Her Devrin Şehri, Adana – Bölüm 2

Adana’daki 2. günümüze kapıdaki tıkırtıyla uyandık. Öğretmenevi’nde kalmanın kötü tarafı, belli bir saatte çıkma zorunluğunuz. Böylece Engin ile hemen giyinip dışarı attık kendimizi. Hava oldukça güzeldi ama bir önceki günden daha serindi.

Öğretmenevi’nin tam arkasında 5 Ocak Stadı var ve sabah olmasına rağmen çevre kalabalık. Belli ki Adana Demirspor’un maçı var. Takım 2. ligde belki ama taraftarın hiç yalnız bırakmadığı aşikar takımını.

Vali Konağı’nın yanında keyifli bir kahvaltı yaptık Engin ile. Sonra müzeleri bitirmeye karar verdik ve Adana Etnografya Müzesi’ne doğru yollandık. Müzeyi bulduğumuzda kapıda bir sürpriz bizi bekliyordu: Türkiye’nin en eski müzelerinden biri olan bu müze, tamamen kapanmıştı! Tadilat filan da değildi, bina yerindeydi ama kapanmıştı. Bekçi, bahçeye bir göz atabileceğimizi söyledi. Gelişigüzel lahitlerin yanyana serpiştirilidiği bahçeyi geçerek müzeden çıktık.
Daha fazlasını oku…

Kategoriler:gezi yazısı, mekan, yemek Etiketler:

Hayattan Notlar

  • Bu fani dünya üzerinde 27.5 yılı geride bıraktım. Bazen geriye dönüp baktığımda hiçbir şey öğrenmemişim gibi geliyor. Evet, okul bitmiş, çalışıyorum, kendi hayatımı kurmuşum ama daha yürünecek sürüyle yol var. Bizim ünlü deyimimizle daha kırk fırın ekmek yemem gerek. Ne yazık ki bazen bunu unutuyoruz. Her şey bitmiş, hayat rutine binmiş zannediyoruz. Halbuki yok böyle bir şey. Hayat tüm hızıyla devam ediyor ve yerinde saymak isteyen bizleriz. Çeşitli nedenler yüzünden (korkular, endişeler, saplantılar, vb.) hayata atılmaktan çekinip durduğumuz yerde kök salmak kolay geliyor. Kimisi kökünü salıp yıldan yıla köhneleşirken, kimisi daldan atlıyor ve hep canlı kalıyor. Biraz karakter, biraz hayata bakış açısı, biraz da psikolojimiz buna sebep oluyor.
  • Son 1 aydır hiç yazmadım. Neden sorusunun tek bir yanıtı yok. Hayatım oldukça ilginç bir evreden geçiyor. Oldukça ilham verici deneyimler yaşadım. Hayatıma yepyeni bir sayfa açtım resmen. Bunları siz, okuyucularımla, hemen paylaşmayı çok düşündüm. Ama sonra vazgeçtim. Bunun nedenini çaya benzetebilirim. Kaynamış bir çaydansa demlenmiş bir çayı hemen herkes tercih eder. Keza, ben de son 1 ayda yaşadıklarımı kafamda demleyip düşünmem gerek. Elbet bu sürecin etkilerini sonraki yazılarımda görürsünüz.
  • 2012’nin ilk saatlerinde salonumda birkaç arkadaşımla oturup sırayla şu iki soruyu kendimiz adına yanıtladık: “2011’de sizi etkileyen en önemli olay/duygu/düşünce neydi?” ve “2012’den kişisel olarak ne bekliyorsunuz?”. Aradan tam 4 ay geçtikten sonra kendi cevabıma baktığımda (yogaya tamamen uyum sağlayacağımı söylemiştim) hayata ne kadar dar açıdan baktığımı gördüm. Bu dört ay gerçekten soluk kesici geçti çünkü. Bakalım kalan 8 ayda neler olacak?
  • Normalde nisan ayında size harika bir film festivali yazı dizisi yazmayı planlıyordum. Lakin aldığım 14 biletten sadece ikisine gidebildim. Bunlara kısaca değinmek istiyorum:
  • Ünlü kült müzikal Pink Floyd’s The Wall‘u büyük perdede izlemenin keyfi anlatılmaz, yaşanır. Pink Floyd’un kendine açtığı yepyeni bir kulvarda öncü ve hatta tek grup olduğu tartşılmaz. Böyle bir grubun filmi de sıra dışı olmayı hak ediyor. Filmin şarkılarıyla görüntülerin muhteşem uyumu ve hepsinin bütünlüğü beni çok şaşırttı. Şarkıların depresifliği ve karamsarlığı belki her kişiye uygun olmayabilir ama kesinlikle izlenmeli bence.
  • İkinci olarak Fransız komedisi Les Infidéles’e gittim. Beklediğimden de hafif bir komediydi. İlişkiler ve aldatma konusu üzerine yazılmış birkaç kısa filmden oluşuyordu. Çoğu çok basitti ve sıkıcıydı. 5×2 gibi muazzam bir ilişki filmi çeken bir ülkeden daha iyisini beklerdim.
  • Nisan ayı, aynı zamanda iki büyük dizinin yeni sezonlarıyla arz-ı endam ettiği aydı. Mad Men, en iyi sezonunu yaşamasa da yine nefes kesiyor. Son birkaç bölüm, bana çok keyif verdi. Game of Thrones ise kaldığı yerden devam ediyor. Fantazi, entrika, politika ve savaşın her birinden nasibini almış yapısıyla hala ilgi çekiyor. Bölüm sayısı arttıkça daha iyi olmaya başladı. Dokuzuncu bölümün çok farklı olacağını duydum, benden söylemesi.
  • Nisan ayında ünlü blog yazarı Pucca’nın ilk kitabını okudum: Küçük Aptalın Büyük Dünyası. Pucca, yaşadığı ilişki deneyimlerini aktardığı kitabında, açıklığı ve sadeliği ile okuyucuyu kendine bağlıyor. Yalnız anlattığı ne kadar gerçek veya ne kadarı gerçek, cevap veremiyorum. [Okuyan Us  Yayınları, 2010]
  • Ünlü filozof Slavoj Zizek’in Ahir Zamanlarda Yaşarken kitabını da arada okuyorum. Bazı saptamaları çok hoşuma gidiyor, arada sizinle paylaşacağım. İlki yorumsuz gelsin: “Bugün liberalizmin anlamı iki zıt kutup arasında salınıp duruyor: İktisadi liberalizm (serbest piyasa bireyselciliği, yoğun devlet müdahalesine karşıtlık, vs.) ile siyasi liberalizm (eşitlik, toplumsal dayanışma, hoşgörü savunusu, vs.). ABD’de, sözcüğün ilk anlamıyla Cumhuriyetçiler daha liberalken, ikinci anlamıyla da Demokratlar daha liberaldir. Asıl mesele şudur: Daha incelikli bir çözümlemeyle hangisinin daha hakiki liberalizm olduğuna karar veremeyebileceğimiz gibi, bu açmazı da daha yüksek bir diyalektik sentez önererek yahut terimin iki anlamı arasında açık bir ayrım yapmak suretiyle kafa karışıklığını gidererek de çözemeyiz. İki anlam arasındaki gerilim, liberalizmin tayin etmeye çalıştığı içeriğin bünyevi bir özelliğidir, yani kavramın kendisine mündemiçtir; dolayısıyla bu müphemlik bilgimizin sınırlılığının değil, liberalizm kavramının en içteki hakikatinin göstergesidir.” [Metis Yayınları, çev.: Erkal Ünal, 2011]
  • Mündemiç, TDK’ye göre ‘bir şeyin içinde var olan, bulanan, saklı olan’ demekmiş. Ben de yeni öğrendim.

