Arşiv
‘Artun’un Karalama Defteri’ Üzerine
Bu blog açılalı yaklaşık 3 ay oldu, hala daha bir açılış yazısı yazacağım. Lakin dün Radikal’de okuduğum ‘Twitter blogların pabucunu dama mı attı?’ yazısı üzerine artık bu yeni blogu niye açtığım, neden blogladığım hakkında yazmak istedim.
‘Blog’ kelimesi, Jorn Barger tarafından ilk defa kullanılan ‘weblog’ (internet kütüğü) kelimesinin Peter Merholz tarafından kısaltılmış hali. Yani, internet üzerinde tutulan kütük (belge) demek. [1]
Ben yazmaya orta okulda film eleştirisi yazarak başladım lakin bu eleştirileri hiçbir yerde yayınlamadım. Neredeyse 6 yıl, birkaç arkadaşım dışında kimsenin okumadığı yazılar yazdım. Hepsi de sinema hakkındaydı. Sonra İTÜ’de ‘Ortabahçe’ dergisinde yazmaya başladım. Uzun soluklu olan bir süreçte, sinemanın yanında gezi yazıları da kaleme aldım. Bu sıralarda da İTÜ’nün bana verdiği sayfada bazen yazılar yayınladım ama çok seyrek olarak. Sanırım çoğunu kimse fark etmemiştir ve ne yazık ki bu yazıları kaybettim. 2007’de ise artık zamanın geldiğine inanıp ilk blogumu açtım: http://artunbotke.blogspot.com’u. Burada oldukça deneysel, pek kimsenin okumadığı yazılar yazdım. Bu sayfanın ziyaretçisi sanırım 20’yi geçmemiştir. Bunda sayfanın hiçbir görselinin olmamasının, hatta oldukça karanlık bir arka plana sahip olmasının payı çoktur. Tabii, hiç düzenli yazmamamın payı da var. Kimi zaman ayda bir, kimi zaman haftada dört yazı yayınladım. Tamamen zevkime göre.
Burada artık, neden blogladığıma gelebiliriz. Yazmayı seviyorum. Çok büyük bir yeteneğim olmadığının farkındayım. Ama bazı şeyleri paylaşmayı seviyorum. Kırarak dökerek de olsa yazmayı öğrenmek istiyorum. Çünkü kafadaki fikrin yazıya geçirilişinin hiç kolay olmadığını biliyorum. Aklıma bazı fikirler geliyor ve bunları aktarmak istiyorum. Bunun yolu olarak da, şu an için düz yazıyı seçtim. Bu, belki ileride filme ya da hikayeye dönüşebilir; ya da konuşarak aktarılabilir. Ama ben yazılı olsun ve bir yerde saklansın istiyorum. Onun için internet kütüğüm olarak bu sayfayı açtım.
Daha fazlasını oku…
Bloguma Facebook Butonları Eklenmiştir
Kabul ediyorum, mühendis olmama rağmen, çok teknik işlere kafam basmıyor. Facebook eklentilerini bloga ne zamandır yüklemeyi düşünüyordum ama üşengeçlikten kurcalamıyordum.
1 ay önce Facebook’ta bir ‘page’ oluşturup blogu takip edenler görünsün istedim. Ama çok verimsiz oldu yada ben yapamadım. Sonuçta tamamen kaldırdım bugün.
Bugünkü asıl değişiklik ise ‘Like’, ‘Send’ ve ‘Share’ bağlantılarını eklemeyi başarmam oldu! Yani artık beğendiğiniz yazıyı facebook’ta paylaşabileceksiniz, beğenebileceksiniz veya bir arkadaşınızın e-posta’sına direkt gönderebileceksiniz. Bu 3 butonu da yanyana yapmaya uğraştım ama yemedi. Şu anki haliyle idare edin. Artık hep böyle kalacak: ‘Like’ ve ‘Send’ butonu yazının yukarısında ve ‘Share’ butonu da yazının sonunda artık.
Fena da olmadı aslında. Ama bu blogun amacı hep belli: Öncelik her zaman içeriktir. Bu tarz görsellik numaraları çok az olacak bundan sonra da.
Festivalin’in Blogu Açıldı
Bu yıl İstanbul Film Festivali’nin 30. yılı. Festival ekibi de bu yuvarlak sayıyı kutlamak için bir blog açmış, festivalseverlerden anılarını yazmasını istemiş. Ben de boş durmadım, kendi festival hikayemi anlattım.
