Benden Şarkılar – If I Needed You (The Broken Circle Breakdown Band)
Dün akşam 2013’ün en güzel filmlerinden birini izledim, The Broken Circle Breakdown. Daha sonra filmi detaylı yazarım lakin filmin soundtrack’i efsane. Şöyle ki filmin yan unsurlarından biri de Belçikalı bir country (hatta detaya inersek, bluegrass) grubu. Filmden sonra şarkılar o kadar seviliyor ki grup turneye çıkıyor. (Tıpkı This is Spinal Tap ve Once gibi) Dünden beri de albümlerini dinliyorum durmadan. Aşağıda paylaşacağım şarkıya da resmen aşık oldum. Filmde duyar duymaz tutuldum, öylesi.
If I Needed You – Eğer Sana İhtiyacım Olursa (The Broken Circle Breakdown Band)
If I needed you, would you come to me / Eğer sana ihtiyacım olursa, bana gelir misin
Would come to me for to ease my pain? / Acımı dindirmek için bana gelir misin?
And if you needed me, I would come to you /Eğer senin bana ihtiyacın olursa, ben gelirim
I would swim the seas for to ease your pain / Acını dindirmek için denizleri yüzerim.
Well the night’s forlorn and the morning’s born / Gece ıssız ve gün doğmuşken
And the morning shines with the lights of love / Ve gün, aşkın ışıltısıyla parıldıyorken
And you will miss sunrise when you close your eyes / Ve sen gözlerini kapadığında şafağı özlersin
And that would break my heart in two / Ve bu, yüreğimi ortasından ikiye ayırır.
If I needed you, would you come to me / Eğer sana ihtiyacım olursa, bana gelir misin
Would come to me for to ease my pain? / Acımı dindirmek için bana gelir misin?
And if you needed me, I would come to you /Eğer senin bana ihtiyacın olursa, ben gelirim
I would swim the seas for to ease your pain / Acını dindirmek için denizleri yüzerim.
Lady’s with me now since I showed her how / Ben hanfendiye yolunu gösterdikçe benimledir
To lay her lilly hands in mine / Çiçek ellerini ellerime uzatmak için.
And who would not agree she’s a sight to see / Ve onun görme yetisi olduğuna kim karşı gelir ki,
And a treasure for the poor to find / Ve fukarayı bulmak için ödülendirildiğine?
If I needed you, would you come to me / Eğer sana ihtiyacım olursa, bana gelir misin
Would come to me for to ease my pain? / Acımı dindirmek için bana gelir misin?
And if you needed me, I would come to you /Eğer senin bana ihtiyacın olursa, ben gelirim
I would swim the seas for to ease your pain / Acını dindirmek için denizleri yüzerim.
Tamam mıyız ve Normal (!) İnsanın Engelli Algısı
Engelli olmamla ilgili pek yazmam çünkü bu konu hakkında ne yazsam duygu sömürüsü gibi geliyor bana. Lakin bazen de yazasım geliyor çünkü bu konudaki algının ne kadar çiğ olduğunu görüyorum. İster istemez açıklamak istiyor, bağırmak, haykırmak istiyorum. Neyi derseniz, yardım etmeye çalışırken aslında tam tersini yapma durumundan. Aslında bahsedeceğim olgu, engellilikten çok insanlığın acınasılığı hakkında bana göre.