Hayattan Notlar

27/03/2012 1 yorum
  • Bu aralar yeni yeni mekanlar keşfettik. Önce onlardan başlayalım: Geçtiğimiz haftalarda bir iş arkadaşım bana Taksim’de bir Ermeni meyhanesi övdü. Adı Cambaz’mış. Ama ben internetten yanlış Cambaz’ı buldum (aslında rezervasyon yapacak arkadaşımı yönlendirdim). Cezayir Sokağı’nda gittik böylece. Ama hem aşırı derece de tenhalığı hem de pahalılığı sebebiyle bir daha gidilmez.
  • Kastedilen asıl Cambaz Fitaş’ın arkasındaymış. Uygun bir zamanda orayı da deneyeceğiz.
  • Bu haftasonu hava güzel olunca, Beşiktaş’tan Rumelihisarı’na kadar yürüdük arkadaşlarla. İki yerde durakladık. İlki Arnavutköy’deki Bodrum Mantıcısı’sıydı. Mantısı gayet güzeldi. Fiyatı hafif pahalı, porsiyonu 14 TL. Kağıt helva arası dondurma ikram ettiler, şık bir hareketti ama küver almaları kötü.
  • Yürüyüşün sonunda Rumelihisarı’ndaki Nar Cafe’ye oturduk. Fiyatlar biraz tuzlu olunca yemekten caydım. Mini burger tabağı aldım. Patatesi gayet güzel kızarmıştı. Ama karşılaştığımız iki sorun yüzünden bir daha oturmamaya karar verdik: İlki, içkileri beyaz porselen kaplarda vermeleri. Zaten görüntü kötüyken, bilerek içkiden de kısmaları haksızca. Arkadaşlarım birkaç defa dile getirmelerine rağmen sonuç alamadı. “Yanda cami var!” bahanesi daha komikti. Caminin yanında içki satacaksan utanmana ne gerek var ki? O zaman satma! İkinci mevzu da garsonlar fazla laubali.
  • Pazar günü de bir arkadaşımın fikriyle Cihangir’e gittim. Çok sapa geldiğinden ne zamandır gitmiyordum. Merdivenlerin aşağısındaki parkta çimenlere oturduk. Harika bir manzara eşliğinde sohbet ettik.
  • ‘Merdivenler’ bence İstanbul’un en güzel ve pek bilinmeyen köşelerinden. Bildiğiniz belediye merdeveni kastettiğim ama şehrin en iyi manzaralarından birine sahip: Çamlıca tepelerinden Süleymaniye’ye kadar geniş bir görüş alanı var. Bilhassa gece tavsiye ederim. Bakkaldan içkisini kapıp merdivenlerde seyre dalan bir sürü insan olur. Ama ilginçtir, kimse kimseye karışmaz ve herkes kendi dünyasında takılır.
  • Biraz geç de olsa Bored to Death’i bitirdim. Sonbaharda yayınlanan 3. sezonun son olduğu yılbaşından önce açıklanmıştı. Biraz da bunun verdiği hüzünle çok geç ve bir o kadar yavaş izledim. Absürd komedinin başarılı bir örneği olan dizi, gerek acayip maceralarıyla gerek sevimli kadrosuyla (Jason Schwartzman, Zach Galfaniakis ve Ted Danson) gönüllerde taht kurmuştu. Son sezon da final bölümü hariç çok başarılıydı. Gerçeklikten biraz kurtulup gülmek isteyenlere tavsiyemdir. Zaten dizinin topu topu 24 bölümü var!
  • Geçtiğimiz hafta gaza gelip, bu yıl En İyi Drama Dizisi ödülünü alan Homeland’i bitirdim. Dizi, 8 yıllık Irak’taki El-Kaide’nin esaretinden kurtulup evine dönen bir denizci ile, onun karşı tarafa geçtiği ve ülkeye saldırı düzenleyeceğini düşünen genç bir CIA ajanının hikayesini anlatıyor. 11 Eylül sonrası ABD’nin korkularına değinmesi, kimi yönlerde eleştirel davranabilmesi ve aile kurumunu didiklemeye çalışması olumlu yönleri. Zaten çok yerinde bir tempo ile gerilim sevenleri hemen kendisine bağlıyor. Ama sorun 1 sezonluk malzemeyi gelecek sezonlara genişletmeye çalışmasında. Böylece zaten var olan senaryo gediklerini iyice çoğaltıyor. Böylece yüzeysel bakıldığında çok şık gözüken (zaten ödül toplaması da bu yüzden), derinine inildiğindeyse defolarını hemen belli eden bir TV şovuna dönüşüyor.
  • Homeland, bana klasik cazı hatırlattı sağ olsun. Miles Davis albümünü açıp dinlemeye başladım. Çok ferahlatıcı.
  • Geçen hafta vizyona girecek Ayaz filmi, son anda gösterimden çekildi! Sebebi yeteri kadar salon bulamaması. Sinemayı, bilhassa sektörü yakından takip edenler bu sorunu yıllardır biliyor. Bir anda oluşmuş bir sorun değil! Filmin yapımcısı bunu en başından biliyordur gayet. Ama reklam ayağına yatıyor, kendini akıllı sanıyor. Bana da hala billboardlarda gördüğüm reklamlara gülmek kalıyor. Siz böyle şartlarla pazarlanan bir filme gider misiniz?
  • Şimdi aklıma Kevin Smith ve son filmi The Red State‘i pazarlama stratejisi geldi. Amerika’da aynı şartlardan şikayetçi yönetmen, filminin dağıtım hakkını yapımcısından 2 dolara aldıktan sonra, kent kent gezerek özel gösterimlerle filmini göstermiş. Sonuçta gayet de başarılı olmuş. Film, bayağı kâra geçti yanılmıyorsam.  Demek ki önemli olan istemek.
Kategoriler:dizi, fikir, günlük, İstanbul

