Arşiv
İskandinavya Macerası – III: Fiyort ve Tren Yolculukları
4 Eylül Cuma sabahı, hava dişlerini cildimize geçirmeye çalışırken Bergen’deki otelimizden ayrılıp iskelenin yolu tuttuk. Çok bulutlu bir hava vardı, sanki her an yağmur yağacakmış hissi yoğundu. 8’de kalkacak tekne için daha 7.30’da kuyruk oluşmaya başlamıştı. Herkes en güzel koltuğu kapmak için serin havaya rağmen dışarıda bekliyordu. Kalkışa 10 dakika kala kapılar açıldı, biletini gösteren hızlı adamlar atarak gözden kayboldu. Neyse ki fazla beklemeden biz de içeri geçtik ve ikinci katta cam kenarına konumlandık.
Tekne diyorum lâkin bu deniz aracı, İstanbul’daki deniz otobüslerinin benzeri. İki katlı, yolcuların rahatlığı ön plana çıkarılmış bir taşıt. Arkasında seyir için büyükçe bir alan var, biz vaktimizin çoğunu burada geçirsek de havanın soğukluğu size pek fırsat tanımıyor. Ön tarafta ise çok ufak bir açıklık var, ayakta durmak bile zor çünkü üstü açık. Bu arada cayır cayır beleş wi-fi mevcut. Hoş, o kadar para bayıldıktan sonra o kadar da olsun. Yiyecek-içecek satışı mevcut, üstelik ucuzluğu bizi şaşırttı. Hele kahvenin ülkemiz için bile ucuz olması bana iyice garip geldi. Belki de insanları bu soğukta biraz olsun ısıtmaya heves etmişlerdir, kim bilir. Nitekim çoğu yolcunun elinden kahve bardağı hiç eksik olmadı!
Oturduğumuz nadide zamanlardan biri
Bu harika yolculuğu yazmaya devam etmeden önce kısa bir bilgilendirme geçelim. Çünkü eminim çoğunuz ‘fiyort’ kelimesini duymuşsunuzdur lâkin tam anlamını bilmiyorsunuzdur. Ne yalan söyleyeyim, ben de çok detaylı bilmiyordum. Efendim fiyort, buzulların vadilerdeki toprağı zamanla aşındırması ve bu aşınan yerleri denizin/okyanusun doldurmasıyla oluşmuş bir coğrafi şekil. Çoğunluğu bize Buzul Çağı’ndan yadigâr. Bu çağda bilindiği üzere buzullar, belli enlemlere kadar inmiş. İşte çeşitli vadilerde konumlanan buzullar, buralardaki yumuşak toprağı yavaş yavaş erozyona uğratmış. Sonra da çağ sona erip buzullar eriyince bu boşlukları deniz/okyanus doldurmuş. Bu yüzden, fiyort sadece belli enlemlerin üzerinde (veya Güney Yarımküre için altında) bulunuyor. Türkiye’de olmamasının ve Norveç’te her kıyıda olmasının sebebi de bu.
Aslında mantıken ‘buzullar tarafından oluşturulmuş haliç’ diye kısa bir tanım da yapılabilir lâkin iki coğrafi şeklin de jeomorfolojik oluşumları gayet farklı. Yine de Norveçlilerin -‘fiyort’ kelimesinin kökeni Norveçce- haliçe de fiyort demeleri garip. İskandinavya harici ülkelerde bu ayrım daha kesin.
Fiyort manzarası – 1 Daha fazlasını oku…
İskandinavya Macerası – II: Bergen
Bir önceki yazı için tıkla: Kopenhag
2 Eylül Çarşamba sabahı Kopenhag’tan Bergen’e uçarak Norveç’e geçmiş olduk. Norwegian Airways şimdiye kadar uçtuğum en düzenli ve yeni çağa uyumlu havayolu olabilir. Havaalanında güvenlik kontrolü hariç kimseyle muhatap olmadan uçağa binip iniyorsunuz. Böylece ne kuyruk oluyor, ne de karmaşa. Türkiye’deki uygulanabilirliği şüpheli de olsa, 21. yüzyılın kolaylıkları gündelik hayata yavaştan uyum sağlamış oluyor.
