daha önce tatmadığım küçük şeyleri keşfetmek.

20150830_171700Nyhavn’dayız

Bu yıl da kadim dostum Onur’la beraber rotayı İskandinavya’ya çevirdik. Öncelikli amacımız fyordları görmekti. Kopenhag-Bergen-Flåm-Oslo’dan rotanın son hâli de bunun etrafında şekillendi. 8 günlük bu program oldukça dolu geçtiğinden yazıyı kentlere böleceğim. Yine de umarım; oldukça uzun olacak yazıları keyifle okursunuz, benim aldığım keyfi, biraz olsun siz de duyumsaysınız ve de kendi seyahatinizi planlarsınız.

30 Ağustos 2015 Pazar sabahı Kopenhag uçağına binerek başladı maceramız. Lokal saatle 2 civarı indik havaalanına. Stockholm’daki gibi tahta zeminli, şirin bir havaalanı karşıladı bizi. Hiç sorun çıkmadan pasaport kontrolünden geçip trenlere yöneldik. Hayatımda yaptığım en kısa havaalanı-şehir merkezi yolculuğundan (12 dakika) sonra merkez gara vararak şehrin kalbine adım atmış olduk. Otele nasıl varacağımıza daha önce baktığımız için 10 dakikalık sorunsuz bir yürüyüşle otele vardık, tabii Kopenhag hakkında ilk gözlemlerimizi de yaparak. Mesela garın çaprazında bedava harita bulup istediğinizi sorabileceğiniz ‘Tourist Information’ var. Emin olun, içeri girmeseniz bile nerede olduğunu bilmeniz sizi rahatlatıyor ki ben genelde harita alıp çıkarım.

20150830_174451Küçük Deniz Kızı Heykeli’ne giderken karşımıza çıkan fıskıyeli bir heykel

20150830_175801Küçük Deniz Kızı Heykeli

Villa Armonia Guest House aslında ne bir hotel, ne de bir hostel. Oldukça merkezi bir lokasyona konumlanmış Villa Armonia, her katında dört oda bulunan bir apartman. Her kattaki odalar ortak olarak banyoyu, tuvaleti ve mutfak holünü kullanıyor. Yani otelden çok, pansiyona yakın ama gayet memnun kaldık. Sahibiyle check-in hariç hiç muhatap olmak zorunda kalmadık ki gayet güler yüzlü ve yardımseverdi. Ipad’i ve ona bağlı küçük bir POS aletiyle ödememizi (3 gecelik oda fiyatı 2100 DKK)* alıp tüm gerekli anahtarları (oda, kat ve dış kapı) teslim ettikten sonra yanımızdan ayrıldı. Biz de odaya yerleştikten hemen sonra kendimizi dışarıya attık.

Sabahtan beri bir şey yemediğimizden doğal olarak önce karnımızı doyurduk. Gezi boyunca gittiğimiz tüm restaurant/cafeleri Foursquare ile Tripadvisor’dan aratarak bulduk. Bu yöntemi herkese öneririm, yaşamadığın bir şehirde hem bütçenize uygun hem de farklı ve kaliteli mekânlar bulabiliyorsunuz. Paludan Bog & Cafe de tam böyle bir yer. Tüm duvarları kitaplarla kaplı, üniversitenin yanı başında olması dolayısıyla üniversitelilerin çoğunlukta olduğu, oldukça geniş (4 salonu vardı) bohem bir cafe. Birer burger ile bira aldık (126 DKK). İlk 10 dakika yemeğe dalıp nefsimizi tatmin edince ortamın tadına varabilmeye başlayabildik. Mekândaki huzur ve dinginlik bizi de sarmaya başladı ve daha rahat hareket etmeye başladık. Türkiye’deki gibi her ân bir yerlere koşturmuyoruz sonuçta, üstelik tatildeyiz, aceleye ne lüzum var. Rahatça biramızı yudumlarken o günün planını da yaptık, harita üzerinden.