Kişisel Hayatın Sınırı
Yine yzmayalı uzun zaman oldu! Bu arada ufak çaplı bir ruhsal çöküntü yaşayıp karamsarlığın diplerine vurdum. Sonuç olarak Facebook hesabımı belirsiz bir süreliğine kapadım. Ara sıra canım çekse de çok özlemediğimi fark ettim. Bir tür bağımlılık gibiydi artık. Hayatımda bir olay olunca bunu durum çubuğuna (status) nasıl yazarım diye aklımdan geçiriyordum. Hayatı bir şekilde alenileştirmek gibi ama bayağılaştırmak daha iyi ifade ediyor galiba.
House, M.D.’nin yayınlanan son bölümünde hastamız iflah olmaz bir blog yazarıydı mesela. Hayatındaki her adımı bloguna yazan, gelen yorumlara göre de yapacaklarına yön veren bir blogger. Tabii tipik bir Amerikan dizisinden bekleyeceğimiz gibi muhafazarkar bir mesajla sonlandı bölüm: Hayatın gizliliğinin kutsallığı ve aile kurumunun yüceltilmesi. Lakin yine de bazı sorular kafanızı kurcalıyor. En azından benim kafamı kurcalıyor.
Kişisel hayatın gizliliği ve buna verdiğimiz değerin sınırı nereye kadar? Kişisel özellikler yada kişisel bir olay hakkında yapılacak bir şakanın sınırı nedir? Hayatın kutsallığının kapsamı nedir?
Bakın, 21. yüzyıldaki Big Brother geyiklerine hiç girmeyeceğim. Oldukça eminim ki birileri hangi sayfaya girdiğimi biliyor, kiminle ne konuştuğumu dinliyor, alışverişlerimin dökümünü tutuyor. Bunlardan bahsetmeyeceğim. Benim derdim daha mikro seviyede, günlük ilişkiler dahilinde.
Bu blogun amacını hep zikrediyorum: Kendimi daha iyi anlatabilmek, maskelerden bir yazı olsun kurtulabilmek. Herkesin ikiyüzlü davrandığı yada davranmak zorunda olduğu bu zamanda her şeyi özgürce yazabilmek. Ama o özgürlük de nereye kadar? İşte zurnanın zırt dediği yer.
Mesela bu blogta tuvalette şu kadar oturdum diye yazmam. Neden? Ayıp diye bir şey var. Yada sevgilimle (ki yok) yaptığım bir kavganın detaylarını yazmam. Çünkü özel hayattır. İş yaşamımla ilgili detaya giremem. İş etiğine aykırıdır. Bir arkadaşımla ilgili negatif düşüncelerimi açıkça yazamam. Sonra tepenize çullanır.
Peki ne yazacağım? Hayatım bu yazdıklarım da kapsamıyor mu? Değişmekle beraber bu öğeler hayatınızda ciddi bir yer işgal etmiyor mu? Hayatınız hep pozitif mi? Affedersiniz ama Polyanna mısınız?
Evet, bazı özel şeyler özeldir; öyle olması ve kalması da gerekir. Ama her şey de değildir. Bazı şeylerin paylaşılması gerekir ki üzerinizdeki yük hafiflesin veya paylaşmanın da mutluğunu yaşayın. Bu blogun amacı da bu mutluluktan ibarettir. Paylaşmaktan, fikir almaktan, yeri geldiğinde üzerinden tartışmaktan duyduğum hazın bir sonucudur bu blog.
O yüzden verilen her tepki, yapılan her yorum hoşuma gider. Tabii burada da bir ikilem ortaya çıkıyor. Ben buraya kısmen de olsa hayatımı yazarken bunu okuyan kişi ne düşünüyor? Çeşitli olasılıklar var:
Bir, ciddiye alabilir, tepkisini bu yönde verir. Kişisel tercihim budur. Sonuçta ben burada komedi blogu yazmıyorum, hayali olaylar hakkında yazmıyorum ve elimden geldiğince belli bir düzeyde yazıyorum.
İki, dalga geçebilir. Mutlaka vardır. “Bu salak ne saçmalamış?” diyebilir. Kendi kararıdır, bana bulaşmasın yeter.