Çağan Irmak, ülkemiz sinemasında sevdiğim az sayıdaki yönetmenlerden biri. En başta samimidir, seyirciye ayak yapmaz, kötü film yapsa bile bir derdi illa ki vardır. Bu akşam da Irmak’ın yeni filmine gittim, çoğu zaman olduğu üzere ilk gününde ve gözü kapalı. Fakat Tamam mıyız en kötü işi. Çünkü bu sefer, derdiyle yaptığı tür sineması arasında ciddi bir fark var. Irmak, popüler sinema yapıyor ama bunu olduğunca gerçekçi ve eli yüzü düzgün şekilde yapıyor (bu filmi ayrı tuttuğunuzda). Genelde anlattığı konular da bu türe uyan konulardır; melodramatik ilişkiler, aşklar, masalsı durumlar, vs. Lakin bu sefer çok gerçek, hayatın içinden bir olgu anlatmaya çalışmış. Üzgünüm ama hayatı popüler dille anlatamazsınız, anlatmaya kalkarsanız böyle havada kalır. Daha fazlasını oku…
Sinema Sinema
Blue Jasmine [Woody Allen – 2013]
Allen’ın son filmi tipik filmlerinden biraz ayrılıyor. Bu sefer hayatını, çalışmadan gelen para ve gücü elde etmek ve bu gücü sürdürebilmek üzerine kuran nevrotik Jasmine’i izliyoruz. Doğal olarak film de komediden drama meylediyor. Konusunun getirisi olarak da politik eleştiri de barındırıyor, bilhassa sınıfların açgözlülüğü üzerine.
Allen’ın daha önce de birkaç kez çevresinde dolaştığı konular bunlar ve iyi bir senarist/yönetmen olduğundan bunu da gayet güzel başarıyor. Derdini gayet anlatabilen, teknik anlamda da falsosuz bir dram. Hele oluşturduğu oyuncu kadrosu gerçekten harika. Cate Blenchett yıldızlaşırken Sally Hawkins de ders veriyor resmen.
About Time [Richard Curtis – 2013]
Notting Hill en sevdiğim filmler arasında ilk 10’da yer alırken Love Actually ise sevdiğim romantik-komedilerden biridir. Hal böyleyken onların yaratıcısının yeni romantik-komedisine de vizyona girer girmez gittim. Lakin biraz hayalkırıklığına uğradım. Çünkü izlediğim film, bir romantik-komedi değildi, aslında sorunu tam bir film olmamasıydı. About Time; başı oldukça laçka ve kötü bir absürt komedi, ortası vasat bir romantik-komedi ve sonu da (son 30 dakikası) iç ısıtan ve başarılı bir baba-oğul dramı.
21 yaşına geldiğinde babasından zamanda yolculuk edebilme yeteneği olduğunu öğrenen Tim, bu yeteneğini sadece (?!?) hayatının kadınını bulmak ve elde etmek için harcıyor. Filmin bu desteksiz konuyla ilgilenişi yarısında bitiyor. Bir 15 dakikalık gereksiz kardeş dayanışmasından sonra birden baba-oğul dinamiği devreye giriyor ve film aniden tat vermeye başlıyor. Çünkü Curtis her zamanki gibi harika diyaloglar yazmış ve izleyiciye de nasıl sinema sıcaklığı vereceğini iyi biliyor. Daha fazlasını oku…
Biat Kültürü ve Türk Eğitim Sistemi Üzerine
1.5 ay önce, yakın bir arkadaşımla oturmuş, gündem üzerine konuşuyorduk. Oldukça beğendiğim ve sonrasında da üzerine çok düşündüğüm bir cümle kurdu: “Bize okullarda insan olmayı değil, vatandaş olmayı öğrettiler.” Bu cümle o kadar çok şeyi açıklıyor ki şaşarsınız. Zaten bu yazıyı kaleme almamın sebebi de bu cümle.
Pak alakadar gözükmeyen bir örnekle başlayacağım. Bu yazın başında bizzat ilgilendiğim bir stajyerim vardı. Bir mühendislik öğrencisi olarak, gelecekteki kariyeri için önemli bir örnek olacağına inandığım stajı için mümkün olduğunca teori kısmını minimize edip pratiği ve iş yaşamını öne çıkarmaya çalıştım. Bu yüzden de verdiğim işleri öylesine yapmamasını, önemli olanın işin/görevin altında yatan mantık olduğunun üzerine basa basa vurguladım. Hakkını yememek lazım, zeki olduğundan kolay kapsa da soruları hep aynı yere çıkıyordu: “Ben bunları staj defterine nasıl yazmalıyım?” Çünkü okulda kendisini öyle bir korkutmuşlar ki sanki stajın tek amacı, staj defterini düzgün doldurmak!
