Her Devrin Şehri, Adana – Bölüm 1
Politik literatürde ‘her devrin adamı’ diye bir sıfat vardır. Her koşula uyum sağlayan ve her koşulda öne çıkan insanlar için söylenir. Hatta Fred Zinnemann’in bu konuya hususi yapılmış A Man for All Seasons isimli bir klasiği bile vardır. Adana hakkındaki ilk izlenimim de bunu çağrıştırıyor. Dümdüz bir ova ve ortasından geçen bir ırmak ile oldukça ‘bereketli topraklar üzerinde’ kurulmuş bir kent. Düzenli bir şehir planlaması ile birbirini dik kesen büyük bulvarlar/caddeler, geniş kaldırımlar, rahat insanlar ve ılıman bir iklim.
Oldukça karlı geçen bir kışın son demlerini yaşarken Adana’da havanın 20-18 derece arasında olacağını öğrendiğimde direkt paltomu yanıma almamayı kafama koymuştum. Nitekim, cumartesi sabahı 9 buçuk gibi Adana Havaalanı’na indiğimde ılıman bir hava beni karşıladı. Üst üste giydiğim t-shirt, yünlü hırka, polar üçlüsü fazla gelmeye başlamıştı bile. Önümü tamamen açarak ilk adımı attım.
Şehrin fazlasıyla içinde kalan havaalanında, ilk önce tek seçenek taksi gibi gözükse de aslında hiç öyle değil. Havaalanı kapısından en fazla üç dakika yürüyüp ana caddeden üzerinde ‘Meydan’ yazan minibüslere bindik. 1.5 TL’ye 15 dakika sürmeden ünlü Taşköprü’nün önündeydik. Bu köprü, yüzyıllara dayanan gücünü hemen belli ediyor. Seyhan Nehri’nin üzerindeki bu en eski köprü, şehre ilk defa bakmak için de ideal bir başlangıç noktası. Köprü üzerinden çevremize biraz göz attık. Sonra da Engin’le karşıya geçtik. Köprünün hemen bitiminde yer alan Hilton’un önünden dönüp bir sonraki köprüden yine geri geçtik. Bu sefer bizi, Türkiye’nin en büyük camisi olan Sabancı Merkez Camisi karşıladı.
Tüm gün rastgele yürümeye karar verdiğimizden bir caddeden başlayalım dedik. Önümüze ilk önce Adana Arkeoloji Müzesi çıktı. Girdik içeri. Kapıda bilet sormayıp sadece “Eserlere dokunmayın!” demeleri garibimize gitti. Ama ilk salona girdik. Burada ufak tefek eşyalar sergiliyordı, ortada da birkaç lahit vardı. Sonra bahçeye geçtik. Eserlerin hiçbir açıklama olmadan gelişigüzel yerleştirilmeleri çok garibime gitti. Sanki gereksiz objelermiş gibilerdi. Ama asıl şoku ikinci kata çıkınca yaşadık. Üç salondan üçü de kapalıydı. Yani müzenin çoğu kapalıydı. Çıkarken ise hizmetlinin ön bahçeyi sularken bir heykeli de yıkamış olduğunu anlayıp daha da garipsedik.
Çıkışta ‘Sinema Müzesi’ diye bir ok gördük. Ama nedense okun devamı gelmedi. Biz de merkeze girdik iyice. Bir büfede birer dürüm yiyip biraz dolaşmaya başladık. Gayet geniş kaldırımlardan yol alarak gidebildiğimiz kadar gittik. Amacımız daha önce duyduğum Eski Baraj’ı görmekti. Bu arada hava o kadar ısındı ki ben t-shirtle kaldım. Bu sezon ilk defa kemiklerim ısınıyordu.
Birkaç kişiye nasıl gideceğimizi sorduk, minibüse binmemiz tavsiye edilince, biz de ‘Baraj Yolu’ yazan bir minibüse bindik. Herkes inince şoföre sorduk durumu. O da çok ters kaldığını ama yürüyerek gidebileceğimizi söyleyip bizi indirdi. Bir mesire yerindeydik. Sonradan adının ‘Dilberler Sekisi’ olduğunu öğrendik. Biraz orada dinlendik.