Bergen’e indiğimizde yağan yağmur hafiften moralleri azaltsa da hızlıca bu kompakt ve sevimli havaalanından çıkıp otobüse biniyoruz. Kredi kartıyla şoföre ödemeyi yaptıktan sonra otobüsteki kablosuz internetin keyfini çıkarmaya başlıyoruz. Yaklaşık 30-40 dakikalık bir yolculuk sonrası kuzeyin huzurlu şehrine varıyoruz.
Norveç’teki yaşam bizden biraz farklı, fiziksel ve ekonomik koşulları sağolsun. Bilindiği gibi her tarafı froydlarla (fyord mevzusuna bir sonraki yazıda detaylı gireceğim) kaplı olan Norveç bu yüzden bir sürü körfeze, koya, dağlık araziye, adaya ve göle sahip. Buna rağmen nüfus, belli yerlerde kümelenmemiş, tam tersine nereye baksanız ev var. Dağ, tepe, orman, ada, göl; her yerde mutlaka ev var. Bana açıkçası çok garip geldi. İnsan bu soğuk ülkede, belki 2-3 kilometre yakınında insan yokken ne diye yaşar? Valla oluyormuş. Bu yüzden belli bir kasaba yerine, bölgeler var burada. Bergen’de, mesela bariz bir kasaba merkezi olsa da aslında burası koca bir bölgenin merkezi. Bu sebeple tepeden baktığınızda, ev olmayan alan yok. Tabii bunlar dip dibe değil. Az olan kasaba merkezleri hariç, evler arasında ciddi mesafeler var ve her yer yemyeşil! Kendinizi cennette sanabilirsiniz.
Bu sefer de aşağıdan tepeye bakıyoruz 🙂
Tabii bu huzurun bir sebebi de ülkenin akıl almaz zenginliği! Kutup Buz Denizi’nde çıkan petrol ve bunun sosyalist bir politikayla dağıtımı sağ olsun, ülke ferahtan dolup taşıyor. Dünyanın en pahalı ülkelerinden biri burası. Geldikten sonra araştıracak kadar merak ettim bu ekonomiyi, sayesinde Big Mac Endeksi’ni (her ülkedeki Big Mac fiyatına göre yapılan sıralama) öğrendim 🙂 Gelmeden önce farkındaydık zaten de, bizzat görmek farklı oluyor. Herkesin pek bir cool takıldığı bir yer burası, artık iklimden midir bilemeyeceğim 🙂 Daha fazlasını oku…
İskandinavya Macerası – I: Kopenhag
Yurt dışına çıkmak maddiyatla bire bir bağlantılı olduğundan, çoğu insan bu eylemi fuzuli ve hava atma aracı olarak algılıyor. Böyle olarak kullanan bir kesim hâlâ mevcut da olsa 21. yüzyılda yurt dışına çıkmak çok daha farklı anlamlar ihtiva ediyor. Yeni kültürler tanıma, farklı yetişmiş insanlarla tanışma, rutinin dışına çıkma, yeni coğrafyalar görme bu anlamların sadece birkaçı.
2005’ten beri devam eden yurt dışı seyahatlerimde Sibirya ve Sicilya gibi alışılmışın dışında rotalar seçmem, insanları daha da meraklandırıyor. Belli ki amacım farklı, sadece yurt dışına çıkıp egomu tatmin etmeye çalışmıyorum. Benim için her yurt dışı seyahati; ruhumu dinlendirdiğim bir terapi, yeni deneyimler edindiğim bir macera ve kendimi geliştirdiğim bir süreç. Ne yazık ki beyaz yakalı bir çalışan olarak günlük çalışma düzeninde bir rutine saplanıp gidiyoruz, nefes almaya bile vakit bulamıyoruz. Bu yüzden amacım rutinin olabildiğince dışına çıkıp farklı eylemlerde bulunmak, daha önce tatmadığım küçük şeyleri keşfetmek.
