Avrupa Gezi Notları – 3: Stockholm

27 Mayıs Pazar sabahı kaltıktan sonra direkt Müge’nin yurduna gittim. İki arkadaş güzelce kahvaltı ettik, sohbet ederek. Ardından yürüyerek Uppsala merkeze geldik. Müge’nin karnavalda işleri olduğundan bana katılamayacaktı ama ben günübirlik Stockholm’a gidecektim. Müge Hanım 😀 beni trene bindirdikten sonra döndü. 40 dakika sonra Stockholm ana garındaydım.

Zaten Müge’yle kısa bir plan yapmıştık. Hemen onu uygulamaya koyuldum. Önce eski Stockholm’ün olduğu adayı (Gamla Stan) turladım. Bu arada şunu hemen belirtmem gerek, Stockholm adalardan oluşmuş bir kent. Güneyinde de daha binlerce irili ufaklı ada var. Uçak inmeden önce havadan bunu gayet detaylı görmüştüm. Stockholm de bu adalar topluluğunun en kuzeyindeki birkaçından oluşuyor. Dediğim üzeri eski Stockholm’un bulunduğu ada ufacık. Kraliyet sarayı, Nobel Bilim Akademisi bu ada üzerinde. Geriye kalan binalar hep turistik. Dükkanlar, barlar, restaurantlar, vs. Ben kraliyet sarayının önünden geçerken, turistlere yönelik askeri geçit töreni düzenleniyordu. Askerlerin çoğu kadındı. Fazla durmadan yürümeye devam ettim. Daha fazlasını oku…

Kategoriler:gezi yazısı Etiketler:,

1966’da Güneydoğu Sorunu: Hudutların Kanunu

Gündemi takip ederken bazen eskilere de bakmak lazım geliyor. Çünkü bugün yaşananların hepsinin kökü geçmişte ve elbet bir şekilde size ipucu veren doneleri yakalabiliyorsunuz. Bazen eski bir haber, eski bir hikaye yada eski bir film. Mesela Yılmaz Özdil dünkü yazısında eski bir yazısını aynen kullandı, hiç de sırıtmadı çünkü gündem değişse de, özdeki sorun bakiydi.

1966’da Lütfü Ö. Akad ustanın çektiği Hudutların Kanunu filmine bugünden bakmak ilginç oluyor. Hikayesini Yılmaz Güney’in yazdığı ve Akad ustanın senaryolaştırdığı film, muhtemelen Suriye sınırında geçen hikaye bir kaçakçılık öyküsü anlatır. Bir sınır köyünde yaşayan Hıdır (Yılmaz Güney), güvenilir bir kaçakçıdır. Civar jandarma komutanının vurulması sınırda denetimi arttırınca, daha küçük bir kaçakçı olan Hıdır’a daha çok iş düşer. Yeni gelen komutan, durumu anlayıp Hıdır’ı uyarır, aynı zamanda da köye okul kurulması ve kaçakçılık dışında bir iş tutulması için Hıdır’la işbirliği yapar. Ama yörenin şartları, bu güzel hayallere izin vermez…
Daha fazlasını oku…

Diziler…

Bu yılki dizi sezonu da bitmek üzere. Yarın yayınlanacak Mad Men‘in sezon finalini izleyince takip edecek dizi kalmıyor. 1.5 ay sonra Breaking Bad‘in 5. sezonunun ilk yarısına kadar boşta bekleyeceğiz. (Bu arada ben eskilerden Oz‘u izliyorum aralarda.) Böylece bir toparlama yapabiliriz.

House MD

Sherlock Holmes’un günümüzdeki doktor halini 8 yıldır ekrana getiren dizi, sona erdi. Hiç tatmin etmeyen bir final olduğu herkesin ortak fikri. Ama şu gerçekti, House MD ne kadar kötüleşse kötüleşsin House karakteri o kadar ilgi çekiciydi ki her zaman zevkle izlenirdi. En berbat bölümden bile zevk aldıysam bunun sebebi, ana karakterinin eşsiz tasarımıdır. 8 sezondur izlenmesinin sebebi de budur zaten. 1-2 sezon önce bitmesi daha tatminkar olurdu gerçi ama fazla House MD izlemek göz çıkarmaz ya! House efendiye elveda diyoruz, saygıyla önünde eğiliyoruz: Herkes (mutlaka) yalan söyler!