Okullarda gördüğümüz, bu ülkede okula gitmiş hemen her bireyin yaşadığı bir korku bu: Tek bir hedefe yönelip o hedefin asıl mantığını ıskalamak. Ne yazık ki tüm eğitim sistemimiz aynı kural üzerine kurulu: Çeşitli hedefleri geçmekten ibaret olan bir eğitim hayatı. Sınavlardan yüksel not al, ortalamanı yüksek tut, hocanı dinle ve uyumlu ol. Bunları yaptığınızda ‘iyi öğrenci’ oluyorsunuz. Halbuki bilmiyorsunuz ki size asıl öğretilen ‘devletine saygılı vatandaş’ olma bilinci. Vicdan, erdem, düşünme, araştırma, yorumlayabilme, kendini ifade etme gibi en temel kişilik unsurları eğitim sistemimizde yer bulmuyor. Abartmayalım, bunlardan bazılarının ismi zikrediliyor ama hep dayatılan ana (ve çoğunlukla saptırılmış) hedef uğruna ıskalanıyor. Tamamına yakını ezbere dayalı ve kitabi olan bir sistemde ister istemez bazı insani özellikler ıskalanıyor.
Öğrenci hayatı, tamamen (devlet tarafından kontrol edilmiş) kitaplardan öğreniyor ve doğal olarak kendi kişiliğini oluşturabileceği temel bazı malzemelerden yoksun kalıyor. Hele aileden ve/veya arkadaş çevresinden benzeri bir eğilim gelirse (ki bizim toplumsal hayatımız zaten buna yatkındır, aşağıda açıklayacağım), birey başkalarının koyduğu hedeflere göre yaşayan bir insan haline geliyor. Bilhassa asker ve polis gibi daha orta okulda (yani kendi kişiliği oluşmadan) devlet yatılı okullarına alınıp ağır eğitime tabi tutulan meslek gruplarında bunu daha şiddetli hallerde görebilirsiniz. Daha fazlasını oku…
Filmekimi 2013 Yorumları
Enough Said [Nicole Holofcener – 2013]
Dünya nüfusunun yaş ortalamasının giderek artması, doğal olarak film yapımcılarını da bu yeni piyasaya film yapmaya itmeye başladı, son birkaç yıldır. Artık yılda 2-3 film, bu hedef kitlesine yönelik yapılıyor. Açıkçası bu filmler, belli bir kalitenin altına da düşmüyor çünkü hedef kitle zaten belli bir seviye istiyor. Enough Said, tam bu tür bir film.
Çocuklu ve boşanmış olan bir masöz olan Eva, aynı anda hem yakın bir arkadaş hem de yine dul ve boşanmış bir erkek arkadaş edinir. Yalnız yeni arkadaşının eski kocasının, yeni erkek arkadaşı olduğu ortaya çıkınca olaylar da karışmaya başlar. Zaten kendini kanıtlamış oyuncular olan Julia Louis-Dreyfus, James Gandolfini ve Catherine Keneer’ın karşılıklı döktürdüğü film, gerçekten yapabileceği her şeyi yapıyor. Komik, falsosuz, temposunu kaybetmeyen ve kararını bilebilen bir film. Lakin yapısından ötürü kendine ait bir çekiciliği yok ya da ben yaşımdan ötürü bu çekimi yaşayamadım.
Heli [Amat Escalante – 2013]
Bu yılki Cannes’da En İyi Yönetmen ödülünü alan Meksika yapımı film, gecekonduda yaşayan bir ailenin derin devlet ve uyuşturucu çetelerinin arasında ezilişini aktarıyor. Senaryosu oldukça basit, heyecansız ve temposuz olsa da gücünü gösterdiklerinden ve onları gösterme şeklinden alıyor. Şiddeti ve bireyin devlet/çete/polis/asker zulmü altındaki zaruri ezilişini, dolandırmadan ve gerçekçi (hatta bazen fazla gerçekçi) olarak gösteren Heli, iyi bir yönetmenin filmini nasıl yükseltebildiğinin tezahürü.
