Arşiv
Selanik – Halkidiki İzlenimleri (2024)
Selanik. Atatürk’ün memleketi. Ülkenin hatırı sayılır bir kısmının da soyunun dayandığı kent. Balkanlarda kaybedildiğine en çok üzünülen yer sanırım, ülkemizde. Bu yüzden 2013’te ilk kez gidene kadar sınıra çok yakın olduğunu sanırdım. İnsan, gitmediği yere detaylı bakmıyor işte. Oysaki harita her zaman elinin altında.
Eşim Damla hiç görmediğinden birkaç senedir gitmeyi düşünüyorduk. Darısı 2024 yaz sonunaymış. Deniz tatiliyle de birleştirip bir haftalık güzel bir plan yaptık. Uçakla gidiş, 2 gün Selanik, 4 gün Afitos (Halkidiki), 1 gece daha Selanik ve uçakla dönüş.

Selanik’e Ulaşım ve Konaklama
Selanik’e genelde araçla gidiliyor ülkemizden. Halbuki hiç yakın değil, sınırdan 3-3.5 saat uzaklıkta ki sınırdaki kuyruk da cabası. 2024 yaz için 7 saate varan kuyruklar duydum. Biz uçağı tercih ettik. Lakin talep az olduğundan THY’nin İstanbul Havalimanı’ndan günde tek seferi var, başka havayollarına bakmadık açıkçası. O sefer de sabahın köründe. 7 buçuk gibi İstanbul’dan kalıyor, 9 buçuk gibi de Selanik’ten. Uçuş numarası anlamlı ama: İstanbul-Selanik uçuşunun kodu TK 1881, dönüşü de TK 1882.
30 Ağustos 2024 Cuma sabahı Selanik’e indik. Havaalanından merkeze otobüsle ulaşım mevcut. Otobüs içinde kişi başı 1 €’ya bilet alabiliyorsunuz ve 30-40 dakikaya merkezde iniyorsunuz. Dönerken de taksiyi tercih ettik. Onun fiyatı havaalanı olduğundan sabit, 25 € ve 20-25 dakika sürüyor merkezden.
Konaklama için ilk gelişimde de kaldığım, Hotel Olympia’yı tercih ettik. Otelin en büyük avantajı, konumu. Tam merkezdeki tarihî agoranın yanında yer alıyor. Ama bu sefer odayı çok beğenmedim açıkçası. Gidiş ve dönüşte iki farklı odada kaldık ve ikisinin de tuvaletinde ciddi sorunlar vardı. Hele ikinci odanın tuvaleti inanılmaz küçüktü. Kahvaltısı gayet iyiydi ama sanırım Selanik’e tekrar gidersek tercih etmeyiz.

Atina İzlenimleri
Athena’nın şehri Atina. Hani şehrin ünlü kuruluş mitine göre, şehre zeytin ağacını hediye ederek onun koruyucu tanrısı olan Athena’nın ismini verdiği kadim şehir. İklimi gereği, hâlâ zeytin ağaçlarıyla süslü olan Atina, Helenistik Dönem’deki kadar önemli bir şehir olmasa da o dönemde yaşamış bilim insanları ve filozoflarının günümüz medeniyetine katkıları sağ olsun dünyanın en fazla ziyaret edilen kentlerinden biri.
Biz neredeyse hiç plan yapmadan ve 10 gün öncesinde biletleri alarak 19 Ocak Cuma sabahı Atina’ya uçtuk eşimle. Ama bu sefer yalnız değildik, kadim seyahat arkadaşlarımdan Filiz de bize Atina Havaalanı’nda katıldı. Böylece üç kişi olarak, sabah saatlerinde Atina sokaklarına ayak bastık. Havaalanı merkezden bayağı uzak maalesef. Yarım saatte bir olan metro, pahalılığına rağmen (9 €) merkeze ulaşmanın en rahat yolu.
Önceden sadece oteli ayarlamıştık. Monastiraki meydanı yakınında bulunan ve üzerinde bulunduğu sokakla aynı adı taşıyan 18 Micon Str, çok güzel bir butik otel. Konumu çok merkezi, kendi sokağında bile bir sürü kafe ve bar var. Oda gayet temiz ve kullanışlıydı. Biz ikinci katta bulunduğumuzdan ses sorunu olmadı ama Filiz’in odası ilk kattaydı ve gece sokaktan gürültü geldiğini söyledi. Kahvaltısı, bir butik otele göre bayağı iyiydi. Hem çeşit boldu, hem de lezizdi yediklerimiz. Fiyat olarak da gayet makuldu.