Glee

Dizinin 3. sezonunu, ne gariptir ki 2.’sinden daha fazla sevdim. Gayet eğlenceli bir hale geldi. Bu sezon The Rocky Horror Picture Show, Saturday Night Fever ve West Side Story gibi benim hayran olduğum müzikallere özel bölümler yapıldı. Ayrıca Michael Jackson ve Whitney Houston özel bölümleri de gayet iyiydi. Bazen çok yapaylığa kaçsa da eğlencesi hep öne çıktı. Bu yüzden, radikal değişikliklere gebe olan 4. sezonu iple çekiyorum.

The Big Bang Theory

4. sezonu devirmesine karşın bu dizi, hala beni yarabiliyor. Bazı bölümleri çok kötüydü ama bazıları da tadından yenmeyecek kadar güzeldi. Bu yüzden de uzun sezonlar boyunca devam etmesini umuyoruz ve Sheldon’ın ilişki maceralarını dört gözle bekliyoruz.

How I Met Your Mother

Kabak tadı vereli birkaç yılı bulsa da 2 ayda bir çıkan iyi bölümü ve Barney uğruna izlemekten vazgeçemiyoruz. İşleri o kadar yavaşlatıyorlar ki kusacağım artık. Çıkarın şu anneyi, herkes rahatlasın. Dizi bitmese de olur, anneyle tanışsın artık Ted!

Modern Family

Birkaç bölümü hariç gayet düzeyli bir şekilde güldürmeye devam ediyor. Gloria’nın hamile kalması diziye hız verecekse de bence son sezon olmalı gelecek sezon.

Game of Thrones

Bu hafta 2. sezonunu noktalayan dizi, ilki kadar keyif vermese de benzer bir rakibi olmadığından ilgiyle izlenmeye hep devam edecek. Bariz şekilde seyirciye oynamaya başlayan, bu yüzden de verdiği keyfi azaltan dizinin biraz daha gözü karar olmasını istiyoruz. Hayranlar yine Nisan 2013’e kitlendi, ben ise sadece biraz daha zeka bekliyorum. Bütçe azlığından kaynaklanan teknik yetersizlikler zeka ile çok da iyi kapanabilir. Benden hatırlatması.

Ayrıca eylül itibariyle Dexter, Homeland ve Boardwalk Empire de yine aramıza dönecek. Ama tabii benle beraber herkes asıl Breaking Bad ve Dexter’ı bekliyor. Walter White 1.5 ay aramıza dönse de esas 2013’te veda edecek bize. Dexter abi ile kızkardeşi arasındaki olayı ise 30 Eylül’de öğrenebileceğiz.

Avrupa Gezi Notları – 2

Arlanda Havaalanı ahşap zeminiyle beni mest etti. Pasaport kontrolüne kadar gayet mutluydum. Kontrole görevli memur, dönüş biletimin çıktısı olmadığından bana zorluk çıkardı. Allah’tan davetiyemi götürmüştüm. Zorla inandırdım memuru.

Neyse çıktım havaalanından. Uppsala otobüsünü bekliyorum. Birden biri “Artun!” diye seslendi. “N’oluyor?” diye arkamı döndüm. İTÜ’den bölüm arkadaşım Mehmet Ali karşımda! Tesadüfün böylesi! Dünya gerçekten küçükmüş. Çarşamba günü Stockholm’de yüksek lisans mezuniyeti varmış. Ailesini almaya havaalanına gelmiş. Telefonunu verdi ve onlar Stockholm’e gitti. Ben de Uppsala’ya yollandım.

Uppsala ana istasyonunda Müge beni bekliyordu. Sarıldık, özleştik. Yürürken konuşmaya başladık hayatlarımızdan. Bu haftasonu karnaval varmış Uppsala’da. Beni direkt oraya götürdü. Çimenlerde oturduk biraz. Sonra arkadaşlarının yanına gittik.  Orta ölçekli bir parkta patika üzerlerinde çeşitli şeyler satıyordu satıyordu insanlar. Yiyecek, içecek, incik boncuk, vs.