La Vie d’Adéle (Blue is the Warmest Color) [Abdellatif Kechiche – 2013]
Cannes’ın en çok konuşulan ve en büyük ödülünü de (Altın Palmiye) kapan film, çok hassas bir yapıya sahip. Çünkü lezbiyen bir kızın bu eğilimini keşfetmesini, hayatının aşkını bulmasını, bu ilişkisini ve ötesini tüm detaylarıyla anlatıyor. Lakin detay demişken gereksiz olanları değil, Adéle’in ilişkisini ve duygularını tamamen anlamamıza yarayan detayları kastediyorum. Bunları bazıları, mesela 15 dakikalık kesintisiz sevişme sahnesi, çoğu insan için kabul edilemez ve/veya dayanılmaz olabilir. Lakin benim hayatı anlamlandırma cümlem de olan “Hayat ayrıntılarda gizlidir.” önermesini ispatlayacak şekilde, bu detaylar karakterleri ve onların eylemlerini anlamlandırmamıza hizmet ediyor. Daha fazlasını oku…
Rush
Normalde Ron Howard’ı sevmem. Kaliteli gözüken şık filmlere imza atan memur Hollywood yönetmenlerinden biridir. Elindeki malzemeden kaliteli bir iş çıkarsa da, malzemenin değişik ve estetik olmasına değil, nasıl daha çok izlenebileceğine kafa yorar. John Nash’i anlattığı A Beautiful Mind, Nixon’un karizmayı çizdirişini resmettiği Frost/Nixon ve bir uzay epiği olarak lansedilen (ama çoktan unutulan) Apollo 13 en bilinen ve ödüllü işleridir.
Bu filmografiye sahip birinin senenin en iyi filmlerinden birini imzaladığını görmek açıkçası şaşırtıcı. Rush uzaktan bakınca, belki yine fazla bir yenilik barındırmadığı aşikar olsa da; bakir bir alt tür olan araba yarışı aksiyonunda yapılan baştan salma ve fazlasıyla popülist filmlerin arasından bir başyapıt edasıyla yükseliyor.
70’lerin Formula 1 dünyasına adını yazdırmış iki ismi merkeze alıyor filmimiz: Niki Lauda ve James Hunt. Lauda, tipik Alman ırkı özelliklerine sahip olarak disiplinli, dakik, işinin ehli, detaycı ama asosyal, somurtkan ve itici. Diğer yandan bir İngiliz olan Hunt; başına buyruk, karizmatik, yakışıklı, risk almayı seven, adrenalin deposu ama disiplinsiz, savruk ve bencil. Filmin en başarılı özelliği tüm iskeleti, bu iki zıt insanın karakter özelliklerinin üzerine kurmuş olması. Aksiyon sahnelerinden, dramatik sahnelere kadar her şey bu amansız çelişki üzerine inşa edilmiş. Dolayısıyla altı dolu olunca her sahne anlam kazanıyor. Normalde aksiyon filmi olması bile bunu engellemiyor, hatta tam tersi filmin hızını da kalitesini de arttırıyor.
Sinema Sinema
Oz the Great and Powerful [Sam Raimi – 2013]
The Wizard of Oz gibi bir klasiğin (hele 1939 yapımı olunca) öncül filmini çekmek açıkçası çok saçma, bilhassa filmle ilgili kareler ve fragman yayınlanınca bu saçmalık tescillendi resmen. Raimi, sanki Tim Burton maskesi takmış Alice in Wonderland‘ın devamını çekmişti. Filmin ilk 1 saati düşüncemi değiştirmedi: Pastel renkler içinde acayip yaratıklarla oynaşan insanlar! Neyse ki Raimi’nin sinema duygusu finalde toparlanıyor, hiç olmazsa atasına saygı duyan ve saçmalamayan bir şekilde filmi neticelendiriyor.