Otele varınca önce karnımızı doyurmak istedik. Otele çok yakın olan Usurum Brunch’a gittik. Tam modern, yeni nesil kahvaltıcı. Başarılı bir Egg Benedict yedim ve leziz bir kahve içtim (üstteki resim). Kızlar da çok memnun kaldı. Önerilir.
Bahsetmeyi unuttum ama bu, benim Atina’ya üçüncü gelişim. İlki 2013’teydi, annemlerle otobüsle bir Yunanistan turuna katılmıştık. O turda Atina’da sadace 2 gece kalmıştık ve pek serbest gezememiştim. Akropolis’e ve ondan daha yüksek tek tepe olan Lycabettus’a çıkmıştım. Üç yıl sonra bir konferansta sunum yapmak üzere geldim ikinciye. O zaman, iki gün erken gelip merkezi bayağı dolaşmıştım ama temmuz sıcağında tek başına Atina sıkıcı oluyor, dostlar.
Daha fazlasını oku…Kaş ve Meis İzlenimleri
2019’da ilk defa Kaş’a gittiğimizde sakinliğini, denizini ve yemeklerini çok sevmiştik. Zaten son yıllarda Kaş beyaz yakalılar arasında pek popüler, o kadar ki yerliler sıkılmaya başlamış. Lakin ilçenin coğrafi özelliğinden dolayı büyüyecek yeri olmadığından çok da bozulamıyor. Bizim gibi temmuz ve ağustosta gitmezseniz Kaş’ın keyfini biraz daha fazla çıkarabilirsiniz. Duyduğumuza göre bu yüksek sezonda 1 saatlik trafik sıkışıklığı ile çarşıda insan kalabalığından adım atamama durumları gayet normalmiş.
Biz bu sefer eylül başını tercih ettik, çünkü mayıs sonundaki bazı sezon öncesi tadilatlarını bu sefer görmek istemedik. Yine bu sefer daha doğru bir tercihle, Dalaman Havalimanı üzerinden geldik. Havalimanı Kaş arası yine uzak olsa da Antalya’dan gelmek kadar uğraştırıcı değil. Çeşitli özel şirketler Dalaman Havalimanı ile Kaş arası doğrudan servis işletiyor ki Antalya Havalimanı’nda böyle bir seçenek yok. Metro ile 1 saatte otogara, oradan da 4-4.5 saatlik bir köy minibüsü yolculuğuyla Kaş’a varıyorsunuz ki 2.5 saatlik konforlu servis yolculuğuyla kıyaslanamaz bile.
Biz 9 Eylül 2023 Cumartesi sabahı 1.5 saatlik uçak yolculuğu üzerine 2.5 saatlik servis yolculuğuyla Kaş’a vardık. Lakin ilk iki günümüzü Meis’e ayırdığımız için akşamüstüne kadar çarşıda dolandık. 18.00 motoruyla da Meis Adası’na geçtik.
Meis Adası Hakkında
Meis adını artık sadece Türkler kullanıyor. Bu isim antik Yunancadaki ‘megistri’ (büyük) kelimesinin Anadolu Türkçesindeki bozulmuş hâlinden geliyor. Bu küçücük adaya zamanında ‘büyük’ denmesinin nedeni, çevresindeki adaların en büyüğü olması. Tıpkı Büyükada gibi.
Adanın resmi adı Kastellorizo. İtalyanca olmasına rağmen Yunanlılar da böyle kullanıyor. Ortaçağ’da Akdeniz’deki İtalyan kentlerinin ezici hakimiyeti ile iki dünya savaşı arasında adanın İtalya’ya bağlı kalması bu ismin kalıcılığının ana sebebi. Anlamı -tam olarak kanıtlanamasa da- ‘kızıl hisar’ demek ve Rodos Şövalyelerinin adanın kızıl taşlarını görünce (kanıtlanamayan, bu iddia ki taşlarda kırmızı pigment bulunmuyor) veya şövalyelerin kızıl bir kale inşa edince (ki bu da kanıtlanamıyor) adaya bu adı verdikleri düşünülüyor.