Üç ve bence en kötüsü, tanıdıklardan biri merakla okur, sonra da farklı bir ortamda negatif bir yorumla önününüze getirir. Siz yazıyı beğenmeyebilirsiniz. Normaldir. Yazının altında yorum seçeneği vardır, yazarsınız, tartışırız efendi bir şekilde. Ama bambaşka bir ortamda bunu yaparsanız şartlar değişir. O ortamda o yazıyı okumayanlar vardır, hatta bilmeyenler vardır. Resmen yargısız infazdır bu! Sakın!
O yüzden uzunca süredir blogumu tanıtmıyorum. Blog okumak isteyenler, bulup okuyor zaten. Onlar bana yeter. Beni gerçekten tanımak isteyenler, okumaktan zevk alanlar okusun. Burası bir ego arenası da değil. Şu kadar okuyucum var diye de övünmem. (Bir ara öyle bir derdim vardı artık hiç yok.) Temiz bir iş yapmak istiyorum. Bir iz bırakmak istiyorum, minnacık da olsa. O yüzden de bu bloga saygı istiyorum, ötesi yalan.
Şimdi yazının başında ne yazmıştık: Kişisel hayata saygının sınır nedir? Sorum bu yazıyı okuyan herkese. Kendi cevabımı da hafta içi yazacağım.
Blog Formatında Önemli Değişiklik
Yaklaşık 1 ay önce bu blogta neler yazılacağını yazmıştım kısaca. Zaten belli bir süreden beridir de bunu uyguluyordum. Ama bir şeylerin eksik olduğunun farkına vardım, o da şu ki kendimi yeterince ifade edemiyorum veya etsem de yanlış anlaşılıyorum. Biraz bu cümleyi açalım:
Konumunuz, kişiliğiniz ve toplumdaki yeriniz gereği birtakım şeyleri yazamıyorsunuz. Bu da benim ‘Herkes şeffaf (maskesiz) olmalı’ görüşüme ters düşüyor açıkçası. Diğer taraftan, bazı şeyleri açıklıkla yazsam da insanlar bunları ters anlayabiliyor, hatta direkt ters anlıyor. Daha önce herkese açık bir alanda hiç böylesine itiraf görmemiş bir kişi, bunun ardında artniyet aramaya kalkışıyor veya beni çok saf bulup acımaya kalkıyor. Şunu açıklıkla belirtiyim ki acınmaktan nefret ediyorum. Fiziksel özelliklerim dolayısıyla hayatımda bir sürü kişi tarafından acınmaya, küçük görülmeye ve hatta aşağılanmaya maruz kaldım. Ve artık buna mecbur kalmak istemiyorum. Hiç olmazsa asgari düzeye indirmeye çalışıyorum.
Bütün bu sebepler yüzünden, bu blogta kişisel hayatıma notlar bulamayacaksınız artık. Sadece sinema, müzik, vb. tanıtım ve eleştirileri; kişisel düzeye inmeden politik ve felsefik yazılar ve gezi yazıları okuyacaksınız bu blogta. Diğer tüm yazılar da günlük formatında başka bir yere yazılacaktır. Belki günün birinde bunları da okursunuz.
Neden Bu Blog?
Bu blog açılalı 2 yılı geçti. Ağırlıklı sinema yazmayı düşünürken kimi zaman politika kimi zaman felsefi ikilemler yazıldı bu sayfaya. Kimi gün oldu 3 yazı yazıldı, kimi ay oldu sadece 1 yazı konabildi.
Şimdi şaşırmışsınızdır, neden böyle bir hesaplaşmaya girdin diye. Geçen hafta yazlıkta boş boş düşünürken, bir açıklama yapmak istedim. Bir blogtur sanal aleme açılıyor, lakin nedir, necidir? Mesela martta blogun ana başlığı değişti, neden değişti? Ayrıca genel olarak bir yazı yazmak istedim, bu blogun var olma sebebini anlatan.
Dediğim üzere 2 yıl önce, Mayıs 2007’de açıldı bu blog. O zamanki tek amacım, yazılarımı istediğim gibi yayınlamaktı. Ortabahçe’de (İTÜ Makine dergisi) kimi sayı 3 yazım yayınlasa da beni doyurmuyordu ve öylesine yazmak istiyordum.