Bu yıl da kadim dostum Onur’la beraber rotayı İskandinavya’ya çevirdik. Öncelikli amacımız fyordları görmekti. Kopenhag-Bergen-Flåm-Oslo’dan rotanın son hâli de bunun etrafında şekillendi. 8 günlük bu program oldukça dolu geçtiğinden yazıyı kentlere böleceğim. Yine de umarım; oldukça uzun olacak yazıları keyifle okursunuz, benim aldığım keyfi, biraz olsun siz de duyumsaysınız ve de kendi seyahatinizi planlarsınız.
30 Ağustos 2015 Pazar sabahı Kopenhag uçağına binerek başladı maceramız. Lokal saatle 2 civarı indik havaalanına. Stockholm’daki gibi tahta zeminli, şirin bir havaalanı karşıladı bizi. Hiç sorun çıkmadan pasaport kontrolünden geçip trenlere yöneldik. Hayatımda yaptığım en kısa havaalanı-şehir merkezi yolculuğundan (12 dakika) sonra merkez gara vararak şehrin kalbine adım atmış olduk. Otele nasıl varacağımıza daha önce baktığımız için 10 dakikalık sorunsuz bir yürüyüşle otele vardık, tabii Kopenhag hakkında ilk gözlemlerimizi de yaparak. Mesela garın çaprazında bedava harita bulup istediğinizi sorabileceğiniz ‘Tourist Information’ var. Emin olun, içeri girmeseniz bile nerede olduğunu bilmeniz sizi rahatlatıyor ki ben genelde harita alıp çıkarım.
Küçük Deniz Kızı Heykeli’ne giderken karşımıza çıkan fıskıyeli bir heykel
Villa Armonia Guest House aslında ne bir hotel, ne de bir hostel. Oldukça merkezi bir lokasyona konumlanmış Villa Armonia, her katında dört oda bulunan bir apartman. Her kattaki odalar ortak olarak banyoyu, tuvaleti ve mutfak holünü kullanıyor. Yani otelden çok, pansiyona yakın ama gayet memnun kaldık. Sahibiyle check-in hariç hiç muhatap olmak zorunda kalmadık ki gayet güler yüzlü ve yardımseverdi. Ipad’i ve ona bağlı küçük bir POS aletiyle ödememizi (3 gecelik oda fiyatı 2100 DKK)* alıp tüm gerekli anahtarları (oda, kat ve dış kapı) teslim ettikten sonra yanımızdan ayrıldı. Biz de odaya yerleştikten hemen sonra kendimizi dışarıya attık. Daha fazlasını oku…
Hayattan Notlar
- The Jinx: Life and Deaths of Robert Durst ilginç bir belgesel. 6 bölüm hâlinde HBO’da yayınlandığında bu kadar ses getireceğini yaratıcıları biliyorlar mıydı, emin değilim. Çünkü ortada bir sürü açıdan ilginç bir vaka var: Hukuksal, psikolojik, sosyal, kriminal… Multi-milyarder bir aileye mensup olan Robert Durst’ün çeşitli cinayetlerde birinci şüpheli olması ama bir şekilde hiç hapse girmemesini şaşkınlıkla izliyorsunuz. Ortada çok ciddi bir dram var. Kafasına estiği gibi davranan bir psikopat, sırf zengin olduğundan sistemin açıklarını kullanıp hukuk sistemiyle alay ediyor. Her yerde aranırken 6 dolarlık bir sandviç çalarken yakalanması veya kendisini araştıran bir belgeselciyle röportaj yapmayı kendisinin teklif etmesi cabası… İbretle izlerken sistemin durumu hakkında da bolca düşünüyorsunuz…
- Belgesel yayınlandıktan sonra Durst hakkında yeni davalar açıldığını ve yönetmen Jarecki’nin süreci takip ettiğini not edelim. Yani ‘The Jinx 2’ 2-3 yıl içinde gelebilir.