Daha fazlasını oku…Sakız Adası İzlenimleri
Sağ el bileğimdeki bir sağlık sorunu yüzünden bu yazıya yaklaşık dört ay geç başlayabiliyorum. Fakat yine de yazmak istememin sebebi güzel bir tatil olmasının yanında Anadolu’ya bu kadar yakın olmasına rağmen Sakız Adası’nın neredeyse bilinmemesi. Çeşme’den 20 dakikada bile gidilebilen bu adanın sakinleri bize benziyor fakat ada ve ekonomisi, Anadolu’dan da kıta Yunanistan’ından da çok farklı.
Çeşme limanından kalkan -farklı şirketlere ait- arabalı/arabasız deniz taşıtları sizi Sakız Adası’nın tam Çeşme’ye bakan merkezine indiriyor. Bu merkez kent, adanın nispeten ortasında, doğu sahilinde bulunan sanırım tek düzlük üzerinde kurulmuş. Adanın nüfusunun çoğunluğu da burada ikamet ettiğinden müze, hastane, taksi durağı gibi önemli şeyler sadece burada bulunuyor. Yani tüm hayatî ihtiyaçlarınızın adresi burası.
Adanın geri kalanı ise oldukça dağlık, küçük küçük onlarca köyden oluşuyor. Şimdi bu coğrafik yapıya göre adanın ekonomisi merkezden dönmeli, değil mi? Ama tam tersi! Bizdeki adı en önemli tarım ürünü olan sakızdan gelse de orijinal ismi olan Chios veya Xios, denizler tanrısı Poseidon’un oğlunun adından geliyor. Aslında bu iki ismin kökenleri, ada ekonomisi hakkında ciddi ipuçları veriyor.
Ekonominin Belkemiği: Armatörlük
Adanın en önemli geçim kaynağı, tahmin edilemeyecek bir şekilde armatörlük. Poseidon’un adanın tarıma pek müsait olmayan kuzeyinde yaşayan torunları, dünya ve Avrupa gemi ticaretinin sırasıyla yaklaşık %20 ve %80’ini bu küçük adadan yönetiyorlar. Tur rehberimizin verdiği bu rakamları başka bir kaynakla doğrulatamadım. Fakat kısa zamanda şu bilgileri edindim: 1822’de Sakız’da yaşanan isyan ve Osmanlı’nın bunu oldukça kanlı şekilde bastırması üzerine adada zaten varlıklı olan ve Avrupa-Osmanlı ticaretini sırtlayan bu gemici ailelerin fertleri; Londra, Liverpool, Marsilya ve Odesa gibi çeşitli şehirlere taşınarak ilk küresel özel nakliye şirketlerini, gemi sigorta acentelerini ve de armatörlere özel bankaları kuruyorlar. Tabii şirket merkezlerini adadan taşımadan!
Daha fazlasını oku…Annemlerle Yunanistan Turu – 3: Meteora – Kavala
Biraz geç de olsa Yunanistan yazı dizisinin 3. ve son bölümüyle karşınızdayım. Atina’daki otelimizden sabah otobüsümüze binerek Kalambaka’ya doğru yola çıktık. Kalambaka, Selanik’in batısında, Yunanistan’ın iç bölgesinde yer alan kocaman bir düzlük olan Teselya Ovası’nın kuzey ucunda konumlanıyor. Burası, hiçbir özelliği olmayan turistik bir köy. Turistik olmasının sebebiyse hemen üstündeki kayalıkların tepelerinde yer alan Meteora Manastırları.
Meteora kayalıklarından ilk görüntü
Kapadokya’ya hiç gitmedim ama oradaki peri bacalarının devasa hallerini düşünebilirsiniz. 300-400 metrelik oldukça sarp ve dik kayalıklar bulunuyor bu bölgede. Bu hal bile jeolojik bakımından ilgi çekiciyken, yöreyi bu kadar turistik yapan unsur bu kayaların tepelerinde konumlanan manastırlar. Bu kayalıklara tırmanmak günümüzde bile çok güçken 13. yüzyıldan itibaren kayalıklarının tepelerine manastırlar inşa edilmiş. Bunlara ulaşmak için 1980’e kadar sadece 2 yol varmış: Yukarıdan bir keşişin attığı ipe veya merdivene tırmanmak. 1980’den sonra her manastır için merdivenler oyulmuş kayalara ve bu merdivenler bile son derece dik.