The Wolverine [James Mangold – 2013]
Adamium kaplı ölümsüz mutantımızın son macerasını fazla umut bağlamadan izleyenler gayet memnun kalacaklar, benim gibi. Ama genelde benim çok yaptığım üzere, mantıklı bir sinema eğlencesi arayanlar hiç hoşnut kalmayacaklar. Çünkü Mangold, Wolverine’in en tutan çizgi-roman sayısını aynen sinemalaştırmış. Detaylara takılmazsanız oldukça heyecan verici, bilhassa ilk solo filmden daha tutarlı. Çünkü ilk film, aksiyonla hikayenin arasında bocalıyordu, bu sefer hiç olmazsa bir amaç belirleyip ona sadık kalıyor.
More Than Honey [Markus Imhoof – 2012]
Son birkaç yıldır gazetelerde sıklıkla çıkmaya başlayan ‘arı kolonilerinin sebepsiz ölümü’ üzerine düşündürücü bir belgesel. Bir belgesel olarak bu sene karşımıza çıkan The Imposter yada Searching for Sugar Man kadar başarılı olamasa da; konusu ve yorumlarıyla çok can alıcı. Kısaca özetlemek gerekirse; kapitalizmin her şeyi olduğu gibi arıları da nasıl köle gibi kullandığını ve tükettiğini ve doğanın bir şekilde kendine ait olanı alacağını açıkça gösteriyor.
Pain & Gain [Michael Bay – 2013]
Michael Bay, düşük kalitede eğlence filmleri çeken ve umursanmayan, zaten bunu kendisi de umursamayan bir yönetmendir. Çünkü bu filmler çok para kazandırıyor! (?) Pain&Gain‘in farkı, bu filmlerde sıklıkla pompalanan Amerikan milliyetçiliğine tamamen zıt düşecek şekilde Amerikalıların bir kısmının (aslında çoğunun) ne kadar beceriksiz, düşük zekalı ve saf olduğunu filmin ana eksenine koyması. Böylece dikkat çekmeyi başarıyor lakin Bay bunu da klasik trüklerini kullanarak heba ediyor. Ortaya son derece dağınık bir film çıkıyor. Hiç olmazsa çıkış noktasıyla takdiri hak ediyor! Daha fazlasını oku…
Şimdiki Zaman
Twitter gerçekten önemli bir haber kaynağı. Dün öğlen gezinirken Yekta Kopan’ın bir tweetini gördüm. Ortaköy Feriye Sineması’nda onun koordinatörlüğünde film sonrası bir söyleşi yapılacakmış. Osman’ı aradım direkt, “Gider miyiz?” diye sordum ve sinemanın yolunu tuttuk.
Açıkçası daha önce hiç burada film izlememiştim. Zaten uzun yıllardır kapalıydı, yanılmıyorsam bu yıl yeniden açıldı. Eski sinema kokusuyla kendini belli ediyor, oldukça hoş. Ahşap tavan da kendine has bir hava katıyor sinemaya.
Filme gelirsek, oldukça başarılı bulduğumu belirtmeliyim. Belmin Söylemez’in ilk filmi, Mina adında işsiz bir kadının hayatından bir kesiti (bu ‘kesit’ mevzusuna altta değineceğiz) anlatıyor. Mina, bir yandan Amerika’ya gitme hayalleri kurarken, bir yandan yıkılacak bir apartman dairesinde yaşamaya çalışıyor. Bu sırada, para kazanmak için bir cafede fal bakmaya başlıyor. Hem cafenin diğer çalışanlarının hem de falına baktığı kişilerin hayatlarına da girip kendi hayatını idame etmeye çalışıyor.
Bir Selanik Kaçamağı – 2. Gün
Saati zaten 10’a kurmuştum, otelin kahvaltısına yetişebilmek için. Hala uykumuz olsa da kalktık, giyinip aşağıya indik. Gayet muntazam bir açık büfe bizi karşıladı. Gerçekten, bir kahvaltıdan isteyebileceğiniz her şey mevcuttu. Üstelik 10.30’da bitmesi gereken büfe 11.00’e kadar da uzatıldı. Herkes rahat ve huzurlu.