- Xavier Dolan’ın ilk iki filmini seyretmiştim ve bence çok abartılıyor. Genelde kadınların olumlu yaklaşması da bu düşüncemi doğruluyor bence. Ama yine de son filmi Mommy‘yi (2014) izledim. Gerçekten farklı, sağlam ve izlemesi keyifli bir film. Dolan üslubunu daha oturtmuş ama yine de sonraki projeleri konusunda şüphelerim bâki.
- The Avengers 2 (2015) ve Entourage (2015) sinemada yaşadığım hayalkırıklıkları oldular. İlki, kendisinden beklenmeyeni (pozitif olarak) yapan bir ilk film ardından gelen vasat bir eğlencelikti. İkincisi ise oldukça eğlenceli ve zeki bir dizinin (iki kere izleyecek kadar bayılırım) vasat bir kopyasıydı.
- Jurassic World (2015) kendisini bilen vasat bir eğlencelikti mesela, sadece görevini yapıyordu. Kerem Sanatel’in Altyazı’daki (Temmuz-Ağustos 2015) eleştirisine tamamen katılıyorum, okumanızı öneririm.
- Inside Out (2015) artık Pixar’dan beklentilerimizi düşürdüğümüz için oldukça iyi geldi. Ergenliğe adım atmaya hazırlanan bir kızı konu alsa da, sonuçta bir insanın iç dünyasıyla dış çevresi arasındaki etkileşimi ile karakter oluşumunu anlatıyordu ve oldukça da başarılıydı. Tabii ana izleyici kitlesi çocuklar olduğundan bir yerde duruyor ve film, sadece ‘vasat üstü’ olmakla yetiniyordu. Oysa ciddi potansiyeli vardı, mesela bu filmi Miyazaki çekse ortaya çıkacak eser bambaşka olurdu.
- Bu yıl bilim-kurguya doyuyoruz. Ex-Machina (2015) daha çok görselliğe önem verse de gerçekten başarılı bir film, yılın filmlerinden. Dr. Frankenstein hikâyesi ile yapay zeka konusunu çok başarılı bir şekilde birleştiriyor. Bu film hakkında Fil’m Hafızası için Mustafa Koca sağlam bir eleştiri yazdı, öneririm.
- Keza Mad Max: Fury Road (2015) hem başarılı bir post apokaliptik bilim-kurguydu (steam estetiği korunmuş yine) hem de dur durak bilmeyen bir adrenalin deposuydu. Neredeyse soluksuz izledim. Yapım tasarımı, kostümler, makyaj ve ses tasarımı efsane olmuş. Şimdiden yılın en iyileri arasında.
- Tek sevmediğim film türü olan korkuda da iyi bir yapım izledim: It Follows (2014) izleyiciyi şaşırtabilen ve haddini de bilen nadir korkulardan. Ama n’olur devamı gelmesin!!!
- Edebiyatla aram hiç iyi olmadı, kitap okumaktan sıkılan biriyim ne yazık ki. Zaten istediğim edebiyat birikimini yapabilseydim yazarlıkta çok daha iyi yerlerde olurdum herhâlde. Yine de arada kendimi şaşırtabiliyorum. 2 ay içinde 3 klasik okudum, bana göre bir rekor bu!!! 😀
- Sabahattin Ali’nin Kürk Mantolu Madonna‘sı gerçek bir başyapıt! Söyleyecek sözüm olamaz…
- Ardından Yaşar Kemal’in İnce Memed‘ini okudum ki o da çok başka bir şaheser. Tabii biraz efsaneleştirme var ki bence doğal da… Şimdi ikincisini okuyorum.
- Selimiye’de tatildeyken pansiyon sahibemiz Elâ Hanım, biraz metazori olarak arkadaşımla bana Dino Buzzatti’nin Tatar Çölü‘nü (Il Desserto del Tartari) okuttu, iyi de yaptı. İnsanın kafasındakiyle gerçeğin ne kadar farklı olduğu hakkında hafif sürrealist bir yapıt. Pek aksiyon yok kitapta çünkü esas amaç okuyucuyu düşündürtmek, tatilde olmasam okuyamazdım. Çünkü bir arkadaşımın Facebook’ta yazdığı gibi: “Tatar Çölü bitmeeeeeeeeeez… Bekle bekle bitmeeeeeeeez.”
- Bu arada Elâ Hanım kitabın en iyi çevirisinin Can Yayınları’ndan çıkan Nihâl Önol’unki olduğunu belirtti ısrarla. Zaten bize de yırtık dökük de olsa o çeviriyi okuttu. Diğerleri yavanmış.
Haziranın ikinci haftası Marmaris’in Selimiye köyünde tatil yaptım. Tek amacım dinlenmek ve denize girmekti, tam da amacıma ulaştım. Okuldan (yurttan) bir arkadaşımla 8 gün kaldık. Sahil şeridinin dar olması yapılaşmanıın içeriye girmesine izin vermiyor, o yüzden koy boyunca yayılmış yerleşim. Tabii 20 yıl önce küçük bir balıkçı köyüyken şimdi turistik olmuş ama fazla yer olmaması çok bozulmamasını sağlamış. Yolu çok virajlı ve uzun, o yüzden ana misafirler milyon dolarlık yatlarını bağlayanlar. Bu yüzden yan yana Carrefour, Macro Center ve Migros’u görebileceğiniz tek yer Türkiye’de.
- Okullar kapanmadan gitmekle çok isabetli davranmışım. Zaten sessiz ve sakin olan köy iyice kendi hâlindeydi, bazı yerler açılmamıştı bile. Biz Hydas Pansiyon’da kaldık, çok memnun kaldık. Köyde galiba 3 otel var, onlar da ufak ama pansiyonu tercih edin derim.
- İki güzel ve ünlü rakı-balık lokantası var, Sardunya ve Hidayet’in Yeri. İkincisi bence daha güzel çünkü önü açık ve etrafı boş, fiyatı da biraz daha uygundu. Sardunya daha sosyetik, servise çok önem veriyorlar ama önüne zincirleyen yatlar zevki baltalıyor. İkisinin de fiyatları İstanbul seviyesi, içki de içerseniz adam başı 150’ye kalkarsınız. Ahtapot ve kalamarı güzel yapıyorlar. (ki İstanbul’da ahtapot yapamıyorlar!!!)
- Ayrıca köy meydanında ev yemekleri yapan Beyaz Ev Yemekleri, yanında Badem Mantı, biraz içerde de Mavi Pide Salonu karnınızı rahatlıkla doyurabileceğiniz yerler.
- Tekne turu yapmadan sakın ayrılmayın! Ben 2 gün çıktım, harika koylara götürüyorlar! Kendinizi cennette sanabilirsiniz…
- Ramazanda da arkadaşlarla Saros Körfezi’ndeki Gökçetepe Tabiat Parkı’nda kampa gittim. Bahaneyle ilk çadırımı aldım. Çekiniyordum, yapamayacağımı düşünürdüm çadırda ama gayet güzeldi. Ormanda bol oksijenle uyumak çok keyifli!! Gökçetepe’nin denizi taşlık olsa da çok güzel.
- Kışın ilk defa bir crowdfunding kampanyasına katılmıştım. İlk albümüne (M.U.S.I.C.) bayıldığım Elif Çağlar, ikinci albümü (Misfit) için düzenledi. Sanırım 15 $ verdim. Mayıs sonunda önce indirme linki geldi, sonra da imzalı albüm adresime geldi. İyi ki katılmışım kampanyaya, harika bir albüm olmuş, tam saf caz!
- İki hafta önce de efsane bir albüm keşfettim. 1 yıl önce çıkan Metin Altıok Şiirlerinden Şarkılar (Ankâ). İçinde muhteşem şarkılar var. Fazıl Say, Kardeş Türküler, Umay Umay, Birsen Tezer, Vedat Sakman, Zülfü Livaneli albüme katkı verenlerden sadece birkaçı. Mesela Hilmi Yarayıcı ve Yasemin Göksu’nun ‘Hançerin Sapı’ düeti efsane. Dinleyin, defalarca…
- Bu arada İlhan Şeşen ayrıldıktan sonra sönen Grup Gündoğarken ikidir harika şarkılarla karşıma çıkıyor farklı toplama albümlerde. Ezginin Günlüğü tribute albümündeki ‘Eksik Bir Şey’ efsane bir şarkıdır. Metin Altıok’ta da ‘Geriye Kalan’ çok farklı ve özel.
- Politika yazmak istemiyorum artık. Zaten diyeceğimi film analizlerinde çaktırmadan diyorum, anlayana… http://filmhafizasi.com/medeniyet-uzerine-cesitlemeler-les-invasions-barbares/ bayağı politik oldu mesela…
Euronoise 2015 – Maastricht İzlenimleri – 1
Euronoise 2015’e 31 Mayıs – 3 Haziran 2015 arası gitsem de olayın geçmişi 2012’ye dayanıyor. Hayatımın oldukça gelgitli olduğu dönemlerden geçerken şirkette TEYDEB’e başvurmayı düşündüm. TEYDEB, bir şirketin ulusal çapta yeni bir teknoloji geliştirerek yeni bir ürün veya metot geliştirmesine olanak veren bir TÜBİTAK teşvik fonu. Şirketin içinde bir kişi, projeye karar verip başvuruyu hazırlar, TÜBİTAK onay verirse proje başlar. Proje bitiminde TÜBİTAK denetleyip onay verir ve proje bütçesinin belli bir kısmını (en fazla %60’ını) şirkete öder.
Benim ve bir çalışma arkadaşımın 2012 yazında hazırladığımız ve 2013 baharda onaylanan ‘Bir Elektrikli Aracın İstatiksel Enerji Analizi Metoduyla Modellenmesi ve Doğrulanması’ projesine 2013 Haziran’da başladık. Lâkin proje ortasında iş arkadaşım istifa edince, projenin %80’ini kapsayan sanal modelleme ve analiz işi bana kaldı. 2014 Ocak-Temmuz arası bu yüzden (ve diğer projelerin işleri sebebiyle) neredeyse her hafta 2-3 akşam mesaisine kaldım. TÜBİTAK’ın final raporunu Temmuz 2014’te tamamladıktan sonra tüm bu projeyi İngilizce olarak bir makalede topladım. 2014 sonbaharda da Euronoise 2015’e başvurdum. Yılbaşından hemen önce makale kabul edildi ama beklediğimiz gibi sözlü sunum olarak değil, poster sunumu olarak.
Bu ufak hayal kırıklığına rağmen 31 Mayıs sabahı Sabiha Gökçen’de tek başımaydım. Pazar sabahının gayet tenha olacağını umarken oldukça yoğun bir kalabalık karşıladı beni. Sabahın 8 buçuğunda pasaport kontrolü kuyruğunda metrelerce kuyruk olması beni oldukça şaşırtı. Neyse ki fazla beklemeden kontrolleri geçip uçağı beklemeyi başladım.
10.40’ta havalanan uçak, 3.5 saate yakın bir yolculuk sonrası Amsterdam Schipol Havalimanı’na indi. Pasaport kontrolünden sorunsuz geçtikten sonra Maastricht’e olan yolculuğum da başladı. Yurt dışındayken bariz bir hata yapmamak adına danışmaya sormayı her zaman tercih ederim. Havalimanında da daha önce nasıl gideceğime bakmama rağmen danışmaya uğradım önce. İyi ki de yapmışım çünkü o haftasonu Schipol çevresindeki tren hatları bakımda olduğundan belli bir yere kadar otobüse binmem gerektiğini öğrendim. Böylece bahtsız bedeviliğim başlamış oldu. Daha fazlasını oku…
Otantik Bir Kaçış: Mardin – 2
Pazar sabahı 7’de kalktığımızda, uykumuz olmasına rağmen gayet dinçtik. Önceki günün yorgunluğundan ve gece içilen o kadar şaraptan eser yoktu. Mardin’in havasından mıdır, suyundan mıdır yoksa şarabından mıdır bilemeyeceğim. Otelde fena olmayan bir açık büfe kahvaltı yaptıktan sonra otelin önünden minibüsümüze binip yola koyulduk.
İlk hedefimiz Hasankeyf’ti. Haritadan daha önce bakmadığımdan yol bana çok uzun geldi. İyi de oldu, biraz yolun keyfini çıkardım. Ağacı zor gördüğünüz uçsuz bucaksız düzlükler, tepelerden geçtik. Yol kenarında yürürken gördüğümüz silahlı bir koruma hariç garip bir görüntüyle de karşılaşmadık. İnsan bu topraklarda yol alırken binlerce yıldır kimlerin neler yaşayıp buraları aşındırdığını merak ediyor. İşte böyle senaryolar beynimde küçük fırtınalar oluşturken, bir yandan da Ceylan Ertem’in (o tarihte daha bir haftalıktı) yeni albümünün enfes tınıları bu fırtınalara arka ses (background) oluştururken Güneydoğu’nun bu ünlü ilçesine vardık.
Servisten inerken şoförümüz bize yerlilerden bir rehber ayarladı. Zaten bu rehberler meydanda gelecek turistleri bekliyor, her an gelebilecek turistlerin üzerine atlamaya hazır olarak. Bu rehberle çarşı içinden geçerek kanyona ve mağaralara yöneldik. Hasankeyf adı, çoğumuz için tanıdık bir isim. Sular altında kalacak olmasıyla yaklaşık 15 yıldır gündemde olan ilçe, hâlâ bu tehlikeyle karşı karşıya. Devlet de ne yapacağına karar verememiş anlaşılan. Çünkü olası barajın yapılmasıyla su altında kalacak tarihi bir köprüyü restore etmeye başlamış. Ülkemize ait çelişkiler demetinden küçücük bir örnek. Daha fazlasını oku…
Otantik Bir Kaçış: Mardin – 1
Bu gezi 22-23 Kasım 2014’te gerçekleşse de notlarımı ancak yazıya aktarabiliyorum. Bahaneler sınırsız ama geç olsun, güç olmasın. Umarım kısa sürede yazıyı bitiririm, daha da önemlisi benim o 2 günden aldığım keyifin birazını bu yazıya da aktarabilirim. Bir Eylül günüydü, şirkette Deniz ile konuşurken konu “Nereye gitsek?”e geldi ve Mardin’de karar kıldık. O akşam gezi grubuna ilk öneriyi attım ve daha 1 gün geçmeden 16 kişiye ulaştık! Hemen uçak, otel ve hatta servis rezervasyonları yapıldı. Urfa’ya 10 kişi gitmiştik ve 2 arabaya zor sığmıştık. Bu yüzden servis ayarlamak hem maddi hem de konfor yönünden daha mantıklı geldi. Biz bu planları kabaca hazırladığımızda daha geziye 3 ay vardı. 🙂
Gel zaman, git zaman, IŞİD sağ olsun, Güneydoğu bölgemiz yine karışmaya başladı. Sadece anne-babalar değil, biz bile şüpheye düşmeye başladık. “Bir şey olur mu acaba? Yerli olmadığımız gün gibi belli olacak, dikkat çekmez miyiz?” Velhasıl, kısa bir bocalamadan sonra geziye gitmeye karar verdik ama içimizden cayanlar oldu, birkaç da yeni kişi katıldı.
Böylece 13 kişi, 22 Kasım Cumartesi sabahı, saat 7 olmadan Sabiha Gökçen’de buluştuk. Uçağa binmemle tanıdık yüzler görmem bir oldu. İlk önce uykudan hayal gördüğümü zannettim ama onlar da bana selam verince gerçek olduğu açığa çıktı. İTÜ Makine’deki güzide kulübüm EPGİK’ten 4-5 kişi ve arkadaşları uçakta 2-3 sırayı kapatmışlardı. Mardin’de konuşmak üzere selamlaşıp arkaya ilerledim. Biraz uyku, biraz kitap derken 2 saat sonra Mardin Havaalanı’na indik.
Artık aşina olduğum üzere, diğer Anadolu kentlerinin başka bir kopyası olan havaalanına ayak bastığımızda hava gayet iyiydi. Havaalanı mimarisi hakkındaki yakınmalarımı önceki gezi yazılarımdan okuyabilirsiniz. 🙂 Yerde grubu toplarken ben EPGİK’li arkadaşlarla konuştum. Harıl harıl Anadolu’yu gezdiğimi bildiklerinden rotamızı sordular. Bu sefer şahsi takılmayacağımızı söyledikten sonra ayrıldık, nasılsa 2 gün içinde bolca karşılaşacaktık. Havaalanı çıkış kapısında şoförümüz Ömer bizi karşıladı. 16 kişilik Mercedes Splinter’e 13 kişi bir güzel yayılarak yolculuğa başladık. Önce ayaküstü kahvaltı etmek için Mardin içinde bir yerde durduk. Bir kahveye girip isteyenlere tost yaptırdık. Bir simitçi çocuk da elindekilerinin hepsini bize satarak günü sabahtan kapadı 🙂 Güneye doğru yol alırken biraz tırsmadım değil. Annemin haftada bir “Napıcan Mardin’de oğlum?” sezlenişlerine verdiğim tek vaat, Nusaybin’e asla gitmeyeceğimizin sözüydü ve şimdi Nusaybin yolundaydık.
Dara Antik Kenti’nden bir görünüm Daha fazlasını oku…
Rusya Macerası – 7: Irkutsk (2) ve Geri Dönüş
Sabah kalktığımda Ozan mutfakta sucuklu yumurta yapıyordu. Erkenden uyanıp marketten yumurta almış taze taze. Odadan mutfağa doğru girdiğimde yumurtaları kırmak üzereydi. Nasıl güzel bir kahvaltıydı anlatamam, evden binlerce kilometre uzakta mutfak masasında yaptığımız. Sanki İstanbul’da birimizin evinde kahvaltı yapıyorduk, o kadar sıcak bir ortam vardı.
Hava daha güzel olsa da, bulutlar her an yağmur indirecekmiş gibi duruyordu. Bu günkü ilk durağımız şehrin biraz dışındaki Angara Gemisi’ydi. Şehrin kuzeyinde bir kıyıya demirlenmiş olan gemi bir asrı geçkin bir yaşa sahip ve dünyanın ilk buz kırıcılarından. İlk Trans-Sibirya trenlerini kışın buz tutan Baykal Gölü’nden geçirerek görev yapmış. Tren hattı gölün çevresinden dolaşmaya başlayınca da görev süresi dolmuş. Şimdi bir müze olarak faaliyet gösteriyor. Biz içeri girmedik, dışarıdan görmemiz bize yetti.
Ardından şehrin diğer ucundaki Alexander Kolchak Anıtı’nı görmeye gittik. Kolchak gayet ilginç bir kişilik. Atalarının Türk olduğu, soyadının da buradan geldiği rivayet edilmekte, bu yüzden bayağı “Harun Kolçak’ın dedesini gördük.” geyiği yaptık kendi aramızda. Başarılı bir asker olarak Rus-Japon Savaşı ve 1. Dünya Savaşı’nda savaşmış; Kuzey Kutbu’na yapılan iki bilimsel seferde yer almış ünlü bir mareşal. Ama asıl ününü, Kızıl Devrim sonrası Çarlık yanlısı Beyaz Ordu’nun lideri olmasıyla kazanmış. Rusya İç Savaşı’nın sonlarında ise Irkutsk’ta kurşuna dizilmiş. SSCB döneminde vatan haini sayılan Kolchak’ın, itibarını Putin döneminde tekrar kazanması başka bir ilginç konu. Tarihi, ne yazık ki kazananlar yazıyor, gördüğünüz üzere. Ya da tarihteki bir olayın akıbetinin döneme göre değişmesi, diyebiliriz bu olay için.
Alexander Kolchak Anıtı Daha fazlasını oku…
Son Yorumlar