İnsanın aklına gelen ilk soru, insanların bu manastırları neden yaptığı. Bunun iki cevabı var: İlki manastır düşüncesinde gizli. Rahip veya keşişler zaten manastırlarda günlük hayattan tecrit olmak ve kendilerini dine vermek için yaşıyorlar. Böylece Meteora Manastırları bu amaç için fiziken kusursuz bir yer oluyor. İkinci amaçsa Osmanlılardan yani Müslümanlardan kaçmak. Nitekim Osmanlı’nın yarımadayı fethinden sonra bu bölgedeki manastırlar hızla çoğalıyor. Birazdan bu sebebin sonuçlarını da yazacağım.
(Roger Moore’un bedeninde) Bond’un da ziyaret ettiği Kutsal Üçlü Manastırı
Bölgede bir zamanlar 20’yi aşkın manastır varmış lakin şu anda sadece 6’sı ayakta. Dördünde erkekler kalırken ikisi kadınlar için. Bunlardan (yanlış hatırlamıyorsam) üçü de ziyarete açık. Bölgeyi popüler yapan iki unsuru da yazıp kişisel değerlendirmelerime geçeyim: İlki, bir Bond filmi. 1981 tarihli Roger Moore’lu For Your Eyes Only‘nin bir kısmı burada çekilmiş ki ben bu kısımları coğrafyayı görür görmez hatırladım. Filmde Topol’un (bkz. Fiddler on the Roof) canlandırdığı karakterin yaşadığı ev olarak kullanılmıştı, manastırlardan biri (Kutsal Üçlü Manastırı). İkincisi de Linkin Park’ın bir albümüne adını vermesi.
Büyük Meteora Manastırı’nda eskiden kullanılan şarap yapma mekanizması
Biz tur olarak en büyük manastır olan Büyük Meteora Manastırı’na çıktık. Otobüsten indikten sonra, merdivenlerle önce biraz inip sonra bayağı bir tırmandık. Basamaklar hafif dik olsa da çok yormuyor, 10 dakikada rahatlıkla yukarı varıyorsunuz. Rehberimiz birkaç kere manastır içinde fotoğraf çekmenin yasak olduğunu tembihlese de çekmeyen görmedim ve abartmadan ben de çektim. Manastırın ilk dikkat çeken kısmı, eski manastır yaşamını anlatan müze şeklinde tasarlanmış odalar. Buralarda kırsal hayat hakkında bir sürü eşya sergileniyor. İkinci önemli öğesi manzarası. Bütün Teselya Ovası’nı ve diğer kayalıkları yukarıdan seyrediyorsunuz. İnsan defalarca deklanşöre basmak istiyor. Hrıstiyansanız, kilisede de dua edebilirsiniz. Daha fazlasını oku…
Annemlerle Yunanistan Turu – 2 (Atina)
Sabah erkenden kahvaltımızı edip otobüse bindik ve Atina’ya doğru yolculuğumuz başladı. Benim için de daha önce görmediğim kısım resmen başladı. Hem hava aydınlık olduğundan yolu da izleyebilecektim. Zaten yol izlemeyi hem düşüncelere dalmak hem de etrafı gözlemlemek adına hep severim. Yurt dışında daha da dikkat ederim çünkü bir ülke sadece şehirlerden oluşmaz, kırsal da bir o kadar önemlidir. Nitekim daha yolun başında rehberimiz Andreas uyardı: “Buradaki otobanlar çok güzeldir ama devamlı soyulursunuz.” Gerçekten Yunan Hükümeti işini bulmuş! Tamamen AB’nin yapıp hediye ettiği harika otobanı ihaleye çıkarıp satmış! Alan kişiye de istediği kadar gişe kurma ve para alma hakkı vermiş (Her birinden vergisini ayrıca alıyor tabii)! Öyle ki Selanik-Atina arasındaki yaklaşık 550 km yolda (yanlış hatırlamıyorsam) 16 gişe var! Her gişe de ortalama 5 € alıyor. Soygunun âlâsı yani!