20150830_182501Kopenhag’ta yağmur damlaları

Çıkınca şehrin en merkezi caddesi olan (bozulmamış İstiklal’i hayal edin) Strøget’e vardık önce. Sonra yavaşça bu uzun caddeyi yürüyerek (erkekseniz pek takılmazsınız ama kadınlar için dükkân cenneti) şehrin ünlü bölgelerinden Nyhavn’a vardık. Burası pub cafelerle dolu, şirin ve rengârenk binalarla dolu bir sokak. Kopenhag’taysanız burada fotoğraf çektirmeyeni dövüyorlarmış 😛 Şaka bir yana, farklı bir sokak ve bana biraz Amsterdam’ı hatırlattı, hele ortasında kanal olduğundan. Ardından biraz dolanarak ünlü Küçük Deniz Kızı Heykeli’ne yürüdük. Burası, şehrin biraz kuzeyinde kalıyor, 30 dakika civarı yürümeniz gerekiyor. Şirin ve yemyeşil bir parkın sahlinde yer alan heykel, gerçekten küçük. Görünce ister istemez “Bu muymuş, olay?” diyorsunuz ki pek de özelliği yok. Hans Christansen’in ünlü masalını çok seven Carlsberg veliahtı Carl Jacobsen tarafından yaptırılmış. Heykelin çevresi turist kaynağından güzel bir fotoğraf almanız pek mümkün olmuyor, not düşeyim.

Dönüşte yağmurun başlaması biraz can sıksa da, şiddetini arttırmaması bizi zor duruma sokmadı. Hatta parkta güzel kareler oluşmasını sağladı. Merkeze doğru dönerken gördüğümüz bir marketten bira alıp sahilde içmeye karar verdik âniden. Marketteki biralara bakarken, doğal olarak daha önce tatmadığımız ve Türkiye’de olmayanlara yöneldik. Gözüme, adıyla beni çeken (Fil’m Hafızası sağ olsun) Carlsberg Elephant takılırken Onur da üzerinde psychodelic bir resim bulunan birini (Wiibroe årgangsøl) aldı. Nyhavn’ın ilerisinde oturarak içmeye başladık ki Onur’unki fazla alkollü (%10.5) ve şekerli çıktı. Pek zevk alamasa da biraz içti. (Bunun geyiği sonrasında çok döndü 🙂 )

20150830_195626Onur’un psychodelic birası

20150830_205511Carlsberg Elephant

Kalktığımızda saat neredeyse 10’a geliyordu ve o saatte açık restaurant pek olmayacağından, biraz da yorgunluğumuzu bahane ederek İskandinavya’da sürekli karşınıza çıkan 7 Eleven’lardan birine girip birer sandviç aldık. Kopenhag haftanın yorgunluğuyla yavaştan evlere çekilirken biz de otelimize doğru ilerliyorduk.

İkinci güne harika bir kahvaltıyla başlamak istedik. Gerçekten de beklentimizi karşılayacak bir mekân bulduk: Next Door Cafe. Aslında adı ipucunu veriyor, burası bir cafeden çok, yan kapınızda her zaman uğradığınız kankanızın yeri gibi. Küçücük olan mekânda bariz bir hippi tarzı var, zaten barister da tamamen dövmeli. Dışarıda sokağa taşacak kadar kalabalığı gödükten sonra masa bulamamaktan korktuk lâkin içerisi nispeten boştu. Masalar ise ayrı dikkati hak ediyor. Üzerindeki camın altında envai çeşit ülke parası ve kartvizit bulunuyor. Onları seyre dalmak için bile buraya uğrayabilirsiniz. Ben de Fil’m Hafızası kartımı çaktırmadan attım 😀

20150831_103140Next Door Cafe’de kahvaltı

20150831_113352Kopenhag’ın şirin evleri

Kahvaltı diyorduk, değil mi? “Burada hayatımın en iyi kahvesini içtim.” desem şaşırır mısınız? Gerçekten de öyle ama, o kadar ki insanlar sadece kahve için dakikalarca kuyruk bekleyebiliyor (işte dışarıdaki kalabalığın sırrı!). Kahvaltası da çok leziz üstelik. Çırpılmış yumurta yanında iki kızartılmış jambon ve iki kocaman yaban mersinli pancake! İşte güne zinde başlamanın sırrı!