Küçük sahnede Müge’nin arkadaşı Cecilia’nın göbek dansı gösterisini seyretmeye gittik. Gayet kalabalık bir topluluk gösteriyi zevkle izledi. Şu çok garibime gidiyor: Batılıların Doğululardan bu kadar tiksinirken (politik, tarihi ve sosyal olarak) Doğu kültürünü bu kadar sevmeleri bana göre büyük bir paradoks! Bunun diğer bir kanıtı da ilerlerleyen saatlerde ortaya çıktı. Daha fazlasını oku…

Kategoriler:gezi yazısı, konser Etiketler:,

Avrupa Gezi Notları -1

Şu anda Estonya hava sahasına girmek üzereyiz. 2.5 saati aşkın süredir uçaktayım.

İlk 1.5 saat sadece uyudum. Dün gece hiç uyuyaamadım çünkü. Yurt dışına tek başına çıkacağım vakit, hep böyle oluyor nedense. Kafama türlü türlü düşünceler geliyor. “Ya uçağı kaçırırsam?”, “Ya şuraya yetişemezsem?” gibi… Zaten kafam çok dolu. Bu tatilde düşünüp taşınacağım sürüyle konu var. Bazı şeyleri kafamda oturtmam gerekiyor.
Daha fazlasını oku…

Kategoriler:anı, gezi yazısı

Kendimle Yüzleşme

03/06/2012 1 yorum

Herkes benim Avrupa’ya eğlenmeye gittiğimi sanıyor. Halbuki ben buraya kendime bakmaya, kendimi değerlendrimeye geldim. Pardon, ben o amaçla geldiğimi sanıyormuşum. Ben buraya bal gibi eğlenmeye, hava atmaya gelmişim. Ama bir etken beni gerçek amacıma yönlendirdi, iradem dışında üstelik.

Pazartesi akşamdan beri kendimi sorguluyorum. “Ben kimim?”, “Nasıl bir insanım?” Geceleri pek uyuyamadım. Gündüzleri sokakları arşınlarken bir sürü düşünce beynimi etti.

Kendimi Hulk’a benzetiyorum. The Avangers filmine gidenler görmüştür. Ama Ang Lee’nin çektiği film, karakteri daha derin anlatır. Bruce Banner başarılı bir bilim insanıdır. Yaptığı bir deney sonucunda mutasyona uğramıştır. Artık sinirlenince dev, yeşil bir canavara dönüşmekte ve  her şeye zarar vermektedir. Tabii bu sinirinin altında geçmişteki sorunları, kişisel problemleri yatar. Onları çözemeyen Bruce her şeye zarar verir, en çok da kendi sevdiklerine. Çünkü sevdiklerini, bilhassa sevgilisini, bu haliyle çok üzmekte, bu üzüntü de onu daha çok sinirlendirip onları daha da üzmektedir. En sonunda ücra bir yere kaçan Bruce, ömür boyu yalnız yaşamayı kabullenir.
Daha fazlasını oku…

Kategoriler:eleştiri, hayat

Eski Yazılar – 1 : Before Sunrise & Before Sunset

23/05/2012 1 yorum

Ben yazı yazmaya sadece bu blogla başlamadım. Ondan çok önce de kendi kendime karalıyordum. Yavaş yavaş o yazıları da burada yayınlayacağım. İmla hataları hariç düzeltmeden, olduğu gibi. Bakın, eskiden nasıl düşünüyormuşum, nasıl hatalar yapıyormuşum. Aşağıdaki yazıyı 2005 şubatında İzmir’de yazmıştım. Buyrun efendim:

BİR ADAM, BİR KADIN VE SINIRLAR

             Nasıl başlayalım? Şimdi işin öncesinden başlarsak yazmaya sayfaya yetmez. Çünkü işin başlangıcı insanoğlunun başlangıcıyla başlıyor. Yani işin öncesini atlayalım. Biz direkt konuya girelim. Aslında anlatmak istediğim konu oldukça basit. Çoğu dilde üç-dört harfle ifade edilebiliyor fakat tanımına sayfalar yetmiyor. Çünkü kimse daha onu tam olarak tanımlamayı başaramadı. Uğruna seferler düzenlendi, destanlar yazılıp hayatlar feda edildi. Ama sonuçta kimse tam olarak tanımlayamadı. Biraz da bu olayın bireyselliğiyle ilgili. Sonuçta herkes onu kendine göre yaşıyor. İki kişi arasında yaşanıp giden bu olay, çoğu zaman sanat eserlerine konu oluyor. Bir şarkıda ya da resimde o duyguların yansımalarını görebiliyoruz. Hatta bazen bu yansımalar o duyguyu salt kelimelerden daha iyi ifade edebiliyor. Ben de bu duyguyu sinema üzerinden anlatmaya çalışacağım. Bunu için birbirinin devamı olan iki film seçtim. Gelin bu iki filmi analiz ederek aşkı tanımla(yama)maya çalışalım.

İlk filmimiz 1995 yapımı Before Sunrise/Gün Doğmadan. Film, Avrupa’yı trenle dolaşan iki üniversite öğrencisinin bir gününü anlatıyor. Erkek olanı Amerikalı. Aslında Madrid’e kız arkadaşını ziyarete gelmiş ama kız arkadaşının değiştiğini görünce birkaç gün içinde ayrılmış. En ucuz uçağın Viyana’dan olduğunu öğrenince de hem zamanı olduğu için hem de biraz gezmek için Avrupa’yı gezmeye karar veriyor. Filmin başladığı günün ertesi günü uçağı kalkacak. Kız olanı ise Fransız. Sırf eğlence olsun diye Avrupa’yı gezmeye çıkmış fakat şimdi dönüş yolunda. Hatta ertesi gün bir arkadaşına Paris’te yemek sözü var. İşte bu birbirlerinden farklı iki genç trende buluşuveriyor. Yan koltuğunda oturan bir çiftin kavgası yüzünden kız kalkıp oğlanın çaprazına oturuyor. Gelen tartışma sesleri yüzünden konuşmaya başlıyorlar. Biraz sonra seslerden iyice rahatsız olup yemekli kompartımana geçiyorlar. Bir yandan bir şeyler atıştırıp bir yandan birbirlerine sorular soruyorlar. İkisinin de birbirlerinden hoşlandığı belli ama birbirlerine belli etmemeye çalışıyorlar. Derken tren Viyana’da duruyor. Oğlan “Benle gelsene, gezeriz.” diyor. Kız ufacık bir tereddütten sonra sırt çantasını kapıp trenden iniyor ve ikilinin Viyana turu başlıyor. Kah yürüyerek kah oturarak Viyana’yı turluyorlar. Arada dönme dolaba biniyorlar, bir bardan şarap dilenip ertesinde bir dilenciye şiir yazdırıyorlar. Kısacası ertesi gün, gün doğana kadar dilediklerini yapıp eğleniyorlar. Bütün bunları yaparken gün doğunca ayrılacaklarını biliyorlar. Hatta kızın tavsiyesi üzerine bütün klasik ilişkilere inat gerçekçi olmalarını ve o gecenin onların ilk ve son geceleri olduğunu kabullenip bir daha buluşmamaya karar veriyorlar. Sonuçta doğal olarak gün doğuyor. Oğlan kızı trene bindirmek için perona geliyorlar. Son kere öpüşürlerken sözlerini unutup 6 ay sonra aynı peronda buluşmaya karar veriyorlar ve ayrılıyorlar.
Daha fazlasını oku…

Sonlu Elemanlar Analizi (FEA) Nedir? – 2 (Teori)

09/05/2012 10 yorum

 1. Yazı

Bundan 2 ay önce ‘Sonlu Elemanlar Analizi Nedir?’ adlı yazımda fazla terimlere girmeden, mümkün olduğunca basit olarak konuyu aktarmaya çalışmıştım. Bu yazıda ise konunun teknik kısmına eğileceğim. Sonlu elemanlar analiz (FEA) nedir, neden ve nasıl yapılır sorularını cevaplamaya çalışacağım. Olabildiğince de basit izah etmeye çalışacağım.