Lycabettus Tepesi’nde annemle
Tepeden Atina’da günbatımı
Yaklaşık 7 saatlik yolculuktan sonra Yunanistan’ın başkenti ve en kozmopolit şehri olan Atina’ya girdik. Direkt otelimize girdik bu sefer. Hotel Zafolia gayet merkezi bir konumdaydı, 4 yıldızlı olmasına rağmen de bence Selanik’teki Porto Palace’dan daha iyidi. Biraz otelde kaldıktan sonra dışarı çıktık. İlk hedefimiz olan Lycabettus Tepesi’ni bulmak ve çıkmakta zorluk yaşasak da başardık.
Atina genel olarak düz bir kent. En arkasındaki dağlarla deniz arasında yayılan oldukça geniş bir yerleşim yeri. Şehrin ortasında 3-4 tane de tepe var. Bunların en ünlüsü şehrin ilk kurulduğu ve etrafında genişlediği Acropolis. Ondan daha yüksek olan tek tepe de Lycabettus Tepesi. Burası biraz dik ve sarp bir yer, zaten üzerinde yerleşim yok. Sadece en tepesinde bir manastır ve turistik bir cafe var. Yürüyerek çıkabileceğiniz gibi, teleferik veya taksiyle de çıkabilirsiniz. Lakin taksi bir yere kadar çıkabiliyor, oradan yine 200 m kadar yaya çıkmanız gerek. Biz taksiyle çıktık, sonra da merdivenle devam ettik. Yalnız inerken etraf ıssız olduğundan taksiciye 15 dakika sonra bizi aynı yerden almasını söyledik (ama meğerse diyebildiğimizi sanmışız). Bu kısıtlı zaman nedeniyle koşturarak çıktık. Ama tepedeki manzara gerçekten çok güzeldi. Bir de tam biz çıktığımızda güneş batıyordu. Böylece hem aydınlık hem de karanlıkta Atina’ya tepeden bakabildik. İkisi de ayrı güzel, tavsiye ederim. Daha fazlasını oku…
Annemlerle Yunanistan Turu – 1
Kurban Bayramı tatili için bir ilki gerçekleştirdim. Hayatta ilk defa hem ailemle hem de turla yurtdışına çıktım. Tabii turu kullanmamızın ana amacı, annemler için kolay bir seçenek oluşturmasıydı. Böylece ETS Tur ile 5 gecelik Yunanistan turuna çıktık. Anne babamın yanında eski komşularımız Ragıp Amca ile Malike Teyze de bize katıldı.
Böylece bayramın ilk gecesi (15 Ekim) Kadıköy Evlendirme Dairesi’nin önünden otobüsümüze binerek tura başlamış olduk. Turdaki ilk 10 saatimizi doğal olarak yolda geçirdik. Sabah 7.30’da gözümü açtıktan sadece 1 dakika sonra rehberimiz Andreas Mert’in neşeli sesini duyduk: “Günaydın herkese! Selanik’e hoşgeldiniz.”
Peşinen söyleyeyim, bu yazı dizisinde bahsedeceğim konuların çoğu Andreas’ın anlatıklarından araktır. Ayrıca gezdiğim yerlerin yanında bolca da Yunan kültürü ve günlük yaşamına da değinmeye çalışacağım.
Selanik gezisi hakkında da ek bir parantez açmam gerek: Bu blogta zaten 3 ay önce gittiğim Selanik gezisinin yazısı iki bölüm halinde yayınlanmıştı ve ilk önce bunları okumanızı öneririm. Bu yazılara şuradan ve de şuradan ulaşabilirsiniz. Selanik açısından bu yazılar daha doyurucudur.
Selanik turumuz şehrin en önemli kilisesi olan Hagios Demetrios Kilisesi ile başladı. Çatısının düz tahta olmasının dışında pek önemli bir özelliği yoktu. Ardından Osmanlı zamanında yapılan dış surların Zincirli Kale kısmına çıktık. Burası da pek aham şaham bir yer değil, şehri tepeden görmesi dışında.