Ayrıca sanal şöhret olmak gibi salak bir düşüm de vardı. Daha toyuz tabii, her yerde blogun reklamını yaptık. Sanki bir giren ikinciye hayran kalacak. Sonradan kafaya dank etti ki blog olayı okunmak için değil, yazmak için olan bir olgu. (Tabii ticari blogları konsept dışında tutuyoruz) Şimdilerde gün geliyor, kimse okumasa da salakça yazsam diyorum. Çünkü nedense okunma hissi bende bir otosansür oluşturuyor. Şu sıralar bu garip duyguma ket vurmaya çalışıyorum.
Gelelim isim meselesine. Blogun ismi neredeyse 2 yıl ‘Artun’un Sanal Evi’ydi. Amaç, düşüncelerimin internette toplanacağı bir havuz olduğuydu. Şimdi ise ‘Bir Entelin Sayıklamaları’. İsmin kökeni ocak ayındaki ‘3. Dünya Savaşı’ (link de burada) yazıma dayanıyor. O yazıda şöyle demiştim: “Entel, her boku bildiğini sanıp aslında bir bok bilmeyen insanlık müsveddesidir.” Dalga geçtiğimi sananlar olabilir ama gayet ciddiyim ve ben de bir entelim. Sayıklama kısmına gelirsek, bildiğiniz üzere sayıklama, bir sarhoş, hasta veya delinin saçma sapan konuşmasından ibarettir. Bazen normal insanlar da bir konu üzerine saçma şeyler söyleyebilir. İşte ben de bir entel olarak saçmalıyorum.
Buradaki asıl niyetim bu blogu çok ciddiye almamanız. Sonuçta ben bir insanım ve edebi bir kişilik veya bir gazeteci değilim. Kendime göre bir şeyler karalıyorum. Yazdıklarım bana o anda doğru geliyor lakin bu, sizin doğrunuz olmayabilir. Burası benim sayfam, bir nevi tapulu malım, istediğimi yazarım ama bu hiçbir şekilde sizi bağlamamalı.
Konu olaraksa belli bir başlığı olmayacak bu blogun. Sinema, politika, felsefe, psikoloji, anı, deneme, gezi, vs. O an ne gelirse aklıma o olacak.
Bu blogun hikayesi de böyle işte! Bu blog açılalı 2 yılı geçti. Ağırlıklı sinema yazmayı düşünürken kimi zaman politika kimi zaman felsefi ikilemler yazıldı bu sayfaya. Kimi gün oldu 3 yazı yazıldı, kimi ay oldu sadece 1 yazı konabildi.
Şimdi şaşırmışsınızdır, neden böyle bir hesaplaşmaya girdin diye. Geçen hafta yazlıkta boş boş düşünürken, bir açıklama yapmak istedim. Bir blogtur sanal aleme açılıyor, lakin nedir, necidir? Mesela martta blogun ana başlığı değişti, neden değişti? Ayrıca genel olarak bir yazı yazmak istedim, bu blogun var olma sebebini anlatan.
Dediğim üzere 2 yıl önce, Mayıs 2007’de açıldı bu blog. O zamanki tek amacım, yazılarımı istediğim gibi yayınlamaktı. Ortabahçe’de (İTÜ Makine dergisi) kimi sayı 3 yazım yayınlasa da beni doyurmuyordu ve öylesine yazmak istiyordum.
Ayrıca sanal şöhret olmak gibi salak bir düşüm de vardı. Daha toyuz tabii, her yerde blogun reklamını yaptık. Sanki bir giren ikinciye hayran kalacak. Sonradan kafaya dank etti ki blog olayı okunmak için değil, yazmak için olan bir olgu. (Tabii ticari blogları konsept dışında tutuyoruz) Şimdilerde gün geliyor, kimse okumasa da salakça yazsam diyorum. Çünkü nedense okunma hissi bende bir otosansür oluşturuyor. Şu sıralar bu garip duyguma ket vurmaya çalışıyorum.
Gelelim isim meselesine. Blogun ismi neredeyse 2 yıl ‘Artun’un Sanal Evi’ydi. Amaç, düşüncelerimin internette toplanacağı bir havuz olduğuydu. Şimdi ise ‘Bir Entelin Sayıklamaları’. İsmin kökeni ocak ayındaki ‘3. Dünya Savaşı’ (link de burada) yazıma dayanıyor. O yazıda şöyle demiştim: “Entel, her boku bildiğini sanıp aslında bir bok bilmeyen insanlık müsveddesidir.” Dalga geçtiğimi sananlar olabilir ama gayet ciddiyim ve ben de bir entelim. Sayıklama kısmına gelirsek, bildiğiniz üzere sayıklama, bir sarhoş, hasta veya delinin saçma sapan konuşmasından ibarettir. Bazen normal insanlar da bir konu üzerine saçma şeyler söyleyebilir. İşte ben de bir entel olarak saçmalıyorum.