Zaten ne zamandır düşündüğüm bu yazıda, esas olarak MIT’nin (Massachussets Institute of Technology) internette yayınladığı (‘FEA of Solids and Fluids I’ dersinin) açık ders notlarından yararlandım.

İlk yazıda belirttiğim üzere, bir makine mühendisi yeni tasarımlar geliştirerek insanların hayatını kolaylaştırmaya çalışmaktadır. Bir tasarımın etkili olması için belli kriterler vardır:

  • Yapması gerektiği işi verimli yapabilmesi,
  • Ucuz malzemelerden imal edilmesi,
  • Uç çalışma koşullarında güvenilir olması,
  • Üretim maliyetinin az olması,
  • Göze çekici gelmesi, vb.

Bu kriterleri sağlamak için de analiz yapılması gerekir. Peki ‘analiz’ ne demektir?
Daha fazlasını oku…

Kategoriler:Mühendislik Etiketler:

Shadows [1959 – John Cassavetes]

‘Bağımsız film’ nedir? Son yıllarda çoğu sinemaseverin kafasını kurcalayan sorulardan biri. Hangi filme bağımsız denir? Bir ölçütü var mı?

Aslında hem var, hem de yok! Var çünkü terim olarak ‘bir stüdyo tarafından çekilmemiş her film’ bağımsız oluyor. Ama artık stüdyolar tarafından desteklenmeyip çekilen bir sürü popülist film de var. Mesela bu tanıma göre Türkiye’de çekilen her film bağımsızdır çünkü ülkemizde stüdyo sistemi yok. Fetih 1453‘e bağımsız demek, komik olmaz mı ama? O yüzden daha spesifik bir tanımla ‘ana-akım dışı yapım’ denilebilir. Bu sefer de ‘ana akım’ın ölçütleri nelerdir sorusu gündeme gelir ki yeterince karmaşık ve sonu gelmeyecek bir tartışmaya dönüşür. Örneğin geçen ay tüm dünyada gişe rekorları kıran The Hunger Games‘in ilk 10 dakikası gayet ana akım dışı çekimlere sahipti. Bu yüzden de, hele günümüzde, gerçek manasıyla bir bağımsız film bulmak çok zorlaştı.

Shadows ise bu konunun doğuşunu simgeliyor çünkü çoğu sinema tarihçisi tarafından ‘ilk bağımsız film’ olmakla anılır. Bugün çoğunluğun ‘bağımsız filmin babası’ olarak tanıdığı John Cassavetes’in ilk uzun metrajıdır. Aslında Hollywood’ta orta çapta ünlenmiş bir aktör olan Cassavetes’in asıl tutkusu yönetmenliktir ama bunu ısrarla stüdyo sistemi dışında, kendi koşullarında yapmak ister. O yüzden de, katıldığı radyo programlarında dinleyicilerden birer dolar istemek gibi yöntemlerle ve verdiği oyunculuk atölyelerindeki öğrencileri ile arkadaşlarını oynatarak 2 yılda ilk filmini çeker.
Daha fazlasını oku…

New York, New York (1977)

‘New York, New York’ şarkısını duymayanız yoktur sanırım. Frank Sinatra’dan tutun da bir sürü şarkıcı seslendirmiştir. İşte o şarkının asıl çıkışı, şarkıyla aynı adı taşıyan filme dayanıyor.

Martin Scorsese’nin Taxi Driver‘ın hemen ardından çektiği bu film, dışarıdan bakıldığında sıradan bir müzikalmiş gibi görünse de aslında daha fazlası olduğunu kanıtlıyor. Bir sinema manyağı olarak tanımlayabileceğimiz Scorsese’nin, Hollywood’un altın çağındaki müzikallere bir saygı duruşu aslında. 70’lerle beraber iyice demodeleşen ama buna rağmen birkaç sağlam örneği de (All That JazzCabaret, Bugsy Malone) yine bu on-yılda veren müzikal türüne son defa göz atıyor sanki Scorsese.
Daha fazlasını oku…