Sonrasında Atatürk Evi’ne gittik. 3 ay önce gittiğimde resterasyon sebebiyle kapalıydı ve hayıflanmıştım göremediğim içim. Meğerse çok gereksizmiş bu hayıflanma çünkü Kültür Bakanlığı evin içini tamamen boşaltmış, yerine de hiçbir şey koymamış. (Dalga geçmiyorum!) Zaten daha otobüsteyken Andreas, durumun vahamiyetini çıtlatmıştı. 14 ay süren bu resterasyon sözde binayı güçlendirmek (ki gerçekten ihtiyacı varmış) ve içerdeki sunumu daha modernleştirmek adına yapılmış! Aldığımız duyuma göre zaten güçlendirme yapılmamış. Üstüne eskiden olan ev eşyaları tamamen çıkarılmış, yerlerine Selanik, Manastır, İstanbul ve Ankara’nın zamanındaki ile günümüzdeki durumlarını anlatan videolu anlatım konmuş. Açıkçası bunların gereksizliği o kadar barizdi ki izlemedim bile. Yalnız 2. kata her nasılsa Atatürk’ün balmumu heykelini koymuşlar ama bunu da bodruma THY uçak maketi koyarak mahvetmişler. Açıkçası ben mevcut durumun altında bariz bir kasıt arıyorum. Çünkü mantık sınırları dahilinde o evde böyle saçma bir modernleştirme yapılamaz. Bayağı sinirli şekilde oradan ayrıldık.
Atatürk Evi’ndeki Maket THY Uçağı
Ardından ise sahilde 1.5 saatlik serbest zaman verildi. Bu zaman zarfında, kordonda yürüdük, Aristo Meydanı’nda bir kafede oturarak dinlendik ve Beyaz Kule’ye geri döndük. Sonra zaten otelimize götürüldük ve ertesi sabaha kadar serbest bırakıldık.
Otelimiz yeni limanın dışında yer alan Porto Palace’tı. 5 yıldızlı olsa da pek o derece bir konfora sahip değildi. Daha önce kaldığım Hotel Olympia 4 yıldızlı ama daha iyiydi bence, bir kere çok merkeziydi ve Porto’dan aşağı kalır bir özelliği yoktu. (Eminim fiyatı da daha uygundur)
1.5 saat dinlendikten sonra taksiyle şehir merkezine indik. Bu arada tüm Yunanistan’da taksiyi telefonla çağırırsanız taksimetre ücretine 2 euro eklendiğini öğrenmiş oldum. Biraz etrafı dolaştıktan sonra, bir önceki gezimin favorisi olan Full to Meze’ye oturduk. Bayram olması dolayısıyla inaılmaz doluydu (bizden sonra ayakta bekleyenler oldu) ve mekandakilerin çoğu Türk’tü!
Sofraya feta perniri, ahtapot ızgara, şarapta ahtapot (yanlış anladılar lakin bu da enfesti), kalamar, midye buğulama (ne yazık ki midye dolma bitmiş, çok üzüldüm), kızarmış hellim, mezgit kızartma ve bolca uzo geldi. Hepimiz fena halde doyduk ve hesap sadece 95 avro geldi. Full to Meze meyhanecilikte sınırları zorluyor gerçekten, çok iyiler.
Tepeden Selanik’e Başka Bir Bakış
Yediklerimizi eritmek için biraz daha dolandıktan sonra Eski Liman’daki deniz kıyısında oturduk. Sonrasında da taksiyle yine geri dönüp, dinlenmeye çekildik.
Bir Selanik Kaçamağı – 2. Gün
Saati zaten 10’a kurmuştum, otelin kahvaltısına yetişebilmek için. Hala uykumuz olsa da kalktık, giyinip aşağıya indik. Gayet muntazam bir açık büfe bizi karşıladı. Gerçekten, bir kahvaltıdan isteyebileceğiniz her şey mevcuttu. Üstelik 10.30’da bitmesi gereken büfe 11.00’e kadar da uzatıldı. Herkes rahat ve huzurlu.
Kahvaltıdan sonra duşumuzu aldık, toparlandık ve resepsiyona çantaları bıraktık. O kavurucu sıcakta sırt çantası bile fena oluyor. Ana caddeye inerek Selanik Arkeoloji Müzesi’ne doğru yürümeye başladık. Şehrin merkezi olduğundan 100 metrede bir karşımıza çıkan tarihi eserler bizi duraklattı. Önce Selanik’in Aya Sofya Kilisesi’ne girdik. Gayet barok bir tarza sahip. Onun ertesinde içine giremediğimiz (benim de adını unuttuğum) eski bir kiliseye girdik. Hemen ona yakın Rotunda’ya girebildik ama. Burası tamamen silindirel olarak inşa edilmiş 3. yüzyıldan kalma bir tapınak. Yunan Tanrıları için yapılsa da sonrasında kilise ve camiye de dönüştürülmüş. Şimdi ise bedava bir müze. Selanik’in önemli yapılarından biri.