Buradaki asıl niyetim bu blogu çok ciddiye almamanız. Sonuçta ben bir insanım ve edebi bir kişilik veya bir gazeteci değilim. Kendime göre bir şeyler karalıyorum. Yazdıklarım bana o anda doğru geliyor lakin bu, sizin doğrunuz olmayabilir. Burası benim sayfam, bir nevi tapulu malım, istediğimi yazarım ama bu hiçbir şekilde sizi bağlamamalı.
Konu olaraksa belli bir başlığı olmayacak bu blogun. Sinema, politika, felsefe, psikoloji, anı, deneme, gezi, vs. O an ne gelirse aklıma o olacak.
Bu blogun hikayesi de böyle işte! Bu blog açılalı 2 yılı geçti. Ağırlıklı sinema yazmayı düşünürken kimi zaman politika kimi zaman felsefi ikilemler yazıldı bu sayfaya. Kimi gün oldu 3 yazı yazıldı, kimi ay oldu sadece 1 yazı konabildi.
Şimdi şaşırmışsınızdır, neden böyle bir hesaplaşmaya girdin diye. Geçen hafta yazlıkta boş boş düşünürken, bir açıklama yapmak istedim. Bir blogtur sanal aleme açılıyor, lakin nedir, necidir? Mesela martta blogun ana başlığı değişti, neden değişti? Ayrıca genel olarak bir yazı yazmak istedim, bu blogun var olma sebebini anlatan.
Dediğim üzere 2 yıl önce, Mayıs 2007’de açıldı bu blog. O zamanki tek amacım, yazılarımı istediğim gibi yayınlamaktı. Ortabahçe’de (İTÜ Makine dergisi) kimi sayı 3 yazım yayınlasa da beni doyurmuyordu ve öylesine yazmak istiyordum.
Ayrıca sanal şöhret olmak gibi salak bir düşüm de vardı. Daha toyuz tabii, her yerde blogun reklamını yaptık. Sanki bir giren ikinciye hayran kalacak. Sonradan kafaya dank etti ki blog olayı okunmak için değil, yazmak için olan bir olgu. (Tabii ticari blogları konsept dışında tutuyoruz) Şimdilerde gün geliyor, kimse okumasa da salakça yazsam diyorum. Çünkü nedense okunma hissi bende bir otosansür oluşturuyor. Şu sıralar bu garip duyguma ket vurmaya çalışıyorum.
Gelelim isim meselesine. Blogun ismi neredeyse 2 yıl ‘Artun’un Sanal Evi’ydi. Amaç, düşüncelerimin internette toplanacağı bir havuz olduğuydu. Şimdi ise ‘Bir Entelin Sayıklamaları’. İsmin kökeni ocak ayındaki ‘3. Dünya Savaşı’ (link de burada) yazıma dayanıyor. O yazıda şöyle demiştim: “Entel, her boku bildiğini sanıp aslında bir bok bilmeyen insanlık müsveddesidir.” Dalga geçtiğimi sananlar olabilir ama gayet ciddiyim ve ben de bir entelim. Sayıklama kısmına gelirsek, bildiğiniz üzere sayıklama, bir sarhoş, hasta veya delinin saçma sapan konuşmasından ibarettir. Bazen normal insanlar da bir konu üzerine saçma şeyler söyleyebilir. İşte ben de bir entel olarak saçmalıyorum.
Buradaki asıl niyetim bu blogu çok ciddiye almamanız. Sonuçta ben bir insanım ve edebi bir kişilik veya bir gazeteci değilim. Kendime göre bir şeyler karalıyorum. Yazdıklarım bana o anda doğru geliyor lakin bu, sizin doğrunuz olmayabilir. Burası benim sayfam, bir nevi tapulu malım, istediğimi yazarım ama bu hiçbir şekilde sizi bağlamamalı.
Konu olaraksa belli bir başlığı olmayacak bu blogun. Sinema, politika, felsefe, psikoloji, anı, deneme, gezi, vs. O an ne gelirse aklıma o olacak.
Bu blogun hikayesi de böyle işte!
Son Yorumlar