Her Devrin Şehri, Adana – Bölüm 1

18/03/2012 1 yorum

Politik literatürde ‘her devrin adamı’ diye bir sıfat vardır. Her koşula uyum sağlayan ve her koşulda öne çıkan insanlar için söylenir. Hatta Fred Zinnemann’in bu konuya hususi yapılmış A Man for All Seasons isimli bir klasiği bile vardır. Adana hakkındaki ilk izlenimim de bunu çağrıştırıyor. Dümdüz bir ova ve ortasından geçen bir ırmak ile oldukça ‘bereketli topraklar üzerinde’ kurulmuş bir kent. Düzenli bir şehir planlaması ile birbirini dik kesen büyük bulvarlar/caddeler, geniş kaldırımlar, rahat insanlar ve ılıman bir iklim.

Oldukça karlı geçen bir kışın son demlerini yaşarken Adana’da havanın 20-18 derece arasında olacağını öğrendiğimde direkt paltomu yanıma almamayı kafama koymuştum. Nitekim, cumartesi sabahı 9 buçuk gibi Adana Havaalanı’na indiğimde ılıman bir hava beni karşıladı. Üst üste giydiğim t-shirt, yünlü hırka, polar üçlüsü fazla gelmeye başlamıştı bile. Önümü tamamen açarak ilk adımı attım.

Şehrin fazlasıyla içinde kalan havaalanında, ilk önce tek seçenek taksi gibi gözükse de aslında hiç öyle değil. Havaalanı kapısından en fazla üç dakika yürüyüp ana caddeden üzerinde ‘Meydan’ yazan minibüslere bindik. 1.5 TL’ye 15 dakika sürmeden ünlü Taşköprü’nün önündeydik. Bu köprü, yüzyıllara dayanan gücünü hemen belli ediyor. Seyhan Nehri’nin üzerindeki bu en eski köprü, şehre ilk defa bakmak için de ideal bir başlangıç noktası. Köprü üzerinden çevremize biraz göz attık. Sonra da Engin’le karşıya geçtik. Köprünün hemen bitiminde yer alan Hilton’un önünden dönüp bir sonraki köprüden yine geri geçtik. Bu sefer bizi, Türkiye’nin en büyük camisi olan Sabancı Merkez Camisi karşıladı.
Daha fazlasını oku…

‘Artun’un Karalama Defteri’ Üzerine

15/03/2012 4 yorum

Bu blog açılalı yaklaşık 3 ay oldu, hala daha bir açılış yazısı yazacağım. Lakin dün Radikal’de okuduğum ‘Twitter blogların pabucunu dama mı attı?’ yazısı üzerine artık bu yeni blogu niye açtığım, neden blogladığım hakkında yazmak istedim.

‘Blog’ kelimesi, Jorn Barger tarafından ilk defa kullanılan ‘weblog’ (internet kütüğü) kelimesinin Peter Merholz tarafından kısaltılmış hali. Yani, internet üzerinde tutulan kütük (belge) demek. [1]

Ben yazmaya orta okulda film eleştirisi yazarak başladım lakin bu eleştirileri hiçbir yerde yayınlamadım. Neredeyse 6 yıl, birkaç arkadaşım dışında kimsenin okumadığı yazılar yazdım. Hepsi de sinema hakkındaydı. Sonra İTÜ’de ‘Ortabahçe’ dergisinde yazmaya başladım. Uzun soluklu olan bir süreçte, sinemanın yanında gezi yazıları da kaleme aldım. Bu sıralarda da İTÜ’nün bana verdiği sayfada bazen yazılar yayınladım ama çok seyrek olarak. Sanırım çoğunu kimse fark etmemiştir ve ne yazık ki bu yazıları kaybettim. 2007’de ise artık zamanın geldiğine inanıp ilk blogumu açtım: http://artunbotke.blogspot.com’u. Burada oldukça deneysel, pek kimsenin okumadığı yazılar yazdım. Bu sayfanın ziyaretçisi sanırım 20’yi geçmemiştir. Bunda sayfanın hiçbir görselinin olmamasının, hatta oldukça karanlık bir arka plana sahip olmasının payı çoktur. Tabii, hiç düzenli yazmamamın payı da var. Kimi zaman ayda bir, kimi zaman haftada dört yazı yayınladım. Tamamen zevkime göre.