Bu harika dopingin etkisiyle düştük yollara. Önce ünlü Danimarkalı yazar Hans Christensen Andersen’in müzesine uğadık. Andersen hâlâ çocukların severek okuduğu Küçük Deniz Kızı, Çirkin Ördek Yavrusu, İmparatorun Yeni Elbiseleri (şu ünlü “Kral Çıplak!” repliğiyle biten masal), Kibritçi Kız ve Kar Kraliçesi masallarıyla ünlenmiştir. Müzede Andersen’in hayatının detaylarına vâkıf olabiliyorsunuz ve belli başlı masallarının küçük canlandırmalarını izleyebiliyorsunuz. Açıkçası çok da önemli olmayan bir müze, rahatlıkla es geçebilirsiniz.

20150831_114916Carlsberg Genel Merkezi Fil Bulvarı

20150831_121313Bira koleksiyonundan bir kare

20150831_121427Biralar…

Ardından Carlsberg müzesine bayağı yürüdük çünkü müze, 19. yüzyılda ilk üretim yapılan binada olduğundan şehir içinde değil ama yaklaşık 40 dakikada ulaşabiliyorsunuz. Buraya varmadan oldukça şirin bir mahalleden geçtik, tepeyi hemen tırmanmadan sağda gözünüze çarpar zaten. Herkesin yaşamak isteyeceği iki katlı çok şirin evlerden oluşan bu sokaklarda da bir dolaşın. Bu arada tepe demişken, Danimarka’nın tek tepesinden bahsediyorum. Çünkü Danimarka, Hollanda’dan bile daha düz bir ülke!

Carlsberg Müzesi (Visit Carlsberg), biraseverlerin mutlaka ziyaret etmesi gereken bir yer. Herhâlde en tatlı özelliği, ben yapmasam da, müzeyi bira içerek dolaşabilmeniz. Bilet parasının içinde 2 bardak bira da var! Gezmeye en eski atölyeden başlıyorsunuz ki 19. yüzyılın başlarında kurulmuş bir şirket Carlsberg. İlk önce Guinness Rekorlar Kitabı’na girmiş bir bira şişesi koleksiyonu sizi bekliyor. Tam 16879 farklı marka bira var odada ki koleksiyon aslında 22558 şişeymiş. İçlerinde Türkiye’den de şişeler var, şahsen Tuborg Kış Birası’nı ilk defa gördüm. Kış birasının farkı ne, hiç bilmiyorum açıkçası 😀

20150831_121841Güncel bira şişesi sayısı

20150831_121758Tuborg Kış Birası

Odalarda ilerledikçe imalat atölyeleri ile eski imalat yöntemlerini görerek bira tarihi ve Carlsberg tarihi hakkında bilgi ediniyorsunuz. Şahsen 60’lardaki fıçılama şeklini gösteren videoyu çok sevdim. Ayrıca 1900’lerin başlarında Carlsberg’in, Tuborg’u aldığını öğrendim ki Türkiye’deki Tuborg da Carlsberg’inmiş! Genel kültür böyle artıyor işte. 😀 Bir de ilginç bir şekilde Carlsberg, 1850’lerden beri svastika sembolünü simge olarak kullanıyormuş (sadece 1938-1945 arası kullanmamış, sebebi mâlum). Mardin yazımda svastikanın anlamı ve tarihine değinmiştim. Nereden nereye, Mu’dan Mezopotamya’ya, oradan Kopenhag’ta bir bira müzesine! Tarihin önemi böyle ayrıntılarda da çıkıyor işte!

Müzeyi bitirince önce avluda, sonra da üstteki restaurantta birer biramızı yuvarladık. Restaurantın ilginç tarafı, altında yer alan aktif imalathaneyi camekândan izleyebilmeniz. Gitmeden önce de bir 10-15 dakika langırt attık ki ben berbat oynamama rağmen çok eğlendik.