Kahvaltıdan sonra duşumuzu aldık, toparlandık ve resepsiyona çantaları bıraktık. O kavurucu sıcakta sırt çantası bile fena oluyor. Ana caddeye inerek Selanik Arkeoloji Müzesi’ne doğru yürümeye başladık. Şehrin merkezi olduğundan 100 metrede bir karşımıza çıkan tarihi eserler bizi duraklattı. Önce Selanik’in Aya Sofya Kilisesi’ne girdik. Gayet barok bir tarza sahip. Onun ertesinde içine giremediğimiz (benim de adını unuttuğum) eski bir kiliseye girdik. Hemen ona yakın Rotunda’ya girebildik ama. Burası tamamen silindirel olarak inşa edilmiş 3. yüzyıldan kalma bir tapınak. Yunan Tanrıları için yapılsa da sonrasında kilise ve camiye de dönüştürülmüş. Şimdi ise bedava bir müze. Selanik’in önemli yapılarından biri.
Rotunda’nın içinden görünüm
Rotunda’nın dışarıdan görünüşü
Sonrasında o sıcakta biraz yolu karıştırsam da müzeyi bulabildik. Selanik Arkeoloji Müzesi, tipik bir müze. Selanik ve çevresinin antik zamanlardan Osmanlı Dönemi’ne kadar olan tarihini, kültürünü ve yaşantısını öne çıkarıyor. Önemli sayılabilecek bir özelliği olmasa da Selanik’in tarihini öğrenmek için mutlaka uğranılması lazım. Burayı gezerken o kadar acıktık ve susadık ki müzenin cafesine oturduk. Bir büyük sandviçi nasıl bitirmişim, hatırlamıyorum valla. Sommersby olmasa da damağımızı nemlendirmek de oldukça güzeldi. 🙂
Selanik Arkeoloji Müzesi’nden bir parça
Arkeoloji Müzesi’nin hemen yanında Bizans Müzesi bulunuyor. Burası da, adı üstünde, Selanik’in Bizans dönemindeki yaşantısı üzerine. Yalnız buranın güzelliği, çok zeki mimarisi. Binada, çıkış hariç hiç merdiven yok! Bir salonu ziyaret ettikten sonra ufak bir rampa tırmanarak diğerine geçiyorsunuz. Böylece 360º döndüğünüzde müzeyi de tamamlamış oluyorsunuz.
Bizans Müzesi’nde bir kabartma taşı
Müze çıkışı, mümkün olduğunca gölgeleri takip ederek ana merkeze geri yürüdük. Full tho Meze’nin oradaki bir lokantada Sommersby bulabildik en sonunda. İkişer şişe o kadar güzel geldi ki anlatamam. Biraz dinlendikten sonra, yemekten önce otele dönüp çantalarımızı almaya karar verdik. Çantaları alıp aynı civara döndük. Trip Advisor’un 1. numarısında bulunan El Correo Cocina Argentina’ya girdik. İç tasarımı oldukça şık. Zaten Bristol Hotel’in içinde yer alıyor. Oturduğumuzda geyet kapsamlı bir menü geldi. Webde bifteklerinin çok güzel olduğunu okuduğumuzdan birer Angus bifteği aldık. Arkadaşlar çok pişmiş istese de ben hafif kanlı tercih ettiğimden orta istedim. Gayet lezizdi. Öncesinde gelen aperitifler de oldukça başarılıydı. Bir şişe de şarap açtırdık yanında, içimi gayet güzeldi. Adam başı 30 avro değildi hesap, yanlış hatırlamıyorsam. İkram olarak ben bir limonchello (soğuk limonlu bir içki, gayet severim) aldım, başarılıydı o da.