Burada artık, neden blogladığıma gelebiliriz. Yazmayı seviyorum. Çok büyük bir yeteneğim olmadığının farkındayım. Ama bazı şeyleri paylaşmayı seviyorum. Kırarak dökerek de olsa yazmayı öğrenmek istiyorum. Çünkü kafadaki fikrin yazıya geçirilişinin hiç kolay olmadığını biliyorum. Aklıma bazı fikirler geliyor ve bunları aktarmak istiyorum. Bunun yolu olarak da, şu an için düz yazıyı seçtim. Bu, belki ileride filme ya da hikayeye dönüşebilir; ya da konuşarak aktarılabilir. Ama ben yazılı olsun ve bir yerde saklansın istiyorum. Onun için internet kütüğüm olarak bu sayfayı açtım.
Daha fazlasını oku…

Kategoriler:blog

Missing: Politikanın İkiyüzlülüğü Hakkında

14/03/2012 2 yorum

Olabildiğince naif olmamaya çalışırım. Olayların gerçek yüzünü anlamaya, nedenini bulmaya. Olabildiğince de tarafsız olmaya ve farklı açılardan bakmaya çalışırım. Lakin politikayı, hele kapitalizmi hiçbir zaman anlayamacağım! Bu kadar burnuna dik giden, her zaman kendisinin kazanmasını isteyen bir şey yoktur daha dünya üzerinde.

Bu akşam 30 yıllık bir film izledim ve yine anti-kapitalist hislerim depreşti. Normalde politikayı takip etsem de, yapmaktan bizzat kaçınırım. Çünkü ne kendimi politika yapacak kadar yetkin hissediyorum, ne de bu yalana ortak olmak istiyorum. Aslında asırlardır insanın içinde olan ama Fransız İhtilali’yle önem kazanan bu illeti lanetlemekten başka elimden bir şey gelmiyor.

Bence politika en basit manasıyla, maske takmaktır. Hatta biri kendi olmadan ortamda hoş gözüküyorsa ‘politik davranmak’ deyimini kullanıveririz onun için. Ama nadir de olsa, politikacılar (ima içinde kalsa da) doğruyu söylemeyi pek severler. Çok nadir olur ama yakalayınca anlarsınız hemen. İşte aşağıdaki diyolog da, böyle bir itiraf içeriyor:
Daha fazlasını oku…

Sinema Sinema

Mission Impossible – The Ghost Protocol [Brad Bird – 2011]

Yaklaşık 2 ay oldu filme gittiğim. Ama yine de yazmak lazım Cruise abinin son marifetini. Yetenekli animasyonculardan Brad Bird’ün ilk defa gerçek oyuncuları yönettiği bu ünlü serinin son filmini izlemesi çok keyifli. Az sayıda aksiyonun ciddi anlamda yüreğinizi hoplatabildiği günümüz sektöründe, büyük perdede böyle bir film izleyebilmek çok hoş. Yanlış anlaşılmasın, son Tehlikeli Görev türe yeni bir şey getirmiyor. Hatta konusu oldukça basit. Dört kişilik bir ekip, yine son saniyede dünyayı kurtarıyor. Ama film ne yaptığının bilincinde olarak oldukça dozunda hamlelerle adımlarını atıyor. Keyifli olan da bu. Yoksa ne bir Casino Royale ne de bir Bourne Identity.

A Dangerous Method [David Cronenberg – 2011]

Cronenberg’ün son filmini beğenmeyenlerdenim. Ünlü psikoanalist Jung’ın hayatını anlatan film, doğal olarak Freud’u ve bolca psikoanaliz terimi barındırıyor. Ama nedense bu kışkırtıcı özdense Cronenberg, Jung’ın önce hastası, sonra da meslektaşı olan Dr. Sabina Spielrein ile ilişkisine odaklanmış. Vasatın biraz üzerinde gezinen seyir keyfi, Keira Knightley’in abartılı oyunculuğuyla zedeleniyor ne yazık ki.Sonuçta kolayca unutulacak bir dönem filmine dönüşüyor. Halbuki bizim, bu kadro (Cronenberg, Fassbender ve Mortensen) ve konudan daha iyisini istemek hakkımız değil mi?
Daha fazlasını oku…