20150831_140556 20150831_140543

Son derece eğlenceli geçen bu müze ziyaretinden sonra rotayı yine merkeze çevirdik ama bu sefer yağmura yakalandık. Merkeze ulaşana kadar yağmurda yürüdük, neyse ki hafif yağıyordu, çok etkilemedi bizi. Yönümüzü Christiana’ya çevirmiştik ve ana kanalı geçmek üzereydik ki hayatımda duyduğum en korkunç sesle irkildim! İğrenç ve son derece çaresiz bir çığlık atmamla kulaklarımı kapatmam bir oldu. Sonrasında Onur’un da eğilip kulaklarını kapattığını gördüm. Bunun bir gök gürültüsü olduğunu o anda anladım. Tüm bu olay 1-2 saniyede oldu ve bitti! Nasıl bir çığlık attıysam başka biri, iyi olup olmadığımıza bakmaya geldi. Hiç bu kadar korktuğumu hatırlamıyorum, berbat bir andı ve yanımızdaki binaya şimşek düşmüştü!

Birkaç dakikada toparlandık ve yolumuza devam ettik. Köprüyü geçerken sağanak bastırdı. Koşarak sığınacak bir yer aradık çünkü o yağışta yürümek akıl kârı değildi. Bir binanın girişinde yaklaşık 15 dakika bekledik, ta ki yağış yavaşlayana kadar. Sonrasında Christiana’ya devam ettik.

20150831_175851Christiana’da fotoğrafını çekebileceğiniz tek şey: Giriş kapısı

Christiana bir bölge, mahalle dense de o kadar büyük değil ama özel bir mahalle. Nasıl derseniz, burası 71’de hippiler tarafından kurulmuş özel bir bölge ve sadece iki şey yasak: Fotoğraf çekmek ve koşmak! Diğer her şey serbest, uyuşturucu dâhil! Giriş de serbest! Yağmurun da katkısıyla çamura bulanmış patikalar ortama kırsal bir hava veriyor. Zaten yerleşkeler, kulübe veya ondan biraz daha büyük. Üzerlerinde “CASH” yazan ve içerisi bir perdeyle örtülmüş mekânlar direkt göze çarpıyor, buralarda uyuşturucu satıldığı gayet aşikâr! Çeşitli cafeler var ama yağmur yüzünden herkes ufacık bir alana sıkışmıştı ve oturacak pek yer yoktu. Pek hayal ettiğimiz atmosferi bulamıyoruz, gören de her an bu tarz ortamlarda sanır bizi ki sigara bile içmeyen adamlarız. Çıkışa yaklaşırken bir Türk’ün diğerine şöyle dediğini duyup gülümsüyoruz: “Ulan beni getirdiğin yere bak! Zaten yağmur da yağıyor!” Son cümle, gezimizin geyik cümlesi oluyor; bilhassa Oslo’da yağmurda ıslanırken birbirimize söyleyip bol bol güldük. 😀 Bu arada “Neden fotoğraf ve koşmak yasak?” derseniz oldukça mantıklı sebepleri var: Buraya gelip istediğini yapanları çekmemeniz ve yılda bir bile olsa olası bir polis baskını izlenimi vermemeniz için. Çıkıştaki “AB’ye girmek üzereysiniz!” uyarısının yüzlerimize kondurduğu tebessümle merkeze geri döndük.

Bilenler bilir, Kopenhag bir sürü Michelin yıldızlı restauranta sahip olmasıyla da ünlü. Ama ülkenin pahalılığının yanına Michelin yıldızı eklenince, hesaplar bayağı el yakıyor, 500 TL üzerine (kişi başı) çıktığını duydum ama deneyimlemedim. Tabii hâl böyle olunca normal restaurantlar da pek aşağı kalmıyor. Biz içlerinde en uygun olanında, Tight’ta şansımızı deneyelim istedik. Saat 7’ye gelirken girdiğimizde, önce rezervasyonumuzun olup olmadığını sordular. Olmadığını söyleyince girişteki 4 küçük masadan birini gösterip eklediler: “Merak etmeyin, menü değişmiyor katlar arasında!” Valla, katlar arasında menü değişimi yapacak kadar lüks yerlere hiç gitmedim zaten. 😀 Fiyakalı menüden Marine Domuz Eti’ni seçtim. Domuzu tercih eden biri değilim ama webde bunun çok iyi olduğunu okumuştum. Gerçekten doğru seçim yapmışım, tamamen Antep fıstığı içinde üç orta büyüklükte et geldi ve gayet yumuşaktı. Bu arada İskandinavya gezimiz boyunca hiç nakit kullanmadığımızı ekleyelim, her şeyi kredi kartıyla ödedik. Bu konu, gayet gelişmiş ve olağan orada. İlk defa Tight’ta kredi kartıyla bahşiş uygulamasına şahit oldum ki sonrasında bunu çok deneyimledik gezi boyunca. Kartı taktığınızda önce bahşiş verip vermeyeceğinizi soruyor POS cihazı, ardından da PIN giriyorsunuz. Çoğu yerde ise ekranda ücretiniz yazarken altına ücret girmeniz isteniyor, mesela 50 TL hesap tuttu ve siz 60 TL ödeyebiliyorsunuz. Bu arada Tight’ta içecek dâhil 230 DKK hesap ödedim.