Rotunda’nın içinden görünüm
Rotunda’nın dışarıdan görünüşü
Sonrasında o sıcakta biraz yolu karıştırsam da müzeyi bulabildik. Selanik Arkeoloji Müzesi, tipik bir müze. Selanik ve çevresinin antik zamanlardan Osmanlı Dönemi’ne kadar olan tarihini, kültürünü ve yaşantısını öne çıkarıyor. Önemli sayılabilecek bir özelliği olmasa da Selanik’in tarihini öğrenmek için mutlaka uğranılması lazım. Burayı gezerken o kadar acıktık ve susadık ki müzenin cafesine oturduk. Bir büyük sandviçi nasıl bitirmişim, hatırlamıyorum valla. Sommersby olmasa da damağımızı nemlendirmek de oldukça güzeldi. 🙂
Selanik Arkeoloji Müzesi’nden bir parça
Arkeoloji Müzesi’nin hemen yanında Bizans Müzesi bulunuyor. Burası da, adı üstünde, Selanik’in Bizans dönemindeki yaşantısı üzerine. Yalnız buranın güzelliği, çok zeki mimarisi. Binada, çıkış hariç hiç merdiven yok! Bir salonu ziyaret ettikten sonra ufak bir rampa tırmanarak diğerine geçiyorsunuz. Böylece 360º döndüğünüzde müzeyi de tamamlamış oluyorsunuz.
Bizans Müzesi’nde bir kabartma taşı
Müze çıkışı, mümkün olduğunca gölgeleri takip ederek ana merkeze geri yürüdük. Full tho Meze’nin oradaki bir lokantada Sommersby bulabildik en sonunda. İkişer şişe o kadar güzel geldi ki anlatamam. Biraz dinlendikten sonra, yemekten önce otele dönüp çantalarımızı almaya karar verdik. Çantaları alıp aynı civara döndük. Trip Advisor’un 1. numarısında bulunan El Correo Cocina Argentina’ya girdik. İç tasarımı oldukça şık. Zaten Bristol Hotel’in içinde yer alıyor. Oturduğumuzda geyet kapsamlı bir menü geldi. Webde bifteklerinin çok güzel olduğunu okuduğumuzdan birer Angus bifteği aldık. Arkadaşlar çok pişmiş istese de ben hafif kanlı tercih ettiğimden orta istedim. Gayet lezizdi. Öncesinde gelen aperitifler de oldukça başarılıydı. Bir şişe de şarap açtırdık yanında, içimi gayet güzeldi. Adam başı 30 avro değildi hesap, yanlış hatırlamıyorsam. İkram olarak ben bir limonchello (soğuk limonlu bir içki, gayet severim) aldım, başarılıydı o da.
El Correo Cocina Argentina’daki soframız
Ardındansa dönüş yolculuğuna geçtik. Belediye otobüsüyle otogara, oradan da kısa bir yürüyüşle Metro’nun yerine vardık. Tabii Metro, yine ününü konuşturdu. Otobüsü 1.5 saat geç kaldırdı, oldukça kötü bir otobüs verdi (ki 11 saatlik bir yolculukta insan azıcık kalite arıyor), üstüne sivrisineklerle ve efsane bir muavinle beraber her köyde durarak oldukça fantastik bir yolculuk yaşattı bizlere.
Velhasıl, otobüs yolculukları hariç harika bir geziydi. Geldiğimden beri hekese dediğim üzere, Selanik oldukça uygun ve keyifli bir gezi noktası. Bilhassa midesine düşkün olanların mutlaka uğraması gereken, nispeten Türkiye’ye de oldukça yakın bir şehir. Tabii yalnız gezmenin sıkıcı olacağını da hatırlatmam gerek. O güzelim meyhanelerde muhabetin dibine vurmadıkça hiçbir şeyden keyif alamayabilirsiniz. Siz en iyisi, birkaç dostunuzu toparlayıp bir haftasonunuzu bu şirin Balkan kentine ayırın. Pişman olmayacaksınız.