Hayattan Notlar

  • Çok değil bundan birkaç yıl önce “Ya bir ünlü olsam? Herkes beni sevse.” derdim. Sonraları bunun ne kadar ütopik bir dilek olduğunu anladım. Daha da sonrasında bunun ne kadar saçma olduğunu anladım! Şöyle ki bunu demek, herkesin aynı düşünceye sahip olmasıyla eşdeğer. Dolayısıyla Andy Warhol’u haklı çıkarıp 15 dakikalığına ulusal televizyonda çıkmış olabilirim; lakin ün, şan, şöhret bunu isteyecek egolara ait olsun. Ben uzun zamandır egomu kenara koyup, kendimi bu koca evrenin sadece bir parçası olduğuma inanan bir bireyim. Bırakın milyonları, binleri, yüzleri, sizi gerçekten seven 5 kişi bile yeter şu dünyada. Önemli kendinizi düzgün yetiştirip, sadece insanlığa değil tüm evrene yararlı olmaya çalışabilmektir. (Tabii, bu bir hedeftir. Bunu ne kadar gerçekletirebildiğim ayrı bir meseledir. Bunu da tek bir andan değil, tüm bir sürece bakarak anlayabilirsiniz.)
  • Artık şu yarışma konusunu, tamamen kapatmanın vaktidir. Söyleyeceğimi zaten yazmışım, yorum yapanlar da yapmış. Hoş bir anı olarak kalsın öylece geçmişte.
  • Yeni Bosna’ya giderken 100 metrede bir AVM gördüm. Bunların hepsi nasıl iş yapabiliyor diye, sormadan edemedim. Oralarda yaşamış bir arkadaşımdan şöyle bir cevap geldi: “Herkes, tenha olduğunu sandığına gidiyor. Tabii, bazen birçok kişi aynı mekanı düşününce yine kalabalıklaşıyor ortam ama sonra dağılıyorlar.” AVM konseptini sevmeyen biri olarak, bana çok ters geliyor.
  • Ayrıca düğün konseptine özel bir AVM gördüm. İyice komikti. Herhalde kapıdan bomboş girseniz bile, çıkarken tüm evinizi düzmüş, takılarınızı almış, düğünü de yapmış bir şekilde sizi uğurluyorlar.
  • 2 hafta önce ‘Van Gogh Alive’ sergisine gittim. Klasik bir sergi değildi. Kapkaranlık büyük bir salona giriyorsunuz. Tüm duvarlar ve ortada yerde perdeler var. Bunlara belli bir kurgu ve müzik eşliğinde Van Gogh’un resimleri yansıtılıyor. Yaklaşık 40-45 dakikalık süren bir  kurgu var. Oldukça değişik bir deneyim. Ben oldukça beğendim. Bir süre sonra yere oturup seyre daldım etrafı. Sergiyi bilhassa evebyenlere tavsiye ederim. Çocukları sanatla buluşturmak için kaçırılmayacak bir fırsat.
  • Kar, gerçekten bezdirdi bu yıl. Onun masalımsı dokusu bile bana ters geliyor artık. Ama hala beni şaşırtabiliyor. Bu perşembe, 6.45’te dışarı çıktım. Kar yoktu. 10 saniye sonra deli gibi yağmaya başladı. Ben 1 dakika içinde E5’e çıkana kadar yerler tutmaya başladı. Çok değil, 1 dakika sonra da önümde bir araba kayıp bariyerlere çarptı. Doğayı hafife almayacaksın arkadaş.
  • Dün yani cumartesi de yağmur, sağanak yağmur ve tipi kar gördüm arka arkaya. Tam da boğaz kıyısındaydım. tüm bunlar olurken. Hemen ardından da hava bir güzel açtı, harika bir güneş çıktı. Emirgan’dan Yeniköy’e kadar yürüdük. Harikaydı.
  • Dün Sakıp Sabancı Müzesi’nde ‘Rembrandt ve Çağdaşları’ sergisine gittim. Klasik bir sergi olduğundan herkese ifade etmeyebilir. Bir ay önce okuduğum John Berger’in Görme Biçimleri kitabının çok yararı oldu, resimleri incelerken. Resimlerin çoğu sipariş üzerine yapılmış zaten. Bunun getirdiği özellikler göze çarpıyordu. Aristokratların, araziyi arkalarına alarak yapılan resimler, aslında arazi güzellemesi değil mesela, o aristokratın evine getirdiği misafirlere “Bak, bu arazi benim!” diye caka satma aracı sadece.
  • Coğrafi keşiflerin Batı Avrupa’yı bir anda paraya boğmasının, sanata ciddi katkısı tartışılamaz. Bu sayede, bir sürü sanatçı finanse edilmiş ve bu sayede bir sürü eser üretilmiş ve daha önemlisi bir sürü akıma ve özel resim çeşitlerine imkan sağlanmıştı. Nitekim, sergide bunun sonuçlarını görebiliyoruz. Kimi ressamlar sadece gemi resimleri çizerken,  kimileri hayvan derisini (kürkünü) yakalamaya, kimleri kumaşların canlı dokusunu resme aktarabilmeye adamış. Bir sanat eserini (film, kitap, resim, heykel, vs.) incelerken mutlaka yapıldığı tarihteki koşullar göz önüne alınmalıdır. Yoksa, yapılan analiz eksik kalır.
  • Son zamanlarda arkadaşlarla akşam yemek için Galatasaray’daki Urban’a gidiyoruz. Yemek ve bar için ayrı yerlere gitmek zorunda kalmıyoruz. Fransız restaurantları tarzındaki dekoru, müziksiz oluşu ve leziz yemekleriyle iyi bir alternatif.
Kategoriler:günlük, mekan, sergi, yorum Etiketler:, ,