20150831_200644Tight’taki yemeğim

20150901_001938Gece vakti dürüm-ayran

Sonrasında biraz yürüdük ve bir yerde dondurma yedik, çok bir özelliği yoktu açıkçası. Caddelerde biraz daha kaybolduktan sonra The Dubliner’e gittik. Burası tam manasıyla bir İrlanda pub’ı! Bu tarz yerleri seviyorsanız mutlaka uğrayın. Türkiye’de olmayan Kilkenny (eylül 2015 itibariyle yeni geldi!) içtik ki oldukça beğendim, çok acılığı olmayan bir ale. Çıkışta da Avrupa’nın en ucuz yiyeceği olan döneri denemek istedik. Schwarma deseler de bildiğiniz döner, ayran da mevcut yanında üstelik. Tabii bizimkilerin yanına pek yaklaşamayacak lezzette ikisi de.

Üçüncü güne yine güzel bir kahvaltıyla başladık, bu sefer The Living Room’da. Adı gibi, oturma odası gibi düzenlenmiş bir mekân. Yalnızca tezgâhın çevresinde tabureler vardı, biz de onlardan ikisine yerleştik. Ama önce kuyruğa girip kahvaltımızı aldık. Buradaki insanların kuyruk bekleme sabrı ve medeniyeti, sinir edecek derecede. Bir kahveyi 10 dakika bekleyebiliyorlar ve zerre dert etmiyorlar, sanki başka bir dünyada yaşıyorlar 🙂 Neyse harika bir salamlı sandviç, çikolatalı kek ve çilkeli milkshake ile gücümü tamamen doldurduktan sonra yola koyuluyoruz. Bu sefer hedef Ulusal Müze’nin bir kolu olan Tøjhus Müzesi.

20150901_102030The Living Room’da kahvaltı ederken

20150901_120629Tolkien evrenine giriş

20150901_114644Serginin girişinde

Önceki gün Christiana’ya giderken şans eseri buranın önünden geçerken büyük bir şaşkınlıkla ilanını gördüğümüz Tolkien Sergisi’ne geldik. Serginin ücretsiz olması büyük bir şans iken günde sadece 4 saat (12-16 arası) açık olması garip geldi. Binada savaş topları gibi askeri muhimmatların çoğunlukta olduğu çeşitli sergiler bulunuyor. Lâkin biz hiçbirine takılmadan amacımıza yöneldik. Sergi, Tolkien evrenine ait onlarca objeden oluşuyor: Tek yüzük, Sting, Gandalf’ın asaları, karakterlerin küçük boy veya bire bir boyutta figürleri… Sergiyi Lord of the Rings üçlemesinin (2001-2003) Howard Shore imzalı müziklerini dinleyerek gezmek ise ayrı bir hoşluk. 30 dakikada bitirsek de tadı damağımızda kaldı. Yeri gelmişken küçük bir enterasan bilgi vereyim: Yüzüklerin Efendisi’nin Danca edisyonunun çevirmeni, Danimarka Kraliçesi’nin ta kendisi!