Canım dostlarım, Onur ve Filiz’e ayrıca teşekkürler. Beraber geçirdiğimiz bu harika 2 gün için…
Selanik’te mutlaka yapılması gerekenler:
- Atatürk’ün evi görülmeli;
- Alkol kullanmasanız bile, bir meyhaneye oturup bol peynir ve meze yemeli;
- Kordon’da yürümeli;
- Gece eski limanda yere çömelip Selanik’i gece seyre dalmalı;
- Aristo Bulvarı’nda bu cafeye oturup aylaklık yapmalısınız.
Fotoğraflar: Filiz DÜMBEK
Bir Selanik Kaçamağı – 1. Gün
Her şey aniden oldu bu sefer. Genelde 3-4 ay önceden planlar yapılır, biletler alınır, sonra da huşû içinde tarih beklenirdi. Bu sefer sadece 10 gün öncesinde “Arkadaşlar vizeler bitmeden bir kaçamak mı yapsak?” fikrinden türedi her şey.
+”Neresi olsun?”
-“Selanik olabilir.”
+”Mantıklı bak. Hem uçakla da uğraşmayız.”
-“Tamamdır. Haftaya cuma gidiyoruz o zaman.”
+”Oleyyyy!”
Böylece önce Metro Turizm’den (sonradan Yunanistan seferlerinde Crazy Holidays ile ortak olduğunu öğrendik, ad inanın çok manidar, sırası gelecek 🙂 ) biletler alındı. Otel rezervasyonu da yapıldı. 2 Ağustos Cuma akşamı Esenler Otogarı’nda buluşuldu.
Selanik Kordon Boyu ve Beyaz Kule
Onur ile ben çift katlı otobüsle giderken, Filiz Hanım yan arabadaydı. Yolculuğun sınıra kadar olan bölümü fena geçmedi. Uzun zamandır Onur’la görüşemediğimizden bolca konuştuk, biraz okudum, uyuma denemelerinde bulundum. Sınırdaki 1.5 saatlik lüzumsuz beklemeden sonra sızmışım zaten. Gözlerimi, şoförün telefonda birisine “Abi araba yolda kaldı, çalıştıramadık. Ne yapacağız bilemiyorum?” dediğini duymamla açtım. Kesin rüyadayım diye düşünürken, havanın aydınlanmış, bizim de bir sokak kenarında park etmiş olduğumuzu gördüm. Otobüsün gerçekten bozulduğu açıktı ama yapacak bir şey de yoktu. Onur’a baktım, gözü kapalıydı ama birazdan açılınca “Onur, otobüs bozulmuş!” dedim. Ardından hemen kapadı, ben de zaten fark ettiğinden uyumaya çalıştığını sandım. Meğerse, benim şaka yaptığımı sandığından uyumasına devam etmiş. Lakin 10 dakika sonra uyandığında da hareket etmediğimizi anlayınca durumun vahamiyetini de anladı. Adını bilmediğimiz yurt dışında bir kasabada kalakalmıştık, saat 7.15’ti. Normalde Selanik’e varmak üzere olmalıydık.
Onur şoförle konuşmak üzere aşağı indi. Döndüğünde başka bir otobüsün 10 dakikaya bizi almaya geleceğini söyledi. Tabii o 10 dakika 1 saati geçti. Yeni otobüsle hareket edebildiğimizde saat 8.30’u geçyordu. Selanik’e vardığımızda ise saat 11.30’du! Üstelik otobüs otogara bile girmedi (yabancı plakalı araçlar giremiyormuş). Otogardan yürüyerek 5-6 dakika uzaklıktaki kendi binasının önünde durdu. Küçük bir minibüsle otogara attılar bizi. Sonrasında ise 31 numaralı otobüsle 15 dakikada merkeze indik.
Selanik, ilk önce bana Tiflis’i anımsattı nedense. Modern bir kent olduğu söylenemez, sanki bir 5 yıl geride kalmış gibi. Ama bu, kötü bir anlamda değil, şehir kendi içinde uyumlu ve sırıtmıyor. Onur, Balkanların çoğunu gezdiğinden onların da bu durumda, hem de daha kötü halinde olduğunu anlattı. Balkanları daha gezemedim lakin tipik bir Balkan kentinde olduğumuz aşikardı.
Daha fazlasını oku…















Son Yorumlar