Yarışma ve Sonrası

01/03/2012 30 yorum

Bu yazı yayınlandığında bir sürü kişi beni beyazcamda görmüş olacak ve herkesin kafasında farklı bir düşünce oluşacak. Bir önceki yazımda, yarışmaya kendim için katıldım derken ciddiydim. Yarışmayı yüz bin kişi izlediğini varsaysak (“Yetmiş milyon beni izliyor!” geyiği yapmayacağım) yüz bin farklı düşünce demektir bu. Oysa bunlardan kaçı benim önemlidir diye sorarsanız. Sıfır demem gerek.

Teoride kimsenin düşüncesinin benden daha önemli olmadığını bildiğim halde, zihin yine negatif düşünüyor. “Aman benim hakkımda ne derler?”, “Bana acırlar mı?”. “Acaba yanlış mı anlaşılırım?”, “Joker kullanmadığım için herkes üzerime çullanacak!”, … Peki ne kadarı doğru yada ne kadarını dikkate almalıyım? Bu düşünceler gerçekten beynimin düşünceleri mi yoksa zihnin ürettiği boş kaygılar mı?

Yayın saati yaklaştıkça kafamda düşünceler artıyor. Stüdyoya çıkarken bile aklıma gelmeyen sorular bunlar. Ama beynimim bir köşesi ısrarla direniyor: Başkalarının düşüncelerini dikkate alma, kendini birinci sıraya koy!

Bugün kafamda Andy Warhol’un ünlü sözü dolaşıp durdu: “Herkes 15 dakikalığına ünlü olacak!” Evet, bu gece çoğu kişi beni izleyecek ve ahkam kesecek. Yani? 1-2 hafta sonra kim hatırlayacak ki? Eminim, bir süre zarfında beni görenler bir sürü yorumda bulunacak. N’olmuş ki? Ben 10 gün önce olayı bitirmişim, çıkıp yarışmışım zaten. Kafamda muhasebesini yapıp bir kenara koymuşum.

Yine de buraya yazmam gerek: Neden hiç  joker kullanmadığımı? (seyirci jokerini saymıyorum)

Benim borcum yok şükür, alacağım vereceğim de yok. O yüzden daha yarışmaya gitmeden, belli yere kadar risk alacağımı kafamda belirlemiştim. Benim için asıl önemli olan, orada heyecandan yoksun olarak kendim olarak yarışmaktı ve saçmalamamaktı. O yüzden çıkınca ve ilk 7 soru da kolay gelip hiç düşünmeden cevaplayınca ben rahatladım. Şu var, Kenan Işık’ın engelimi öne çıkarmak istemesini anlayınca rahatsız oldum biraz ve mevcut heyecanımı arttırdı ne yazık ki.* Ama soruları düşünmeme engel olmadı neyse ki.

Geldik 8. soruya: “Semerkant  kitabı kimi anlatmaktadır?” Bana ters bir soru. Modern edebiyatı takip ettiğim söylenemez yazar adları dışında. Ama 2 şıkka indirmişken ve kaybedecek para ödülüm yokken risk almak istedim. Seyirci jokeri hataydı ama zaten hiç umursamadım. Sonuçta Semerkant’a Cengiz Han çok daha yakındı, Ömer Hayyam’dansa (yaşam yeri olarak). Son raddede yanlış cevaplayıp, 15000 TL’yi alıp çıktım. Allah bereket versin.

İçim oldukça rahat. Tek korkum gelecek saçma sapan yorumlar. Onların da bir çaresine bakacağım artık.

Benim için çok ilginç bir deneyim olduğunu söylemem gerek. Kendimle hesaplaşma adına ve bir nevi kendimi kanıtlama adına önemli bir adımdı.

Son olarak, herkes parayı ne zaman vereceklerini merak ediyor: Anlaşmaya göre yayından 90 gün sonra verecekler.

*: Bugün gördüm ki televizyonda, gazetelerde ve internette ‘engelli’ oluşum öne çıkarılıyor. Eminim ki yarışma sonrasında da bunu öne çıkaracaklardır. Kendini her zaman öncelikle ‘insan’ olarak tanımlayan biri olarak bu bakış açısı, bana çok ters gelse de; TV’nin bu pazarlama stratejisini çok da önemsemediğimi söylemem gerek. İsteyen istediği gibi düşünür, isyen beni aciz bir engelli olarak görür, isteyen bilgisini ve beynini kullanmaya çalışan bir insan. Size kalmış.

Kategoriler:fikir, popüler, TV, yorum Etiketler:

2012 Oscar Ödül Töreni Yorumları

Geçen yıl olduğu üzere, bu yıl da banttan izledim töreni. 2.5 saati biraz aşan töreni yaklaşık 10 dakika önce bitirdim. Çok sıcağı sıcağına bir yorum olsa da, iki unsurun öne çıktığını söylemem gerek:

  • Çok-ulusluluk: Törende bolca Fransız, bir İranlı, bir Pakistanlı, bir İrlandalı, bir İtalyan, bol İngiliz ve Amerikan ödül aldı. Eminim başka uluslara ait ve benim bilmediğim kazananlar da vardır. Bilhassa A Seperation‘ın yönetmeni Ashgar Fahradi’nin konuşması bunu vurguluyordu. Dünyanın bilerek ve isteyerek kutuplaştığı günümüzde, dünyanın en kapitalist şovunda bunun üstüne durulması oldukça ilginç! Sanki kapitalizm, günah çıkarıyor. Politika arenalarında, sokaklarda, mitinglerde, gazetelerde dile getiremediğini eğlence dünyasına söyletti. Oscar’lara eğlence diye bakanlar, biraz da işin bu yönünü görebilmeli.
  • Sinema nostaljisi: Malumunuz artık insanlar sinemaya çok gitmiyor. DVD’ler, Blu-ray’ler, iPadler derken o sihirli salonun kapısı unutulur oldu. Gidenler de alışveriş merkezlerinde abidik gubidik filmler izliyor. Eminim Hollywood’da kimse Emek Sineması’nı bilmiyordur ama sanki ona da bir saygı duruşu vardı. Sahnenin ana dekoru olsun, salonun genel düzeni olsun (Oscar’lar uzun zaman sonra Kodak Theatre dışında bir salonda yapıldı ve dikkat edenler yeni salonun eski devasa sinemalara benzediğini fark etmiştir), aralarda popcorn ve türevi film izleme atıştırmalıkları dağıtan kızlar olsun, aralara serpiştirilmiş Hollywood yıldızlarının sinemayı neden sevdiklerine dair videolar olsun; hepsi sinemanın altın çağını yad ediyordu. Zaten adaylar da bunun için seçilmişti sanki: Hugo sinemanın ilk dönemini anıyordu, The Artist sessiz fim dönemine saygı duruşuydu, Midnight in Paris 30’ların emtellektüel camiasının özlemi içindeydi, The Descendants adı üzerinde atalarının topraklarında hayata tutunmaya çalışan varisler üzerineydi.

Diğer unsurlara gelirsek:

  • Billy Crystal, klasik ama zinde bir performans sundu. Galiba Altın Küre günümüzün nabzını Oscar’dan daha iyi tutuyyor. Billy Crystal her ne kadar harika gözükse de biraz demode, Ricky Gervais gibi zeki ve sivri bir sunucu gerek Oscar’a.
  • The Artist 2-3 yıl sonra hatırlanacak mı merak ediyorum. Ama Hugo hatırlanacak.
  • Gecenin en güzel anı, Cirque de Soleil’in şovuydu. Yine eski filmler üzerine çarpıcı bir gösteri yaptılar.
  • Meryl Streep, kendiyle iyi dalga geçiyor. Zaten öyle olmasa hiç çekilmez. 17 adaylık ve 3 ödül her insanı sersemletir. Bu arada kadının makyajcısını her filme taşıdığını da öğrendik. Üstelik ona da ödül aldırttı, bir şey diyemiyorum.
  • Christopher Plummer, ödülünü hak ederek alan nadide kazananlardandı. Konuşması da çok tatlıydı.
Kategoriler:Oscar Töreni, popüler, sinema, TV