Kalkarken bir adama yolu sorduk. Adam, çok cana yakın çıktı, yemeğe davet etti. Bursalı olduğumuzu öğrendiğinde ise 20 yıl önceki Bursa ziyaretini anlattı. Burada ilginç bir şekilde, Bursa’da tek bir çirkin bir kız görmediğini (!?!) ve ziyaret ettiği genelevi anlattı. Bunu neden yazdığıma gelince. Ayak üstü tanıştığın ve bir daha görmeyeceğin birine neden böyle bir şey anlatırsın ki? Tipik bir Anadolu erkeği tepkisiydi bu. Erkekler arasında cinsellik konuşmak gayet doğal geliyor adama. Bu da bize Türk toplumunun derin bir çelişkisine getiriyor: Cinselliği hem sokakta tanımadığı birine anlatacak kadar sıradan hem de televizyonda, kamuda en ufak bir imadan nem kapacak kadar tabu görüyoruz. Bu da önem arz eden konularda ne kadar ikiyüzlü davrandığımızın, ne kadar kaçak güreştiğimizin kanıtıdır.
Eski Baraj
Bu ilginç olayın ertesinde nehir boyuna indik. Nehri takip ederek merkeze doğru 30-40 dakikalık bir yürüyüş yaptık. Yol üstünde artık pek işlevi kalmamış olan eski barajı gördük, açık hava tiyatrosunun yanından geçtik. Şunu söylemeliyim ki Seyhan Nehri oldukça hoş bir nehir ama Adana’nın bu özelliği pek kullanamadığını gözlemledim. Nehir kıyısında oturup seyre dalacağın sadece bir kafe gördük. Diğer taraflar biraz kaderine terk edilmiş gibiydi ve ıssızdı.
Öğlen yemeği için merkezde bir burgerciye oturduk ama akşam abartabilmek için bilerek fazla yemedik. Ardından yine yürüyerek Sabancı Merkez Cami’nin arkasında uzun büyük parka gittik. Her tarafın yemyeşil olması, insanların cıvıl cıvıl oluşu ve havanın da güzelliği içimizi daha da açtı. Ahşaptan yapılmış asma bir köprüden geçerek nehri yine geçtik. Tam köprü biterken bir genç balıklama nehre atladı! Nedenini çözemedik. Biraz ilerideki Optimum AVM’ye girdik. Engin Mudo’yu ziyaret etmek istedi. Engin biraz dolaşınca çıktık.
Taşköprü’den gün batışı
Açıkçası bu noktada ne yapacağımızı bilemedik. Sallanarak Taşköprü’yü geçtik yeniden. Hemen ileride güzel bir taş bina gördüm ben. Merak edip ne olduğuna baktık. Eski kız lisesiymiş, artık kullanılmıyormuş. Arkasındaki parkta nehir kıyısında bulunan bir banka oturup dinlendik. Acıkmaya başladığımızdan artık Yüzevler Kebapçısı’nı bulmaya başlamaya karar verdik. Tek bildiğimiz Ziya Paşa Bulvarı’nda olduğuydu. Böylece yavaştan yürüyerek, sora sora bulduk. 45-50 dakika sürdü galiba. Sorduğumuz bir amca çok ilginçti. Nereye gideceğimizi öğrenince “Orası çok pahalıcı, gitmeyin, be çocuğum!” diye uyardı. Cana yakın olduğu barizdi.
Neyse, sonunda yeri bularak Yüzevler Kebapçısı’na oturduk. Duvarlarda tüm ünlülerin resimleri göze çarpıyordu. Burada ortaya bolca meze geldi. Kişi başı bir buçuk porsiyon adana aldık. Ortaya da sac kavurma aldık bir porsiyon. En sonda bir tabak kadayık aldık ortaya. 75 TL hesap ödedik. Kebaplar için harika diyemem ama gayet lezizdi.
Ardından Ziya Paşa Bulvarı’nda biraz yürüdük. Burasının şehrin lüks kesimine ait olduğu belliydi. Caddenin sonunda garı görünce aklıma direkt, Yılmaz Güney’in Umut‘unda filmin başındaki gar sahnesi geldi. Çekildiği yer aynen duruyordu. Biraz geri dönüp Gönül Kahvesi’ne oturduk (Bursalılar FSM’deki şubesini iyi bilir). Biraz sonra İTÜ Sinema Kulübü’nden arkadaşım Burak geldi. Mezun olunca memleketi, Adana’ya dönmüş, öğretmenlik yapıyormuş. Uzun zamandır görüşmüyorduk, özleştik. Uzun uzun konuştuk, Adana hakkında, kebap hakkında ve tabii sinema hakkında. 11’i geçerken kalktık, bizi Adana Öğretmen Evi’ne kadar götürdü. Kapıda vedalaştık. Engin’le çok yorulmuştuk, birer duştan sonra yattık hemen.
Keşke tanışma fırsatımız olsaydı sizi Adana da gezdirirdim kısa zamanda daha fazla mekan görme fırsatınız olurdu.