20150901_121008Sting

20150901_121642Gandalf’ın asaları

20150901_120857Cücelerin Bilbo ile yaptığı anlaşma (Hobbit)

Çıkınca şehrin ünlü su altı heykellerini görmeye gittik. Şehrin merkezindeki Højbro köprüsünün hemen altındaki suda tam 8 heykel duruyor. Görmeniz için dikkatli bakmanız gerek 🙂 Neden su altındalar derseniz, heykeller aslında ünlü bir halk hikâyesinin tasavvuru. Bir gün, bir köylü kızı bir Merman’a (denizde yaşayan insan) âşık oluyor ve onunla denizde yaşamaya başlıyor. Çiftin 7 çocuğu oluyor. Derken başka bir gün, kız sahil kenarında yüzerken çan sesi duruyor ve kiliseye gitmek istiyor. Sevgilisi de geri dönmesi şartıyla izin veriyor. Ama kız karaya çıkınca eski hayatını özlediğini anlayıp dönmüyor. İşte bu 8 heykel, bu Merman ve yedi oğlunun bu köylü kızını bekleyişini simgeliyor.

20150901_122100Balrog

20150901_121326Gollum

20150901_130701Su altı heykelleri

Ardından yapacak pek bir şey kalmadığından bir parkta çimlere yayılıp biraz dinlendik. Öğle yemeği vakti gelince de eski bir arkadaşımın tavsiyesiyle Aamans’a gittik. Burası kazıklanmaktan korkacağınız kadar şık bir yer ama fiyatları böyle bir yere kıyasla mâkul. Aamans’ın özelliği tamamen organik malzemeler kullanması ve Danimarka’nın ünlü yiyeceği smorrebrod’u en iyi şekilde yapması. Biz de farklı malzemelere sahip birer smorrebrod aldık. Smorrebrod, aslında üzerine balık konmuş bir ekmek, yani ilk düşünüldüğünde pek cazibesi yok. Ama Aamans’ta yediklerimiz çok güzeldi. Bu arada ısmarladığımız kola ve bira da organikti. Colanın tadı gayet güzeldi, not düşülsün. Böyle bir mekân için 118 DKK ödemek de bize normal geldi.

Sonraki vakitlerimizi, merkezin hemen dışında yer alan göllerin kıyılarında yürüyerek geçirdik. Hafta içi gündüz olmasına rağmen insanların ya koştuğunu ya da bisiklet bindiğini görmek bizi şaşırttı. Çünkü trafik oluşturacak kadar çok kişi spor yapıyor! Şaka yapmıyorum, inanın! Uzun yürüyüşümüzden otele dönerken karşımıza bir Scientology kilisesi çıkması ilginç oldu. Hemen kapısında fotoğrafımı çektirdim Onur’a. Çünkü tatilden hemen önce bu garip tarikat hakkında Going Clear: Scientology and the Prison of Belief (2015) belgeselini izlemiştim. gerçekten yorum yapılamayacak kadar saçma bir vaka.

20150901_144605Organik kola

20150901_144751Organik bira

Otelde dinledikten sonra akşam yemeğine çıktık. Halifax adında birkaç şubesi olan bir burger zincirine gittik. Şunu can-ı gönülden söylüyorum ki hayatımın en iyi burgerını yedim, muhteşemdi. Üstelik porsiyonları inanılmaz büyük, ben bile bitirmekte zorlandım. Ayrıca bizim Bomonti ayarında kendi birası da var. Fiyat olarak 190 DKK verdik ki kesinlikle değer.

Böylece Kopenhag maceramız bitti. Kopenhag; kompakt, şirin ve tipik bir Avrupa kenti, ben gayet beğendim. Kendine has entellektüel bir havaya sahip. Sanki her şeyinde ayrı bir tarz var. Eskiyi ve yeniyi oldukça kıvamında harmanlaması da ayrı bir artısı. Oldukça keyifli bir 2.5 gün geçirdik ama ikinci kere gitmenin sıkabileceğini hissettim. Yaşamanın ise farklı ve eğlenceli olabilir gayet, tabii ne kadar olasılığı var, o konuya girmeyelim.

20150901_172633Scientology Kilisesi

 * : 1 DKK = 0.455 TL (gezinin yapıldığı tarihteki kur)

Fotoğraflar: Onur Son & bendeniz

Bir sonraki yazı için tıkla: Bergen

  1. Henüz yorum yapılmamış.
  1. 03/11/2015, 21:04

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s

%d blogcu bunu beğendi: