Arşiv
İTÜ Makine Anıları No:3
Otomotiv kolu
İTÜ Makine’de son sınıfta herkes kol seçimi yapar. 5 kol bulunur: Otomotiv, sistem, tesisat, enerji, konstrüksiyon. En popüleri otomotivdir çünkü en kolayı odur, bu yüzden belli bir ortalama isteyen tek koldur. Tesisat kolay olsa da proje ödevleri zordur. Lakin tesisat sektöründe iş bulmak daha kolaydır. Sistem en zorudur ama geleceğin makine koludur. Otomatikleşen dünyada sistemci ihtiyacı her geçen gün daha da artmaktadır. Enerji ve konstrüksiyon kolları hakkında pek bilgim yok açıkçası.
Otomotivde çok rahattım. Nerdeyse hiç ders dinlemedim, defter kullanmadım. Sadece ilk dönem 2 kitap aldım. İkinci dönem gerekli kitapları hoca sitesine koyuyordu, indirmemiz için. Zaten ders notları da siteden indiriliyordu. Sınavdan önce 2-3 gün çalışmak yetiyordu. Dersler yarı ezber yarı sayısaldı ve kolaylıkla anlaşılıyordu.
Tek seçmeli dersimi tesisattan aldım, Yangın Güvenliği. Hocası Türkiye’de yangın konusundaki tek isimdi. Yangın güvenliği kanununu yazan ve çıkartan kişidir ve yanılmıyorsam hala İstanbul İtfaiyesi’nin başında. Hatta şöyle bir anısını nakletmişti: 89’da Japonya’da bir kongredeyken CNN hocayla röportaj yapar ve sorar, İstanbul’da olası bir deprem durumunda yangın planınız nasıl. Hoca gayet açık olarak, yangın ihtimali bulunmadığını çünkü tüm binaların yıkılacağını belirtir. Derse gelirsek eğlenceli olduğunu belirtmem lazım.
Proje Tasarım
Dersin amacı öğrenciyi bitirme projesine hazırlamaktır lakin bence buna pek gerek yoktur. Yine de sektöre girecekler için yararlı bilgiler anlatılır. Dersin esas bombası 2. vizedir. Bu vize ilk 6 yarıyılda öğretilen derslerden sorulan bir testtir. İşte bu testte ben hiçbir şey bilmediğimi anladım çünkü 70 sorudan sadece birini %100 emin olarak cevapladım. Bu açıdan yola çıkılarak mühendislik mezunlarının ne kadar mühendis olduğu irdelenebilir. Boş ver.
EPGİK
EPGİK adının manası benim için bambaşka. İTÜ Makine’yi gün geçer unutabilirim ama EPGİK’i kolay kolay unutacağımı zannetmiyorum. Öncelikle bilmeyenlere özet geçeyim: EPGİK’in açılımı Endüstriyel Proje Geliştirme ve İşbirliği Kulübü’dür. Kulübün amacı adında saklı, makine öğrencisiyle sanayiyi daha okuldayken buluşturmak. Bunun için teknik projeler hazırlanır, stajlar ayarlanır, kariyer fuarı yapılır. Bunun dışında asosyal olan genel makine öğrencisi sosyalleştirilir. Bu alanda da dergi çıkar, ödül töreni düzenlenir, partiler, özel organizasyonlar yapılır.
Ben EPGİK ile topal dönemimde tanıştım. O zamanlar zaten az makineci tanırdım, Burak ile Uğur bana kulübü anlatılardı. Ama ben asıl Sinema Kulübü’nde aktif olduğumdan ve Gölet’te kaldığımdan toplantılara katılmak zor gelirdi ve üye olmadım. 2. sınıfta ne zaman Ortabahçe (dergi) çıktı, ben EPGİK’e adım attım. 2. sayıdan itibaren dergide yer aldım ve Uğur beni cebren üye yaptı. 3. sınıfta ben Sinema Kulübü’nden bayınca, makinede daha fazla zaman geçirince ve kulüp daha fazla hoşuma gidince ben daha fazla girer çıkar oldum.
Şimdi EPGİK tam bir arkadaşlık tayfasıdır. Giren bağlanır, bir daha çıkamaz, yediği içtiği hep bir olur. Öyle ki EPGİK’e üye olmayan makineciler sana garip gelmeye başlar. Ben hiçbir zaman o pozisyona girmedim. Bu iyi mi, kötü mü bilemeyeceğim. Bundaki esas faktör benim makineyi hiç tam manasıyla sevmememdi ve başka kulüplerle bağlantım hep devam ettiğimden tamamen EPGİK’e bağlanamamamdı. Biraz da bu kadar bağlılık bana garip gelirdi. Tabii ki 3-5 arkadaşın olur, her şeyini paylaşırsın, normaldir. Ama kişisel olarak 20 kişinin paso birlikte takılması bana garip geliyor, sizi bilemem.
Asıl anlatmak istediğim şu ki bu arkadaşlığın giderek tipik Türk sol kesimi arkadaşlığına meyletmesi. Bunu politik anlamda değil (asla bunu demem, diyemem), yapı olarak benzetirim. Şöyle ki kulübe girenler bir süre sonra kulüpten başka şey düşünemiyorlar ve hep bir arada takılıyorlar (buraya kadar doğal) ama bu gruba girmeyenleri bir bakıma dışlıyorlar ve bir EPGİK idealizmi oluşur.
Mizah’ı (makinenin diğer kulübü, sosyal organizasyonlar düzenler) çeşitli nedenlerle hiç sevmemişimdir ama EPGİK hep Mizah’ı abartılı olarak ezmiştir, hep kin tutmuştur. Aynı şekilde makinede tek tabanca olmak ister hep, tıpkı Baykal’ın hep tek tabanca olması gibi. Hiçbir zaman EPGİK dışı bir aktiviteye olumlu yaklaşıldığını görmedim. Oysa ki nihayetinde EPGİK de bir öğrenci kulübüdür. Mesela KSB (İTÜ’de kulüplerin bağlı olduğu, hiç sevmediğim birim) EPGİK’i bir yıl önce kapatmıştır. Kapatma şekli kötüdür ama nedeni gayet açık ve mantıklıdır. Ben son bir yıldır kulüpte kimsenin kapatma nedeni hakkında konuştuğunu görmedim ve bu neden hakkında kimse de özeleştiri yapmadı. Ben bile olayı diğer kulüplerden duydum ve KSB’nin bir toplantıda delillerle olayı anlattığını biliyorum. Kulüpte herkes hala KSB’nin EPGİK’i çekemediğini düşünüyor çünkü kimse konuşmuyor. (KSB kulübü hayatta açmaz bence ve dekan değiştiği anda EPGİK gayriresmi olarak da kapanır.)
Neyse, EPGİK her şeye rağmen beni makineye bağlayan nadide unsurlardandır. İçinde çok sevdiğim insanlar vardır (Sıvat hariç) ve sağ olsunlar kulüp de beni her zaman saymış ve sevmiştir.
Ortabahçe
EPGİK nasıl makinedeki canımsa, Ortabahçe İTÜ’deki canımdır, gurur kaynağımdır. Dergide galiba 11 sayıda yazdım, 2’sinde editörlük yaptım. Dergi zaman içinde çok gelişmiştir.
Öncelikle bizim amacımız dergiyi İstanbul’da bilinen ve okunan bir dergi yapmaktı ama yapamadık. Yapılmaz mı ilerde, çok olası ama çok önemli unsurları halletmesi gerek. Ortabahçe bir EPGİK markasıdır ve EPGİK her zaman Ortabahçe’yi kontrol etmiştir ki çok doğaldır. Ama çeşitli unsurlarda tökezlenmiştir. Bir kere derginin yayın politikası hiç belirlenemedi. Kah sadece sanat dergisi olduk kah teknik-sanat kah da ucube bir dergi. Bu yüzden yazılara hiç değer verilmedi. İlk sayılardaki copy/paste mantığı terk edildi ama bu sefer de kim ne yazmışsa konuldu. Bütünlük, okunabilirlik, uygunluk hak getire. Tek amaç vardı göze hitap. Aman tasarım iyi olsun, güzel görünsün, vs. düşünceleri dergiyi bence mahvetti. İçerik dolmadan makyaj yapıldı. Hal böyle olunca, dergiyi alan insan bir bakıp dergiyi çöpe attı. Çarpıcı bir örnek vereyim: Çok güzel ama içi boş bir kız sizin elinize düştü, naparsınız? Valla ben tek geceden sonradan şutlarım ama sizi bilmem. Ortabahçe resmen bu pozisyondaydı.
Geçen yıl beni ve Şero’yu editör yaptılar. Yazıları aldık, ağlaya ağlaya editledik (Türkçe bilmeyenler yazı yazıyordu, öylesi). Aradan bir ay geçti, prototipi gördüm ve şok! Benim 10 saatlik emeğim çöpe gitmiş, editlenmemiş halde tasarım yapılmış, üstelik tasarımcılar bana ve Şero’ya kaymış. Valla ben bir işi şerefimle yaparım, yapamayacağımı da yapmam. Okuyan adam yanlış bir kelime görse kime kızar, editöre ama editör olarak işi yaptığım halde yapmamış gözüküyorsam, çok affedersiniz ben o işi hiç yapmam. Ben editörlüğü bıraktım, arkadan sövenler olmuştur, umurumda değil.
Bunu niye anlattım sizce? Dergide işleyiş böyleydi. Siz ne yaparsanız yapın, yazınızı bir şekilde ele geçirenler mahvedebilirdi ve olay size patlardı. Sonra anlık başarılarda (ki bence başarısızlıklardı) pohpohlanmalar, “En büyük …, bizim …!” demeler vs.
Şu ana kadar hiçbir zaman okuyucudan bir eleştiri almadım. Mayıs ayında arkadaşlarla Sinema Kulübü’nın olası yayınını tartışırken biri Bilimkurgu Kulübü’nin 2 yıl önceki fanzininden bahsetti ve hala tadının damağında olduğunu söyledi. Ben Ortabahçe için hiç böyle bir anı duymadım. Çünkü hep unutulurdu. Oysa ki fanzin fotokopiden ibarettir, tasarım yoktur, yazıdan oluşur sadece.
Ortabahçe önce içeriğini doldurması gerek. Kulüp içinde bunu yapması çok zor. Bunun için Maslak’a gidip, yazar aramalıdır, yazılarını seçmelidir, bir vizyon belirleyip ona uygun yazı türlerini seçmelidir. Gerekirse baskı kalitesini düşürüp sayfasını artırmalı, okunabilirliğini artırmalıdır. İşte o zaman başarı olur, reklamlar da kendi kendine gelir. Çünkü kimse okunmayan yayına reklam vermez. Ortabahçe’nin daha çok yolu var.
Tüm bu yazdıklarımdan sonra şöyle bir kanı oluşabilir: Hem kulübü ve dergiyi seviyorsun hem de acımasızca eleştiriyorsun. Doğrudur ama ben böyle yetiştirildim. Sevdiğim şeylerin hep daha iyi olmasıdır, benim için önemli olan. Eleştireceğiz ki ileride de görebilelim, çökmesin sevdiğim insan/kurum/nesne.
İTÜ’de Sosyallik
EPGİK’i eleştirdim o kadar lakin Allah’ı var, İTÜ’deki en düzgün kulüplerdendir. Hep öğrenciye ders dışında da hayat olduğunu belirten bir kulüptü ve yaptığı şey İTÜ’de çok önemlidir. Çünkü bir teknik okul olarak İTÜ sadece dersleri düşünen bir kurumdur. Ders dışı aktivite manasında pek bir şey yapılmaz. Öğrenci kampüse sadece ders için gelir. Ders dışı ortam ölü bir kenti andırır, köpeklerin cirit attığı. Daha yeni yeni birkaç kıpırdanmalar başladı, kulüplerin faaliyet artışı, ana kampüse çarşı ve cafe açılması gibi. Tabii gittikçe daha da artacaktır ama öğrencinin bunlara uyum sağlaması ne zaman olacaktır, orası muammadır. Bir kere durmadan değişen ders programları öğrencilerin kafalarını döndürürken, fakülteler arası uyumsuzluk, yeni aktivitelere karşı idarenin şüpheci yaklaşımı, diğer sebeplerle birleşince ortaya farklı öğrenci grupları çıkıyor. Tabii bundaki sebeplerden biri de 21. yüzyılın şartlarıdır ki bu konuyu ‘Tipik İTÜ Kız Prototipi’ ve ‘Tipik İTÜ Erkek Profili’ yazılarımda irdelemeye çalışmıştım. Kısaca şunu söyleyebiliriz ki bir İTÜ bilinci hiçbir öğrencide yok. Bunu en güzel kep töreninde gördü, tüm okul. Kimse fakültesi hariç mezunlarla ilgilenmedi. Tam bir curcuna havası hakimdi. Bu yüzden okulun şu sistemi uygulayacağım dedikten sonra işin sadece idari ve eğitim bölümünü değil, sosyal yönünü de tatbik etmesi lazımdır. İşte o zaman bir İTÜ mezunu tamamen İTÜ’den mezun olabilecektir.
Bitirme Tasarım Projesi (Tez)
Projenin tam adı, ‘Zamanlama Zinciri Test Mekanizması Tasarımı’ydı. Açmak gerekirse dizel motorlarında kam ile krank arası zamanlama sağlayan zincirin aşınmasını, uzamasını, vs. ölçen bir mekanizma tasarlamak. Projeyi Damla ve Levent arkadaşlarımla yaptık. Önceleri hep ilk 2 ay yapalım bitsin diyordum ama ufak hazırlıklar hariç son 1 haftada her şeyi yazdık. Aslında hoştu, üç kişi olunca sıkılmadan yapıyorduk. Danışmanımız Özgen Hoca da rahattı. Gayet rahat bir süreçle tezi yazdık, teslim ettik. Sonra da sunum yaptık hocalara ve sunum da rahat geçti. Tıkır tıkır işledi her şey ve AA’mızı aldık. Tabii lisans tezi olduğundan fazla yenilik içermiyordu. Yalnız 93 sayfalık tez yazdık o kadar ve kimse okumadı (Özgen Hoca belki üzerinden geçmiştir) ve bana çok garip geldi. Sonra da düşündüm, zaten çoğu çeviri/copy-paste olan kaç metni hocalar okusa ne yapacaktı ki? Maksat adet yerini bulsun. Bu arada tezin önsözünde yazmadık, Emine’ye yemekleri için çok teşekkürler. Tezi hazırlarken hiç aç bırakmadı bizi, gerçi pudingi çay kaşığıyla yedirmeye çalışarak farklı bir deneyim yaşattı ama olsun.
İTÜ Makine Anıları No:2
Bilgisayarlı dersler
Bil101 çok saçma bir dersti, formatıyla her dönem oynadılar. Bana 10 tane uygulamalı, vizesiz olanı düştü. Sonradan kredisini sıfırladılar, bir İTÜ klasiği. Matlab aslında zevkliydi. Ahmet Sirkecioğlu çok iyiydi. Hala esprilerde geçen “Kaldın!” geyiği kendisinin sözüdür. Uygulamalar eğlenceliydi. Bir bakıma yararlıydı, makine ödevlerinde Matlab’i çok kullandık. Tek negatifi, çok kıt not dağıtmalarıydı. Autocad/Solid dersini Erdem Hoca’dan aldım. Zorladı, ders çok gerekliydi ama fazla sıkıydı. Mesela yazılı sınavlar çok gereksizdi: “Workplane is a plane which we work.”
Fizikler
Çok saçmaydı. Bir kere herkes bir hocada yığıldığı için, tüm okul aynı dersi aldığı için, hocalar anlatamadığı için ders çok bayıktı ve bu bayıklık herkesi soğutuyordu. Sonuçta çoğunluk derse gelmiyordu, gelenler de dinlemiyordu. Hadi Fizik 1’de konular basitti, idare ediliyordu ama Fizik 2 tam bir baş belası. Dersten hiç bir şey anlamadan geçtim. Üstelik BB aldım ve nasıl aldığımı ben de bilmiyorum. Sınavdan geçmek için tek yapmanız gereken, Fetih’ten eski soruları alıp ezberlemek.
Bir de laboratuarları vardı 2 dersin de. Çok gereksiz. Bana tek kazandırdığı Şero’dur, ilk labta deney arkadaşımdı.
Kimya
Diğer bir saçmalık! Tüm okula organik kimya öğretip 10 salak deney yaptırmak! Allah’tan tek ders. Hocam iyiydi ama adını unuttum.
Makine Mühendisliğine Giriş
Başka hiçbir lisans dersi vermeyen Metin Gürgöze verir. Tamamen seminer verilir, yoklama zorunludur, çok salak bir ödev yaptırılır (bana helikopter gövde tipleri gelmişti) ve ultra saçma bir finalle biter.
Mekanik dersleri
Hala iddia ediyorum: “Statik Gemi’den alınır!” Makinede işkence çekeceğine (hele Necmi’den alırsan) gemide 2,5 saatte ders yapmadan geçiyorsun. Çok rahat. İyi kötü öğretiyor da. Sonuçta ders momentten ibaret.
“Dinamik mecburen makineden alınır.” Pek iyi hoca yoktur, en iyisi de Bedii Hoca’dır. Çok zekidir, iyi anlatır, çok iyi sorar ama sinirlidir.
Mukavemette Türkiye’de tek hoca vardır: Tuncer Toprak. Üzerine tanımam. Konusunda bir numaradır, harika anlatır, iyi analiz eder ve en önemlisi herkese insan gibi davranır.
Malzemeler
Bu dersleri kimden alırsanız alın tamamen Mehmet Demirkol’un denetimindedir. Hoş, Demirkol da bunların kitabını yazmıştır ve harika öğretir. Dersler çok zorlayıcıdır. Quizler bıktırır, ödevler usandırır ama en berbatı sınavlardır. İmal finalini hala unutamam, eziyetti. Ama sonradan şunu anlıyorsunuz, o kadar sıkıp size öğretiyorlar ama akılda ne kalıyor?
Isı dersleri
Aslında bana en yakın makine dersleridir. İlki ünlü ders termodinamik. Hani şu ünlü ‘termodinamik yasaları’nın öğretildiği. Entropiyi öğrenirsin. Okul hayatımda severek okuduğum nadir konulardandır entropi, çünkü fiziksel olarak açıklanamaz. Bu yüzden işe metafizik etkir. Şöyle ki evrende yapılan her bir hareket entropi denen şeyi üretir ama hiçbir şekilde entropi tüketilemez. Olaya teolojik, metafiziksel yaklaşımlar var ama olay bilimsel. Gerçekten çok acayip bir konu. Ama tabii termoda asıl çevrimleri öğrenirsin. Termodinamiğin 1. ve 2. kanunları çerçevesinde bu çevrimler analiz edilir. Çalışırken teoriye 1 gün, uygulamaya 2-3 gün ayırırdım. Problem çözerdim durmadan, sonra da kütüphanede arkadaşlarla tartışırdık. Sevdiğim bir dersti. Mustafa Özdemir de pek iyiydi. Derslerde de eğlenirdik.
Ertesi dönem Isı alırsın. Çoğu öğrenciye göre makinenin en belalı dersidir. Dersi derste anlamanın pek yolu yoktur ya da ben anlamadım. Kocaman bir kitabı vardır (termo da öyledir ya), ona çalışırsın. Çok formülü vardır, birini unutun mu soru gider. O yönden çok gıcıktır. Çok kıvranmışımdır sınavlarda. Çok teorik olsa da analitiktir. Çok soru tipi vardır. Işınım konusu ilginçtir. Bir konuda da ‘kar’ın aslında siyah cisim olduğunu kanıtlar ki çok garip ama mantıklı bir açıklama yapar.
Aslında 3. ders de var ama ben kaçtım. Uygulamalı Isı ve ya Uygulamalı Termodinamik alabilirsin (artık zorunlu oldu). Onların yerine Akustik ve Gürültü aldım. Temel Belek çok garip adamdı vesselam. Acayip ödevleri vardı. Birinde netten gürültü kanunu bulup bastırmamızı istemişti. Diğerinde ders yaptığımız sınıfın yutum katsayısını hesaplamamızı istedi, tabii ki yapmadım. Ders genel kültür bakımından yararlıydı ama o kadar.
Deneyli dersler
Bunlar makinede 2 adettir. İkisi de işkencedir bana göre. Bir sürü formalite ister çünkü. İlki Ölçme Değerlendirme: Teorisi hafif ilginç olsa da sıkıcıdır. Hatta yıllıkta uyurken çekilen bir fotoğrafım vardır, işte bu derstedir. 8 deneyi vardır. Allah’tan bizim deney grubu geyikti de eğlenirdik. Üç-beş Vedat’ın deneyi çok matraktır. Deney raporları yalandır, copy-paste kralı olursun. Ama hepsini teker teker imzalatmak zorundasındır, asistanların peşinden koşarsın, bazıları gıcıktır, quiz yapar. Sonra onlar birikir, ciltletirsin, vs.
Bir de 4. sınıfın başında Experimental Methods vardır. Kollar da işin içine girer. Haftada 1 ders (o da cuma öğleden sonraya konur, işkence gibi) teorik olur, onda da quiz yaparlar, kaçamazsın. Kalanı 8 deney, bunların 2’si kol deneyi. Yine saçma sapan raporlar hazırlattılar, asistanlar kafalarına göre yazdırırlar üstelik. Kol deneylerimiz OTAM’da yapıldı bizim, otomotivci olduğumuzdan. Fren deneyi filan yaptık. Bir de final yerine proje hazırlarsın grupla. Ama sunumu posterle olur. Kocaman A1 bir poster. Hatırlıyorum, basımı 20 dakika sürmüştü, bir de ona para bayıl. Gereksiz adetler.
Akışkanlar Mekaniği
Akışkanı ben gemiden aldım, Prof. Dr. Ali İhsan Aldoğan’dan. Makinenin kazık akış dersinden kaçarak soluğu İso, Şero ve Cum ile gemide aldık. Önce İhsan Hoca’dan bahsedeyim: Kendisi makine mezunu, geminin kurucularından, dekanlarından, rektör adaylarından (geçen ay yine aday oldu ve yine kaybetti), kendisine göre ülkemizde gemi sektörünün öncülerinden. Pek matraktır, derslerinde mutlaka bel altı espri yapar. (-Hocam, fakültemize Bulgaristan’dan kardeşlerimiz gelmiş ama göremedik!/-Oğlum, sen Laleli’ye git.) Kendisini mutlaka över. Mesela bir gün derse elinde bir kitapla geldi. Kitap Kurtuluş Savaşı’nı mı anlatıyormuş, neymiş. Hoca pek övdü. Biz de kendi aramızda diyoruz ki “Ulan bundan ne çıkacak?” Meğerse yazar bir bölümde Hoca’nın adını zikretmiş! Tabii espri hazır: “Hocam, siz savaşta hangi cephedeydiniz?” Neyse, espriler uzar gider. Ders defterden işlenirdi, sorular defterden çıkardı, çok konu olduğundan zorlanırdı herkes. Lakin, hele makineye göre, gayet kolaydı. Son ders de havuz deneyi yaptırır. Pek eğlencelidir.
Sistem Dinamiği
Hayatta ısınamadığım bir ders. Aslında kolaydır ama çok teoriktir. Lakin artık çok popüler, mekatronik denen bölüm sistemden ibaret. Ben pek hoşlanmadım ama hoşlanan çok arkadaşım oldu. Bilin’den aldım, iyi hocaydı, ben aldığımda hamileydi, pek uğramadı sınıfa, rahattık. Bir Bode Diyagramı vardır, övünmek gibi olmasın pek güzel çizerdim ama ne işe yarar bilmezdim. Yani gerçek hayatta neden Bode çizilir bilmiyordum. Ancak 2 yıl sonra sistemdeki arkadaşlarımdan öğrenebildim, içimde kalmış.
Finite Element Methods
Ben bu dersi niye aldım, hala kendime sorarım, başka bir dersi seçebilirken. Aslında her makinecinin öğrenmesi gereken bir konu, sürüyle paket programı var, çok önemli. Ama çok sıkıcı ve bana çok ters. Hocamı pek severdim, danışmanımdı zaten ki adam bu alanda Avrupa çapında ünlü, öylesi. Ama ben derse ısınamadım, yalan oldu.
Makeller
Makel demek Makine Elemanları demektir. 1. ve 2.’si vardır. Makinenin en temel dersidir. Bu dersleri veren adam bence mezun olmuştur. Çok konusu vardır, her eleman teker teker incelenir. En gıcığı da cıvatadır, 1 ay işlenir, anlat anlat bitmez. Projeleri uzundur, detaylıdır, bıktırır. Ben 1.’yi Talat Hoca’dan aldım. İnsan olarak çok iğrençtir. Herkesi hor görür, anlamaz, işitmez, herkesi aşağılar, kendini yukarılarda sanır. Ama herkes onun ne olduğunu bilir ve kimse muhatap olmaz. Dersi çok eğlencelidir çünkü öyle davranışlarda bulunur ki komiktir. Projesiz ilk ders için bulunmaz hocadır, sorduğu sorular bellidir. Her konuyu tribolojiye bağlar ama en basit ve en kolay tribolojiyi anlatır.
2. dersi Vedat Hoca’dan aldım. Bizim okulda makeli en iyi bilen ve anlatan hocadır. Ama çok detaya iner. Zor sorar. Projeleri kasınçtır ve az puan verir. Ama mutlaka geçirir lakin geçerken harbi öğretir.
Makine Teorisi
Sevene kolay, sevmeyene zor bir ders. Hem matematik hem de fizik işin içine girer. Titreşim konusunu sevemediğimden CB gelmişti. Çok zorlamaz açıkçası. Vahit Hoca’dan aldığımdan gayet rahattım.
ITB’ler
ITB’nin manası İTÜ’de sosyal derstir. Her bölüm farklı sayılarda ITB almak zorundadır. Bir sürü ders seçeneğin vardır ama pek ilgi çekici ders yoktur, olsa da hocası savsaktır. Ben hiç sevdiğim dersleri alamadığımdan 3 derse de öylesine gittim ve geçtim. Arkadaşlarım arasında ünlü olan “Bana ITB demeyin!” sözü de bu isyanımdan çıkmıştır.
Ekonomi
Aslında gereklidir fakat hiçbir mühendis adayının bu dersi salladığını ummuyorum. Herkes öylesine giderdi, geyiğine. Hocalar da bunu bilirdi, o yüzden en yeni hocalar bu dersi verirdi. Mesela benim aldığım hoca, Avustralya’dan yeni dönmüştü.
Etik
Bu dersi zorunlu yapan kişi mutlak olumlu düşüncelerle hareket yapmıştır. Lakin şu anda bu ders tamamen işlevsiz ve gereksiz bir durumda. Bir kere dersi en boş beleş insanlar veriyor. Doğal olarak baştan savma veriyorlar. Hele benim aldığım hoca! Bu kadar gereksiz bir derste inadına kazık soruyor ve inadına bir sürü adam bırakıyor. Çünkü işi yok, gücü yok, bizimle uğraşıyor. Dersten DD alarak geçtim ama nasıl geçtiğimi bilemiyorum. Tamamen karambol!
Bir de işin diğer boyutu var. Etiği neden öğretirsin? Mühendis olunca etik davransın diye. Şimdi bu yüzyılda, bu dünyada kaç kişi tamamen etik davranmaktadır? Bu dersi geçen kişi ileride bu dersini hatırlayıp işinde etik mi davranacaktır? Bu dersi veren kişiler hayatlarında etik kurallarına uyuyor mudur? Hadi canım sen de!
İTÜ Makine Anıları No:1
Tam tarihi veremeyeceğim. Sabah erkenden Bursa’dan kalkıp İstanbul’a geldik, ben, babam ve Engin. ÖSS puanları açıklanmış, tercihler yapılacak. Ya İTÜ Matematik Mühendisliği olacak ya da İTÜ Makine. Maslak Kampusu’nu bulduk, arabayı park ettik. Kuzenim, aynı zamanda İTÜ mezunu olan Nüzhet Abla geldi. Yalnız, daha önce nükleer kapıdaki sorumlu ile konuştuk. Bize makineyi bayağı övdü. Nüzhet Abla gelince FEB’e gittik. Matematik’ten bir profesörle görüştük. Derslerin teorik ağırlıkta olacağını söylüyor, ben tipik cevabımı veriyorum: “Sorun olmaz!” Ardından Gölet’e gittik. Bizi bizzat Soyal gezdirdi. Açıkçası gayet beğendik. Oradan Gümüşsuyu’na geçtik. ‘Tercih günü’ varmış, bizi Üzeyir Garih’e çıkardılar. Bir öğretim üyesi ile bir asistan soruları cevapladı. Ardından Gümüşsuyu Yurdu’nu gezdim. Gölet’ten sonra pek iç açmadı.
İşte İTÜ’deki ilk günüm buydu. Sonra tercihlerin açıklandığı günü hatırlıyorum. Odamda bilgisayarın başımda siteyi açtım, ‘İTÜ Makine Müh.’ yazıyordu. Ne hissettiğimi hatırlamıyorum.
Sonra 4 Eylül, ilk profiency sınavım. Sağanak yağmurda İstanbul’a geliş, aynı gün Yıldız Teyze’nin cenazesi var, annem de bizle geldi. Sınava 1,5 saat geç kaldık ama girdik. Fena değildi aslında ama çaktım. 54 puanla sınırdan döndüm.
Sonra kayıt gününe geldik. Pek kalabalıktı. Bu arada Engin’le Gölet’e kaydımız yapıldı.
Sonra ilk defa İstanbul’da yalnız kaldığım gün: Tek başıma Üsküdar’dan tekneyle Maçka’ya gittim. Kur sınavından sonra Taksim’den dolmuşla teyzeme geri döndüm.
3 gün sonra yurda yerleştik, internete bağlanmak için Ethernet kartına ihtiyacımız olduğunu öğrendik.
Ertesi sabah, okuldaki ilk gün! Barbaros uyardı: “Oğlum, ne töreni ya! Gidin okulunuza, dersler başlar.” Ben gazı aldım, nasıl gideceğimi bilmiyorum ama Maçka’ya yola koyuldum. Önce nükleer kapıdan çıktım. Hedefim otobüse binip parayla Beşiktaş’a gitmek, sonra Maçka’ya yürümek. Baktım minibüs geliyor, otobüste para kabul etmezler şimdi diye düşünerek bindim. Minibüste nasıl aklıma geldiyse metro mantıklı geldi ve 4. Levent’te indim. Dedim ki “Ulan, nasılsa Taksim’e gider bu metro. Ordan bir şekilde yolu bulurum.” Metrodan Taksim’de indim. Sonra bir baktım ‘İTÜ Maçka Kampusu’ diye metro içinde ok var. Böylece Gezi Çıkışı’ndan çıktım. Etrafa baktım, okul yok! Simitçiye sordum, şu yoldan git dedi, gittim. Karşıma Taşkışla çıktı. Orada da güvenliğe sordum, teleferiğe bin dediler. Bindim ve karşımda Maçka vardı. Girdim büyük kapıdan. Listeler var her tarafta, baktım, ‘A kuru, şu derslik’ diyor. Dersliğe girdim, tahtada yaz var: ‘10.30 burada olun’, tabii İngilizce. O gün kur hocam Michael’la tanıştım. Pek bir şey yaptırmamıştı, çoğunluk yok diye.
Korktunuz di mi? Muahahahaha. Merak etmeyin gün gün anlatmayacağım. Derslere kısaca değinip İTÜ hakkında birtakım saptamalarda bulunacağım. Bundan sonrası başlıklar halinde olacak. Tabii sadece dersleri değil kulüpleri, yaşamı da kapsayan başlıklar olacak. Kimsenin tamamını okuyacağını zannetmem ya, maksat geyiktir.
Hazırlık
Efendim, o zamanlar inekliğim devam ettiğinden dersleri pek kaçırmazdım. Sabahları servisle Maçka’ya gider, öğlen yemek yiyip dönerdim. Yapacak pek aktivitem yoktu. Nette salak salak dolaşırdım. DC’yi bile 2 ay sonra keşfetmiştim. Yurt daha pek eğlenceli değildi. Haftasonları herkes eve dönerdi. Dersler bayıktı, Michael ve Nate sıradan dersler işlerlerdi. Sıkıntıdan LOTR’u İngilizce okumaya başlamıştım. O dönemde edindiğim arkadaşlar nicelik olarak fazla olsa da nitelik açısından pek iç açıcı değildi. Hala konuştuğum bir tek Eylem var. Nalan, Elvan, vs ile karşılaşınca konuşuyoruz da bundan sonrası yalan olur.
İTÜ Sinema-TV Kulübü
İlk tanışma toplantısını nedense kaçırmıştım. O yüzden ilk gidişim yapılamayan bir Donnie Darko gösterimidir. Gösterim olmadı ama her çarşamba yapım grubunun toplandığını öğrendim. Ben de ilk senaryomun çıktısıyla toplantıya daldım. Kıvanç, Nevzat, Ahmet, Barış, Alper ve 3-4 kişi daha vardı. İlginçtir, beni dinlediler. Hatta o senaryo az kalsın çekilecekti. 10 saatlik deneme çekimi bile yapılmıştı. O yıl çoğu üye son yılındaydı. Yine de birkaç gösterim ve çekim yaptık.
Sonraki yıl eski üye konumuna terfi oldum. Yeni üyemiz 50 civarındaydı. Hayrettir, 1 ay sonra bile 30 kişilik toplantılar yapıldı. Başkan Nevzat’tı. İlk filmim o sene çekildi. İlk dönem her haftasonu bir yerlerde içiyorduk. Birkaç gösterim düzenlendi. İkinci dönem pek kulübe uğrayan olmadı. Sadece gösterimler yapıldı. Başkan Onur oldu. (Sağol Eylem!) Yine de açık hava çok güzeldi.
2. ve 3. sınıflarda pek uğramadım kulübe. Zeynep’le Naci sırayla başkan oldu. Tek katkım hiçbir zaman uygulanmayan bir tüzük yazmak oldu. Gariptir açık havalar yine de güzeldi. ‘Teklif’ çekildi bir de ama hala kasetler kayıp!
4. sınıfta çok garip bir olay oldu: Yeni üyeler kulübü ayağa kaldırdı. Simru’nun başkanlığında hepsi pek çalıştı, geceler, partiler, söyleşiler, vs yapıldı. Uzaktan izledim, hamle olarak harikaydı ama gerisini getirecek heves kalır mı kulüpte, çok şüpheliyim. Ayrıca en büyük eleştirim, birkaç üye hariç çoğunun sinemaya eğlence amacıyla bakması ki bunun zararlarını 2. yılımda görmüştüm. Keşke sinemanın bir sanat dalı da olduğu üzerine yeni açılımlar üretebilseler.
Teknik Resim
Hazırlığı bir dönem okuyunca, çok rahat bir ikinci dönem geçirdim. Sadece 5 ders aldım, bunların en zoru Res105 yani teknik resimdir. Her hafta uygulama (tam 4 saat), 2 saat teorik ders, 2 haftada bir ödev, quizler, vizeler ve final. Öldürücü bir ders. 8 saat hiç masadan kalkmadan çizim yaptığımı bilirim. Uygulama hocam Yusuf Ziya Kocabal, harika bir adamdır, hem insan olarak hem hoca olarak. Beni de severdi. Uygulama notum fiks 60’tı. Notum ise DC ama geçtim ya yeter. Bu ders sırasında çok sağlam arkadaşlar edindim. Uğur, Cem, Birol, Sıvat (????), TG birkaçı.
İngilizceler
3 dersin, üçü de çok anlamsızdı. Tek öğrettiği bağlaç kullanımıdır. İTÜ mantığını birebir uygular: Önemli olan şekildir, içeriği ne olursa olsun. 3 hocam da kadındı ve bariz can sıkıntısından bu dersleri veriyorlardı. Yoksa azıcık bir şey yapma arzusu içinde olan birinin vereceği dersler değildi. Hele ilk hocam Amber Resne. Anılarını dinlemek pek hoştu.
Matematik dersleri
Matematiğim iyidir, o yüzden pek zorlanmadım. İlk hocam Mehmet Ali Karaca, harbi dersi iyi bilir ama anlatamaz. Mat 2’de Cevdet Cerit, iyi anlatırdı. Ama iki dersi de geçmek için yapılması gereken bellidir, Cerit’in kitaplarına çalışmak. Derse gitmeniz pek bir şey katmaz. Diferansiyelde hala haksızlığa uğradığımı düşünüyorum, o notlarla hayatta CB alamam. Ders yine çok basitti. Hocamı anmamam daha sağlıklı. Son olarak Sayısal Yöntemler güzel dersti. Vahit Hoca’yı severim, iyi anlatır, hafif zeka ister ama anlattığını sorar.
Tarih
İki dersi de Eminalp Malkoç’tan aldım ve çok memnunum. Bana çok şey öğretti. Ama en önemlisi Atatürk devrimlerin ne demek olduğunu öğretti. Şükran duyduğum yegane hocalardandır.
Türkçe
Önce Türkçe 2 aldım, Güliz Kapkın’dan. Sıkmayan ama pek bir şey öğretmeyen bir dersti. Seçiciliği zayıftı. Türkçe 1’i 3 yıl sonra Suna Okur’dan aldım. Diksiyonu harikaydı, Türkçe üzerine konuşurdu, o yönden yararlıydı. Seçiciliği çok zayıf.
Mezun Olurken (2)
Kayıtlara geçsin! 9 Haziran 2008 tarihi itibariyle Artun BÖTKE’nin, İTÜ’den mezun olmasının önünde bir engel kalmamıştır.
2 ay önceydi, mezun olmama daha 2 ay vardı, bu sayfaya bir yazı yazdım. İlginçtir, en çok (olumlu ve ya olumsuz) tepki aldığım yazı oldu. Milletin içinde demek ki yaramış. Söyleyemiyorlarmış. İfade edemiyorlarmış. Acaba neden? Neden herkes durumun farkında da söyleyemiyor? “Kral çıplak!” diyemiyor? Çok mu zor? Önce çuvaldızı kendimize batırmalı. Ben de ağzımı açamıyorum. Ancak çok sinirlenince ya da iş işten geçince. Yoksa neden bu yazı mezuniyet kesinleştikten sonra yazılsın ki?
Öyle paranoyaklaştık ki! Her taşın altında birini arıyoruz. Çocukken en sevdiğim oyun ‘gizli kameradan saklanma’ydı. Daha Truman Show ortada yokken, dünyanın benim hayatımı izlediğini zannederdim. En olmadık anda (olmayan (yoksa var mı?!?)) kameraya dönüp saçmalardım. Düşünün, çocukluktan paranoyak yetişiyoruz. Facebook ortaya çıkınca bazı sivrizekalılar çıkıp “Bu CIA’in bir programı, sizin bilgilerinizi ele geçiriyor, hayatta üye olmam.” dedi. Evet, CIA Facebook’a kalmıştı zaten!
Bu arada son 2 ayda İTÜ’ye nefretim katlandı. Resmen mezun etmemek için saçma sapan engeller koydu. Ders programımda sorun çıktı önce, dekanlığa dilekçe verdim. Kabul edilince rahatladım. Ama bu kabul değerli otomasyona geçerli değildi. 1.5 ayda tam 3 müdür değişince (Nasıl değişiyor çakamadım.) benim iş son güne kaldı. Mesai bitiminde bitirmeye kaydolabildim. 1 saat geç olsa Ocakta mezun olacaktım. Neyse normal bir öğrenci hüviyetiyle ödev-sınav-bitirme üçlüsü aşıldı. Geçen Cuma dersler açıklandı ki hoppala, yine engel! Sistem hala dersi tanımıyor. Ya sabır! Pazartesi erkenden okula gittim, hocayı rahatsız ettim (Gerçek manada rahatsız ettim çünkü bu kadar saçma bir sebep yüzünden adam işini bıraktı, benimle uğraştı!), hoca sağ olsun, halletti sorunu. Artık önümde engel yok!
Tabii bana olmaması İTÜ’nün harikalığına alamet değil. Bir sürü saçma neden yüzünden okulu uzatanlar (hocalar, sistem, vs.) gördüm, duydum. Ama en bombası uğurlama olayı. Okulum bana harika bir törenle veda ediyor. Final gibi bir tören. Olayı anlarsan diplomanı veriyorlar gün sonunda. Ama olayları harfiyen yerine getirmek gerek. Yoksa vermiyorlar diplomayı! Şaka resmen. Üstüne bonus olarak ‘Evlerinin Önü Boyalı Direk’i dinletecekler. ŞAKA! Ama ne yazık ki gerçek! Önce savaş alanı şeklinde dizilip diplomayı almaya çalışacağız. (Kesin bir aksilik çıkacak! Her şey birbirine girecek!) Eğer olayı başarıyla atlatırsak Öykü & Berk gelip ruhumuzu müzikleriyle kirletecek. İTÜ’den son bir hayatı karartma harekatı! Gerçekten o planı hazırlayan insanın önünde saygıyla eğiliyorum. İçine İTÜ ruhu bu kadar işlemiş! Pes yani.
İzlenimler devam edecek. Benden ayrılmayın. Çünkü yarın mezuniyet işlemlerine başlıyorum. Kesin bir terslik çıkacak.
Mezun Olurken…
“İTÜ MAKİNA FAKÜLTESİ” Bir Temmuz günü kapısından girdiğim binada bu tabela vardı. O zamanlar benim için ne ifade edeceğini de bilmiyordum. Tercih yapmadan önce bir görmek istiyordum. Hoş, büyük, haşmetli, karanlık. Sanırım aklıma gelen ilk kelimeler bunlardı.
Peki beni bu binaya getiren neydi? ÖSS puanı mı? Zannetmiyorum. Bir kağıt parçasındaki rakama göre mi okul seçiliyor? Sanırım biraz özeleştiri yapmalıyız. Maddi hayatın kuralına göre hareket eden dişlilere benziyoruz. Bizi önemli kılan çevrim sayımız mı? Komik. Nasıl bu hale geldik? Nasıl koyunlar misali sürü takip eder olduk. Hayattaki tek amacımız karın doyurmak. “Aşk karın doyurmuyor!” cümlesi mottomuz olmuş, hababam çalışıyoruz. Aşk derken salt karşı cinse duyulan duyguyu kastetmiyorum. Hayata olan aşkı, heyecana duyulan aşkı, sanata karşı olan aşkı da anlatmak istiyorum.
Hayat işte. Seni götürdüğü yer hiç belli olmuyor. Seçtiğini zannediyorsun ama öyle olmadığını anlıyorsun. Mesela ben İstanbul’da daha entelektüel bir ortam bekliyordum. İnsanlar cafede oturup şarap içerken kitap konuşacak, filan falan. Yok öyle bir şey abicim. İnsanlar gayet kahvede king ve pişpirik atıyor. İnsanlar İstanbul’un büyüklüğünden yakınıyor lakin herkes aynı yere gidiyor. Sonra da İstiklal neden çok kalabalık? Peh! Kalamış Parkı’na giden kaç öğrenci vardır acaba? Yada Rumeli Feneri’ne?
Haydi sosyal hayatı bir kenara bırakalım. Bu çürümüş hayatta zaten kim ya da ne sağlam kaldı ki? Herkeste bir başıboşluk, umursamazlık, kolaycılık. “Günaydın” demeyi evde unutanlar, “Çok yaşa!” demeyi rahatsızlık (veya çıkarcılık) sananlar. Arabalı erkek peşindeki kızlar, bir gecenin derdindeki erkekler. Maddiyat beklentisi, paradan da çıkmış; insan vücuduna yapışmış, vıcık vıcık.
Ya eğitim sistemi? 3 saatlik sınav bile ülkedeki en adil sistem. Hiç olmazsa optik okuyucuya para veremiyorlar. Bir şekilde üniversiteye giriyorsunuz ve şok! 2. liseye hoş geldiniz. Sizden beklenen derslere gidip ortalama yapmanız. Kulüpmüş, etkinlikmiş, gösterimmiş, ne gerek var? Düşüneceksiniz de ne olacak? Ülkeyi mi kurtaracaksınız? İhtilal mi yapacaksınız? Haşa! Otur, ödevini yap, sınavına çalış. “Bizim zamanımızda okul 6 gündü, çocuklar! Ancak sinemaya gidebilirdik.” Bir sorum var, hocam. Ne ara, 3 tane ihtilal yapıldı bu ülkede? Pazar günleri mi?
Dersini çalış, okulu bitir, bir işe gir, annenin bulduğu kısmetle evlen. Bizden beklenen budur. Bizim ne istediğimiz mi? Bizim için düşünen kepçe ile, düşüneceksin de ne olacak? Bu kapitalist dünyada her şey, sen doğmadan belirlenmiş. Uymazsan da toplum dışına itiliyorsun.
Böyle bir dünya bizi bekliyor işte. Okuldan mezun olunca içine dalacağın deniz yansımalardan ibaret. Birkaç yakamozla karşılaşırsak ne ala. Çünkü hava her zaman bulutlu, ha yağdı ha yağacak. İşin kötüsü, okulda gördüğümüz hayat, bunun çok küçük bir kısmı. Gerçek hayatımızda değil sosyal hayat, normal hayatımız olmayacak; geriye kalan 3-5 dakika içinde bizden beklendiği üzere evlenip, çoluk çocuğa karışacağız ve bir ömür böyle geçecek. Sonra, günün birinde geriye bakıp şöyle diyeceğiz: “Ben ne zaman mezun olmuştum yahu?”
‘İTÜ MAKİNE FAKÜLTESİ’: 2 ay içinde mezun olurken çıkacağım kapıda asılı tabela. İçimdeki duygu tamamen nötr. Eksiler artıları götürüyor ve ben fakülteme karşı bir sıfır hissediyorum. Güldüğüm, eğlendiğim, hayatımı etkileyecek anlar oldu. Sıkan, eziyet eden, kendinden nefret ettiren anlar da. Belki bu duyguların sorumlusu fakülte değil, benim de hatalarım var. Yine de bu sıfır duygusu beni üzüyor, 5 yılı boşa geçirdiğimi anlatıyor sanki. Belki haksız da sayılmaz.
Şu anda tek merak ettiğim, belli bir yıl sonra arkama dönüp baktığımda fakülteme karşı ne hissedeceğim. İlkokulum gibi boş bir sayfa mı, lisem gibi şükranla andığım bir parıltı mı?
An Overview of Ethanol
Ethanol is simply a type of alcohol that people use in beverages. But ethanol is also used as an alternative fuel for oil. Brazil, USA and some other countries like Sweden use widely ethanol.
Ethanol is mainly produced from glucose as a byproduct with carbon dioxide. In the present, 5% of ethanol is produced from petroleum. It is made by the catalytic hydration of ethylene with sulfuric acid as the catalyst. It can also be obtained from ethylene or acetylene, from calcium carbide, coal, oil gas, and other sources. Bio-ethanol is obtained from agricultural feedstocks which are carbon based. Examples of these feedstocks are sugar cane, bagasse, miscanthus, sugar beet, sorgum, switchgrass and etc.
There are mainly four different ways of large scale production of ethanol. Microbial fermentation of sugar, mainly from sugar cane, is one of them. Also, water can be removed to be able to used as a fuel, this process is called as distillation. Ethanol can also be purified by a molecular sieve (ZEOCHEM Z3-03). And, there is another process called denaturing.
Pure ethanol (E100) is only used in some special cases. For instance, Indy Racing League (IRL) made its former fuel E100 in 2007. But mainly ethanol blends are used in daily life. E10 (10% ethanol-90% unleaded gasoline) can be used in normal engines. But for blends beyond 10% ethanol, special engines must be used. For example, for using E85, flexible fuel vehicles (FFVs) must be used.
Advantages of using ethanol blends are various. Most important issue in this point is environment. By some researches, some facts are shown useful of ethanol: Ethanol blends reduce carbon monoxide emissions in vehicles by between 10%-30%. The American Lung Association of Metropolitan Chicago states ethanol-blended fuel has reduced smog-forming emissions by 25% since 1990. The use of E10 reduces greenhouse gas emissions by 12-19% compared to conventional gasoline. Ethanol contains 35% of oxygen, making it burn more cleanly and completely than gasoline. E85 has the highest oxygen content of any fuel available and also contains 80% fewer gum-forming compounds than gasoline. Ethanol is highly biodegradable, making it safer for the environment. Furthermore, ethanol is considered renewable because it is produced from plants. With increasing usage of plant cellulose and other plants such as grasses, this point becomes more important. Moreover, using ethanol has economy and job creation benefits. It also brings development of agriculture, farmers and rural communities. As a final word, if ethanol is used as a gasoline additive, it is not as poisonous as MBTE and lead; is a soluble deposit-controler and is an anti-icer.
On the other hand, some features of ethanol aren’t beneficial. Aldehyde, a function of ethanol volume, is a threat to nose, eyes, throat and possibly causes cancer. E85 costs 33% more to consumer’s annual budget. Ethanol blends are not available everywhere, only in certain stations. Moreover, ethanol prices at the pump are a function of percentage of ethanol in the blend. Also driving ability of ethanol is lower: It has lower per liter energy value; it takes more to drive the same distance and consumers have to fill their cars more often. Consumers who are driving regular cars have to pay at least $1200 US to have their engines adapted and have to drive extra distances to special gas stations to buy ethanol. Furthermore, ethanol can absorb water and if water enters the fuel tank, it dilutes ethanol and causes problem with corrosion and phase separation. Also, ethanol absorbs and carries dirt and is highly flammable, so requires more attention.
In 26th October 2007, ethanol price is $1,768 per gallon in US markets. In USA, E85 is priced to be competitive with 87-octane gasoline. But in the future, by the help of increasing producing cellulose, the prices will be hoped to reduce.
In conclusion, ethanol has become more important day by day. With invents of new methods of producing and using ethanol as a fuel, in the future ethanol will become a major fuel, alternative to gasoline.
Enviromentally Friendliness of Vehicles
21stcentury. Such a weird and interesting century. Technology has been increasing very rapidly. We throw away our technological toys every year and buy new toys. We change our cars with stronger engines and lesser fuel consumption. World become smaller every year. New roads, vehicles, computers, ideas, etc. On the other hand, we have struggled with more problems: general problems such as hunger, poverty, AIDS, etc.; new diseases which can’t be cured, environmental hazards which cause climate changes, health problems. In order to prevent these problems, scientists think more and more and offer new ideas. One of these ideas is environmentally friendliness of vehicles, shortly green car (this term will be used more in this essay). In other words, vehicles that cause less pollution or damage the environment lesser. Of course, there are some types of becoming a green car: Hybrid cars, ethanol fuel, diesel/biodiesel fuel, natural gas and other technologies.
First of all, hybrid cars are the most reasonable solution for the present. Simply, hybrid car means a car which uses two or more sources of power, mostly a rechargeable battery (electrical energy) and gasoline. The history of hybrid cars goes to the early years of engineering. Unfortunately, its importance isn’t understood until increasing of air pollution and Arabic petrol crisis in 1973. After that, automotive engineers speeded up building hybrid models. The advantages of hybrids vary upon the brand. But it can be easily said that the car pollute much less than normal cars and much quieter. The computer of the car decides how much it uses electric or gasoline. But if the driver is careful, the car uses less gasoline. Generally, it depends on how hard you step on the gas pedal; the car’s computer will determine how much power to draw from combustion engine, and how much power to pull from the car’s electric motor. Besides these useful facts, hybrid cars are expensive (due to its new technology and rare usage), heavier because of battery packs; have exposure risk, few spare parts and a need to professional repairing.
Secondly, using ethanol fuel is very popular nowadays. Ethanol is ethyl alcohol, also called grain alcohol. Chemically, fuel ethanol is identical to the alcohol we drink. Ethanol comes from starchy crops, sugary crop and cellulosic plants. Ethanol is mostly used as 15% of whole fuel (E85). Also, ethanol is a renewable fuel that comes from agricultural feedstocks, and can be produced domestically. Using ethanol (particularly E85) also results in less pollution, reducing smog-forming emissions by as much as 50 percent relative to gasoline. E85-powered vehicles also contribute to global warming, although experts disagree about how much greenhouse gas is emitted by using ethanol. However, ethanol can be more expensive than gasoline and contains less energy than gasoline.
Thirdly, using diesel instead of gasoline is another popular trend, especially in Turkey. In a diesel, air is drawn into the cylinder and compressed first without fuel present. This compression heats the air to such a high temperature that when fuel is then injected into the cylinder, it combusts. By using higher compression ratios and higher combustion temperatures, diesels operate more efficiently. As a result, diesel vehicles attain better fuel economy than their gasoline counterparts. However, diesel produces two important pollutants: particulate matter, the black cloud that trails many older diesel vehicles and NOx, a key ingredient in the formation of urban smog and acid rain. Although there are a few more disadvantages including price, diesel cars are still reasonable because of its fuel economy, longevity of its engine and its greater torque than gasoline.
Fourthly, using natural gas instead of gasoline and also diesel has become popular gradually. Natural gas, which is 90 percent methane, has a much higher octane rating than gasoline, allowing for higher compression ratios and therefore greater efficiency in the engines that use it. Natural gas burns so cleanly that CNG vehicles rival hybrids in producing extremely low levels of smog-forming pollutants. Moreover, natural gas vehicles (NGV) rate higher in particulate matter 10 (PM10) emissions. Also, NGVs are safer because of strength and thickness of their fuel storage tanks. Furthermore, they are cheaper, convenient and abundant. On the other hand, NGVs need special cylinders which increase the price. Also, they have limited driving range. Limited fuel stations and slower filling time are other disadvantages. Furthermore, natural gas is also a fossil fuel so that it can’t be considered a renewable resource.
Finally, there are other solutions instead of gasoline. One of them is electric cars. One of the great hopes of the past decade was rapid charging, a simple concept that would find public and home chargers capable of renewing an electric vehicle’s batteries in 10 to 20 minutes rather than the usual six to eight hours. So rapid charging is the main problem of increasing popularity of electric cars. Solar energy is another idea. Although solar energy is free and available everywhere; total cost of converting industry, vehicles and unpractical usage are huge handicaps. Another solution is hydrogen for fuel. Although hydrogen is everywhere and can be produced in so many ways, there isn’t much pure hydrogen around because hydrogen tends to bond easily with other elements. To make hydrogen fuel, hydrogen must be separated from whatever it’s attached to, a process that requires energy. So hydrogen hasn’t been a suitable energy yet.
In conclusion, there are many variable ways to make a green car. But each depends on technological developments and political ideas. So none of them is such a successful energy that it can beat up popularity of gasoline. But, there is hope in the future that one of them will become the main energy of vehicles.
Mercedes-Benz Türk İzlenimleri
İsterseniz ilk önce konuya tersten yaklaşalım. Ben Mercedes’ten neler bekledim, bu stajdan önce? Bu yazıyı yazan ve yarın itibariyle Mercedes’te stajı tamamlanacak olan kişi, makine mühendisliğini kerhen seçmiş biridir. Ülkemizin güzide eğitim sistemi ve gelecek korkusuna paralel olarak İTÜ Makine Mühendisliği’ne girdim, bundan 4 yıl önce. Sonuçta “Ben bu okulda neden okuyorum?” ile “İş imkanları gerçekten fazlaymış.” ikilemleri arasında bir 4 yıl geçirdim. Mezun olmama 1 yıl var ve hala ne istediğime karar vermiş değilim.
İşte böyle bir ortamda, geçen yıl yaptığım verimsiz stajı saymazsak, gerçek bir iş deneyimine ihtiyacım vardı. Diğer bir deyişle, teorik olarak okuduğum şeyin pratikte ne olduğunu anlamam gerekliydi. İlk staj yerim beni tatmin edemeyecek kadar ufak, 72 kişilik bir fabrikaydı. Tabii, burada hemen şu parametre devreye giriyor: beni tatmin edecek bir iş yeri nasıl olmalı? Mercedes stajım sırasında daha iyi anladım ki ben büyük bir kuruluşta çalışmalıyım. Neden? Birincisi, kişilik olarak İngilizce tabiri daha manidar olan ‘man about town’ cinsinden biriyim; yani şehir adamıyım hatta büyük şehir adamıyım. İkincisi şehri seven biri olarak bir takım hayat standartlarım var, cumartesi çalışmamak, festivallere gitmek, vs. Bu standartlar ancak büyük ölçekteki bir kurumda karşılanabilir. Üçüncüsü böyle kurumların bir sistemi vardır ve oturmuştur. Bu sisteme entegre olmak kolaydır. Dördüncüsü, böyle kurumlar çalışanlarına önem verir, özel hayat sigortası, tam ödenen emeklilik primleri gibi. Burada bir parantez açalım. Kapitalist sistemin gereği olarak sermaye sahipleri çalışanlarından çok iş, az harcama beklerler. Özellikle artan işsizlikle birlikte arz-talep grafiğinin çalışan aleyhine kayması ile bu sorun daha da belirgin hale gelmiştir. Parantezi kapatabiliriz. Beşincisi, belki de en önemlisi, Türkiye’nin ekonomik ve siyasi durumu herkesin malumudur. Yüzlerce yıldır stabil bir hale gelemeyen bir ekonomiden bahsediyoruz. Böyle bir ortamda, çalışacağınız iş yerinin uluslar arası nitelikte olması çok önemlidir. Böyle bir kuruluşun çalışanına bakış açısı ve elbette sağlayacağı faydalar daha farklı olacaktır.
İşte bu bakış açısına sahip olarak Mercedes’i seçtim. Amacım uluslar arası niteliğe sahip bir kurumun nasıl işlediğini görebilmekti. Kerhen mühendislik okuyan biri olarak Mercedes hakkında teknik bir bilgim yoktu. Hatta İstanbul’da otobüs üretildiği hakkında bile pek bilgim yoktu.
Şimdi esas sorumuza geçebiliriz: Mercedes’te neler gördüm?
Öncelikle benim tüm beklentilerimi karşıladığını söylemeliyim. Yukarıda da değindiğim üzere amacım uluslar arası bir kuruluşun çalışma şeklini anlayabilmekti. Bu açıdan izlenimlerim olumlu oldu. Belli bir organizasyon şeması içinde çalışan elemanlar kendilerine verilen görev çerçevesinde çalışıyorlar. Sistem oturmuş olduğu için çok aykırı bir sorunla karşılaşılmıyor. Mesela karoseride oluşan maksimum sorunlar; malzeme eksikliği ve temini, nadir görülen iş kazaları veya iş akışında görülen ve muhtemelen maksimum bir gün içinde çözülen aksaklıklar. Bunların dışında çok absürd bir sorunla karşılaşılmıyor. Bir mühendisin çalışma hayatı rutin işlerle geçiyor. Görevi doğrultusunda gerekli evrakları, belli periyotlar dahilinde, hazırlamak ve gerekli denetimleri yapmakla geçiyor günleri. Zaten organizasyon şemasında kimin ne görevi olduğu muntazam şekilde belirtildiği için ekstra bir sorun çıkmıyor.
Çalışma koşulları gayet iyi. Fabrikanın mimarisi çalışma şartlarına uyumlu, gerekli motivasyonu verecek şekilde düzenlenmiş. Yeşil alanlar çok güzel düzenlenmiş, böylece çalışanın gerekli zamanlarda iş stresinden kurtulabilmesi için alanlar yaratılmış. Fabrikanın yerinin uzak olduğu düşünülebilir fakat bir megakent olan İstanbul’da bulunması sebebiyle fazla bir seçeneği olmadığını düşünüyorum. Yemek düzeni biraz ilginç gelse de genelde yemek uygulaması gayet iyi. (Her ne kadar kapanacak olan Davutpaşa Fabrikası’nda yemekler daha leziz olsa da) Bunun yanında spor salonu yapılarak çalışanın deşarj olabileceği ekstra bir alan yaratılmış. Bu arada çalışan derken mavi yaka, beyaz yaka ayrımı yapmıyorum. Bu ayrım kurum içerisinde minimuma indirilmiş. Bu da kuruma ekstradan bir kazanç sağlıyor. Çalışanların hemen hemen hepsi konusunda eğitimli ve uzman.
Kurum çalışanına değer veriyor. Tatil imkanları, çalışma saatleri ve diğer imkanlar dengeli dağılmış. İlk bakışta mesai başlama saati çok erken gelmişti ama sonra düzeni gördüğümde mantıklı geldi. Çünkü kapitalist bir düzende ve hızlı yaşayan İstanbul gibi bir kentte yaşıyorsanız, buna alışmak zorundasınız. Çünkü oyunun kuralı bu.
Gelelim, iş bölümüne. Karoseri bölümünü pek ilgi çekici bulduğumu söyleyemem. Sahaya inip, gözlem yapıp, operatörlerle birebir çalışıp onları yönlendirmek bana göre değil. Belli rutin evrakları hazırlamak da keza. Ben, kişiliğimin sonucu olarak, sürükleyici bir ortamda çalışmalıyım. Mesela, üretim planlama. Bir parçanın eksik olması ve onu telafiye çalışmak yada aksayan bir işi rayına oturtabilmek belki stresli ama akıcı. Sürekli takip edilecek bir şeyler var ve asla rutine bağlamıyor. Bu bakımdan Mercedes’teki iş akışı gelecek planlarım için yararlı oldu. En azından neyi istediğimi az çok kestirebildim. Mesela zaman etüdü yaptım, bence çok sıkıcı. Operatörün başında kazma gibi bekle ve ne yapıyorsa yaz. Bir ara adımlar sayılacak, dediler; deli gibi baktığımı hatırlıyorum.
Hayat felsefesi olarak hayattaki herkesin bir görevi olduğuna inanıyorum ve hayatta esas olanın o görevi bulmak olduğuna. Tabii 20 iş günlük bir gözlemle bütün iş hayatıma yön verecek değilim, ama en azından geleceğime dair bir fikrim oluştu. Çalışma ortamının nasıl olduğu; neler barındırdığı; ne gibi avantajlar, dezavantajlar getirdiği; böyle bir kurumda işlerin nasıl yürüdüğünü gözlemledim. Böylece amacıma da ulaştım. Çünkü çok idealist bir mühendis adayı olduğum söylenemez. Sahaya çok inmedim, operatörlerle çok konuşmadım (onları küçük gördüğümden değil, işlerini sevmediğimden, kaynağı kaç adımda yaptığı açıkçası bana pek bir şey ifade etmiyor; tam tersine çok ilginç operatörlerle tanıştım, bu yönden de stajın çok faydalı olduğu söylenebilir), çok soru sormadım. Fakat bana ne denildiyse elimden geldiğince yapmaya çalıştım. Çok ilgimi çekmedikçe konuyu fazla irdelemedim. Elimden geldiğince fabrikanın her yerine bakmaya çalıştım, nerde neyin nasıl yapıldığını göz kararı da olsa anlamaya çalıştım. İleride otomotiv alanında çalışmasam da genel kültürüm bayağı arttı. Bir otobüsün nasıl oluştuğunu, ne aşamalardan geçtiğini öğrendim. Fabrikanın nasıl bir şekilde çalıştığını, nasıl yürütüldüğünü anlamaya çalıştım. Bu bakımdan stajımdan fena halde memnunum.
Son tahlilde genel bir bakış açısından geçen 20 güne bakalım. Mercedes-Benz Türk’ün esas kazancının otobüs ve kamyon olduğunu öğrendim ve esas bu alanda yoğunlaştığını anladım. Uluslar arası bir kuruluşta işlerin nasıl yürüdüğünü, nasıl çalışıldığını gözlemledim. Gelecek planlarımda nelere dikkat etmem gerektiğini, oyunun nasıl oynanması gerektiğini öğrendim. Önemli olanın disiplin olduğunu ve yabancı dilin çok önemli olduğunu kavradım. Zaten bildiğimiz ekip çalışmasının gerekliğini biraz daha özümledim. Diyalog kurmanın detaylarını gözlemledim. Bir operatörle bir mühendisin, bir olaya ne açılardan yaklaştıklarını gördüm, bunun nedenlerini irdeledim, az da olsa sonuçlarını çıkarmaya çalıştım, kendi adıma tabii ki. Bütün bu tempoya rağmen hayatın devam ettiğini gördüm ve nasıl denge kurulması gerektiği hakkında düşündüm. Ayrıca (bu biraz bana özel) fabrikada geçen bir film hakkında düşündüm, belki ileride bundan güzel bir senaryo çıkartırım.
Kısacası bu stajın bana yararlı olduğu kanaatindeyim. İlginç bir deneyim olduğu kesin. İleride mühendislik yapmasam da ilginç bir anı olarak hatırlayacağım yada tam zamanlı mühendis olacağım ve bu deneyimlerimden yaralanacağım, belli mi olur!
Tipik İTÜ Erkeği Profili
Şimdi kızları yazdık, hak geçmesin bari erkekleri de yazalım. Sonra adımız tek taraflıya çıkmasın. Şaka bir yana, kız prototipi yaparken fark ettim, erkek prototipi de var İTÜ’de. Bilhassa Maslak’ta gayet belli oluyor. Gümüşsuyu’nda okuduğumdan olabilir, Maslak’a gelince herkes bana aynı geliyor. Yüzleri somurtuk, sadece önüne bakan tiplerle karşılaşıyorum. Bunların arasında kızlar da mevcut, herkes pek bir asosyal. Birazdan değineceğim, bunda ana sorumlu İTÜ’dür ama yapmayın arkadaşlar, dünyaya kaç kere geliyorsunuz, kaç kere 20 yaşında olabileceksiniz?
İTÜ’ye gelen kesim belli. ÖSS’de belli bir düzeyi tutturanlar geliyor bu okula. Bunlar da gayet zeki, çalışkan insanlar. Ülkenin bir nevi kaymak tabakası. Daha kayıt bile olmadan önünüze Profiency Sınavı’nı dayıyorlar. Hazırlık evresini geçelim, okuyan var, okumayan var. Okula başladınız, ilk haftadan ödevler başlıyor, 5. haftadan sonra da bir daha bitmemecesine vize dönemine giriyorsunuz. Öyle günler oluyor ki aynı gün ödev veriyorsunuz, quiz oluyorsunuz, üstüne vize yapıyorlar. Baş kaşıyacak saniye olmayan haftalar geçip gidiyor. İTÜ’nün amacı belli, kaliteli mühendis yetiştirmek. Yalnız, kaçırdığı bir nokta var, ot gibi adam yetiştirmekle bu çağda ayakta durulmaz. 50–60 yıl önce durum öyleydi, İTÜ mezununu direkt havada kapıyorlardı. Şimdi devir değişti, Mercedes stajyer almak için bile 3 aşamadan geçiriyor milleti. Çoğu işyeri artık ortalamanızın yanında sosyal yaşamınızı da öğrenmek istiyor. Neden acaba? Artık devir hız ve teknoloji devri. Teknolojiye hızlı adapte olacaksın, hızlı düşünüp doğru kararı vereceksin. Genel kültürün geniş olacak ki gerektiği yerde devreye sokacaksın. Neyi nerede, ne zaman kullanacağını bileceksin. İnsanlar boşuna mülakata girmiyor. Sosyal olacaksın. Hayatı iş-ev arasında yaşarsan bir yerden sonra tekdüze kalırsın, kendini yetiştiremezsin, yetiştiremezsen de rekabet edemezsin, olduğun yerde ömür boyu öylece kalırsın. Artık işverenler komplike elemanlar alıyor, bilgin yeterli olabilir, ama kendini sunamadıktan sonra bilginin zerre kadar değeri olmaz. Ama ne yazık ki İTÜ’de tek boyutlu adam yetişiyor, daha doğrusu öyle mecbur bırakılıyor.
Mesela geçen hafta değerli üniversitemizde konserler, açık hava gösterimleri ve çeşitli etkinlikler vardı. Ama ben gidemedim çünkü vermem gereken bir sürü ödev vardı. Zaten o etkinliklere de 1. ve 2. sınıflar katılabiliyor. Çünkü 3 ve 4’ler o kadar yoğun ki dışarıya adım atacak güçleri olmuyor. Ya ertesine güne bir vizesi, ödevi ve ya projesi oluyor ya da okulda o kadar yoruluyor ki yorgunluktan sızıp kalıyor. Bu hayat mıdır, ey millet? Bir daha ne zaman 20 yaşına gelebileceksin ki? Siz edindiğiniz 3 puan fazla notla süper yerlere mi gelebileceğinizi zannediyorsunuz? Hayat sizin not ortalamanıza bakmaz, dayanıklı mısın değil misin ona bakar. Zayıfsan yemediğin tokat kalmaz, geçersin elbet feleğin çarkından.
Şubat ayında hasbelkader Elektronik’in önünde el ilanı dağıtmam gerekti Aman Allah’ım, bu kadar somurtkan bir insan topluluğu görmemiştim. Dersten çıkanların yüzleri beş karış, gülümseme yok, bodoslama yürüyorlar. Valla Gümüşsuyu’nda okuduğuma şükrettim. Biz dersten çıkınca, ders bitti diye seviniriz, gülerek kantine ve ya yemekhaneye gideriz. Ders sıkıcı olabilir, hocan berbat olabilir ama bu hayattan zevk almanın önüne geçemez ki. Nereye kadar gider böyle, kendi kendine sormayacak mısın?
Sözde erkek profili çıkaracaktık, söz nereye geldi bakın. Ama tipik İTÜ erkeği işte böyle asosyal, ders-yurt arasında vakit geçiren bir tiptir. Ben 1 ay boyunca kampüsten dışarı adımını atmayan insan biliyorum ya. Böyle bir tip mezun çıkınca apışıp kalıyor çünkü hayat yurt ve okuldan ibaret değil, yaşayan sosyal bir organizma. Tabii gelelim işin en can alıcı kısmına, bu tip son derece abazan oluyor. Kızlara yiyecek gibi bakıyorlar, hiç görmemiş dağ kekoları misali. Sonra da ne olacak bu İTÜ erkeğinin hali? Benim ‘tipik İTÜ kızı’ dediğim profilin bir sebebi de bu abazan takımı. Geçen yıl merkez kütüphanede olanları herkes az çok biliyordur (Biri, kıza penisini teşhir etmiş rafların arasında, kız da bağırarak kaçmış). Bunu yapan kişi bir insan mıdır yoksa hayvan mı?
Biraz medeniyet lütfen. Çıkın, dolaşın. Dünyanın belki de en güzel şehrin de yaşıyorsunuz. Boğaz 10 dakika uzaklıkta. İnin İstinye’ye, Yeniköy’e. Haftasonu Çengelköy’de Fiko’nun kahvesinde o güzelim manzaraya bakarak çayınızı için. Neredeyse yılın her ayı bir festival, bir konser var. Gidin, eğlenin. Bir İspanyol filmi izleyin mesela, değişiklik olsun. İçiyorsanız Nevizade’de iki tek atın, kendinize gelin. Bu şehirde imkan bol. İstanbul’un tadına varın biraz. Hayat ders değildir. Feridun Abi’nin dediği gibi kendinizden kendinizi çıkarınca sıfır kalmıyor bu hayatta.
Tipik İTÜ Kızı Prototipi
Şimdi İTÜ’de okuyan kızlar kıyameti koparır ama ben bu prototipi 4 yıldır gözlüyorum. Bu yaptığım örnekleme, bir genelleme. Benim de yakın kız arkadaşlarım vardır ki bu sınıflandırmaya ucundan kıyısından girmez. Yani tüm İTÜ’lü kızlar üzerine alınmasın ama isteyen de alınabilir. Ne demişler, yarası olan gocunur.
İTÜ herkesin malumu bir mühendislik okulu, dolayısıyla kız oranı bayağı az. Bu durum sadece Türkiye’de değil, tüm dünyada böyledir. Hemen alınmasınlar, kızlar yapamadıklarından değil, istemediklerinden seçmemekte mühendislik fakültelerini. Tabii seçenler de var, zaten var ki İTÜ’de kız var. Bu oran bölümden bölüme değişiyor tabii. Tekstil, çevre gibi şanslı (mı acaba?!!) bölümlerimiz olduğu üzere makine gibi 3 erkeğe 1 erkek düşen bölümler de var. Şaka, şaka, makinede kız oranı %6 civarındadır. Ama onlar da erkek sayıldıklarından ilk hipotezi geçerli sayabiliriz. Şaka bir yana benim teknik resim sınıfımda 43 erkeğe tek kız vardı. Yusuf Hoca’m açıklama yaparken Nergis’i erkek sayarak “Beyler” diye hitap ederdi, sonra da Nergis’e takılırdı “Bu kadar erkek arasında sen de erkek oluver.” diye.
Efendim, neden böyle bir sınıflandırma yapıyoruz? Çünkü son 1 yıldır bu tipe giren o kadar kıza rastladım ki yazmamak elde değil. Harbiden en sağlam kız, bir an oluveriyor, çat sınıflandırmaya giriveriyor. Ben de şaşırıyorum, Tanrı bu kadar aynı karakterli kızı nasıl bir araya toplayabilmiş diye. Tabii işin latifesi bu olsa da genel olarak sadece İTÜ’lü değil tüm kızların hemen hemen aynı özelliklere sahip olduğunu görürsünüz. Yani İTÜ dışından kızlar da alınabilir, izin veriyorum.
Peki bu kızlar neden böyle? Hepsi ana karnından bir mi çıkıyor? Alakası yok! 80’lerde kapitalizme girebilen Türkiye’nin sonuçları bunlar. Her genç kolay yönden köşe olma peşinde. Dürüstlük ve hakkaniyetin enayilik olduğu bir dönemin çocuklarıyız biz. Herkes önüne gelene atlıyor, önüne geleni kazıklıyor. Bu durumda da kızlarımız zengin koca bulup hayatlarını kurtarma derdinde. Darwin’e göre dişiler güçlü erkek ararmış ki çocuğunu koruma şansı yüksek olsun. Günümüzde de güç demek para demek olduğundan, olayı biyolojik sebebe bile bağlayabilirsiniz.
Altyapımızı oluşturduğumuza göre esas amacımıza dönebiliriz. Bir kere bir İTÜ kızı için, erkekler acınası, köle varlıklardır. Mesela bir erkeğe selam verilmez, eğer erkek selam verirse lütfedip selam verilebilir. Tamamen kızın inisiyatifine kalmıştır. Konuşulacak mutlaka paralı olmalıdır, yakışıklı olmalıdır, sosyal olmalıdır, komik olmalıdır, rahat olmalıdır, kültürlü olmalıdır, nerde ne var her şeyi bilmelidir, falan filan. Bu özelliklerin birine sahip olmayan erkek ya çöptür ya da bırakılmaya (harcanmaya) mahkûmdur. Yani değerli İTÜ erkekleri bu sıfatlardan birini sağlamıyorsanız ve bir İTÜ’lü ile çıkıyorsanız arkanızı kollayın bence. Ve geldik en önemli kıstasa arabanız olmalı. O kıza hizmet edebilmek için mutlaka arabalı olmalısınız. Bu sıfatları ne kadar sağlıyorsanız ilişkideki aktifliğiniz o kadar fazladır. Mesela o kadar paranız yok, olsun kampus içinde kızın elini tutamazsınız olur gider. (Bizzat gördüğüm bir olaydır. Neden olduğunu siz düşünüverin.)
Bu durum böyle mi sürüp gidecek, diye sorabilirsiniz. Ne yazık ki biraz daha katlanacağız. Ne zaman ki paranın her şey demek olmadığını, bazı şeylerin zamanla çalışarak, alın teriyle elde edilebileceğini anlayacaklar o zaman bu durumda azalacaktır. Ama bizim neslimiz 5 yıldızlı otelde düğün, Maldivler’de balayı, altına hemen ev ve araba çekmek istediği için bu olanlar oluyor. Varsın, olsun. Allah’tan öyle olmayan kızlar da mevcut da hala umudumuz yeşil kalabiliyor.
Yoksa çok mu ağır oldu? Hiç zannetmiyorum. Ayrıntılı bilgi isteyenler Kadın Hakları Hakkında Birkaç Düşünce adlı blogumu okuyabilirler.
Son Yorumlar