El Correo Cocina Argentina’daki soframız
Ardındansa dönüş yolculuğuna geçtik. Belediye otobüsüyle otogara, oradan da kısa bir yürüyüşle Metro’nun yerine vardık. Tabii Metro, yine ününü konuşturdu. Otobüsü 1.5 saat geç kaldırdı, oldukça kötü bir otobüs verdi (ki 11 saatlik bir yolculukta insan azıcık kalite arıyor), üstüne sivrisineklerle ve efsane bir muavinle beraber her köyde durarak oldukça fantastik bir yolculuk yaşattı bizlere.
Velhasıl, otobüs yolculukları hariç harika bir geziydi. Geldiğimden beri hekese dediğim üzere, Selanik oldukça uygun ve keyifli bir gezi noktası. Bilhassa midesine düşkün olanların mutlaka uğraması gereken, nispeten Türkiye’ye de oldukça yakın bir şehir. Tabii yalnız gezmenin sıkıcı olacağını da hatırlatmam gerek. O güzelim meyhanelerde muhabetin dibine vurmadıkça hiçbir şeyden keyif alamayabilirsiniz. Siz en iyisi, birkaç dostunuzu toparlayıp bir haftasonunuzu bu şirin Balkan kentine ayırın. Pişman olmayacaksınız.
Canım dostlarım, Onur ve Filiz’e ayrıca teşekkürler. Beraber geçirdiğimiz bu harika 2 gün için…
Selanik’te mutlaka yapılması gerekenler:
- Atatürk’ün evi görülmeli;
- Alkol kullanmasanız bile, bir meyhaneye oturup bol peynir ve meze yemeli;
- Kordon’da yürümeli;
- Gece eski limanda yere çömelip Selanik’i gece seyre dalmalı;
- Aristo Bulvarı’nda bu cafeye oturup aylaklık yapmalısınız.
Fotoğraflar: Filiz DÜMBEK
Benden Şarkılar – Beautiful That Way (Noa)
Bugün radyo dinlerken tanıdık bir ezgi kulağıma takıldı. Sözleri de, biraz klişe ve popülistlik koksa da, hoşuma gitti. Meğerse 1997’nin ödül rekortmeni, politik doğrucu lakin sevimli ‘savaş kötüdür’ filmi La Vita é Bella (Life is Beautiful)‘nın ünlü ezgisiymiş. Tipik bir ‘kendini iyi hisset’ şarkısı. Yolda, doğada, deniz kenarında, mutluyken, hüzünlüyken dinlenebilecek joker bir şarkı.
Smile, without a reason why / Gülümse, hiç sebebi olmadan
Love, as if you were a child / Sev, bir çocuk gibi
Smile, no matter what they tell you / Gülümse, sana ne söylenirse söylensin
Don’t listen to a word they say / Onların tek kelimesini dinleme
‘Cause life is beautiful that way / Çünkü hayat böyle güzeldir
Tears, a tidal-wave of tears / Yaşlar, bir gelgit dalgasının yaşları
Light that slowly disappears / Işık, yavaşça kaybolan
Wait, before you close the curtain / Bekle, perdeyi kapatmadan
There’s still another game to play / Hala oynanacak bir oyun var
And life is beautiful that way / Ve hayat böyle güzeldir
Here, in his eyes forever more / Burada, onun gözlerinde daima
I will always be as close as you remember from before. / Senin hatırladığından daha yakın olacağım
Now, that you’re out there on your own / Şimdi, yalnız başına dışarıdasın
Remember, what is real and what we dream is love alone. / Unutma, gerçek olan ve düşlediğimiz salt aşktır
Keep the laughter in your eyes / Gözlerinde kahkahayı koru
Soon, your long awaited prize / Yakında, nicedir beklediğin ödül
Well forget about our sorrow / Öyleyse unut acını
And think about a brighter day / Ve daha aydın bir günü düşün
‘Cause life is beautiful that way / Çünkü hayat böyle güzeldir
















Son Yorumlar