Arşiv

Archive for the ‘mekan’ Category

Rusya Macerası – 7: Irkutsk (2) ve Geri Dönüş

17/02/2015 4 yorum

(Önceki yazı için tıklayın)

Sabah kalktığımda Ozan mutfakta sucuklu yumurta yapıyordu. Erkenden uyanıp marketten yumurta almış taze taze. Odadan mutfağa doğru girdiğimde yumurtaları kırmak üzereydi. Nasıl güzel bir kahvaltıydı anlatamam, evden binlerce kilometre uzakta mutfak masasında yaptığımız. Sanki İstanbul’da birimizin evinde kahvaltı yapıyorduk, o kadar sıcak bir ortam vardı.

yumurtaOzan’ın harika omleti

Hava daha güzel olsa da, bulutlar her an yağmur indirecekmiş gibi duruyordu. Bu günkü ilk durağımız şehrin biraz dışındaki Angara Gemisi’ydi. Şehrin kuzeyinde bir kıyıya demirlenmiş olan gemi bir asrı geçkin bir yaşa sahip ve dünyanın ilk buz kırıcılarından. İlk Trans-Sibirya trenlerini kışın buz tutan Baykal Gölü’nden geçirerek görev yapmış. Tren hattı gölün çevresinden dolaşmaya başlayınca da görev süresi dolmuş. Şimdi bir müze olarak faaliyet gösteriyor. Biz içeri girmedik, dışarıdan görmemiz bize yetti.

IMG_7137Angara Buzkıranı

IMG_7150Uzaktan bakış

Ardından şehrin diğer ucundaki Alexander Kolchak Anıtı’nı görmeye gittik. Kolchak gayet ilginç bir kişilik. Atalarının Türk olduğu, soyadının da buradan geldiği rivayet edilmekte, bu yüzden bayağı “Harun Kolçak’ın dedesini gördük.” geyiği yaptık kendi aramızda. Başarılı bir asker olarak Rus-Japon Savaşı ve 1. Dünya Savaşı’nda savaşmış; Kuzey Kutbu’na yapılan iki bilimsel seferde yer almış ünlü bir mareşal. Ama asıl ününü, Kızıl Devrim sonrası Çarlık yanlısı Beyaz Ordu’nun lideri olmasıyla kazanmış. Rusya İç Savaşı’nın sonlarında ise Irkutsk’ta kurşuna dizilmiş. SSCB döneminde vatan haini sayılan Kolchak’ın, itibarını Putin döneminde tekrar kazanması başka bir ilginç konu. Tarihi, ne yazık ki kazananlar yazıyor, gördüğünüz üzere. Ya da tarihteki bir olayın akıbetinin döneme göre değişmesi, diyebiliriz bu olay için.

IMG_7170Alexander Kolchak Anıtı Daha fazlasını oku…

Rusya Macerası – 6: Irkutsk ve Baykal Gölü

01/02/2015 4 yorum

(Bir önceki yazı için tıklayın)

Sabah 7 buçuk gibi Irkutsk’a gelmiştik. Gar çıkışında direkt bir taksiye binerek hostelimize gittik. Çünkü o yorgunluk ve çantalarla hosteli yürüyerek aramak istemedik. Irkutsk’ta taksilerde pazarlık yapılıyor.  300 rubleye anlaşıp hostele gittik.

irkutsk-4Irkutsk şehir merkezinden bir görüntü

Hostelimizin adı Dobriy Kot’tu, manası ise Güzel Kedi. Bir hostelden daha çok, sevimli bir otele benziyordu. Girer girmez kaydımızı yaptırıp odaya geçtik. İçinde 3 tek kişilik yatağı olan, bir hostel için lüks sayılabilecek bir oda verdiler. Hostelden de odadan da pek memnun kaldık, zaten bir gece yattık sadece. Oda ücreti 2700 rubleydi (adam başı 54 TL). Tek dezavantajı şehir merkezine uzaklığıydı ki bu hususu ilerleyen paragraflarda okuyacaksınız zaten. Hemen birer banyo yapıp yattık. Bayağı uyumuşuz. Kalktığımızda saat 3’e geliyordu. Şehri keşfetmek için hemen kendimizi sokağa attık.

Irkutsk, Sibirya’nın en büyük kenti. Nüfusu yaklaşık 600 bin. Baykal Gölü’ne sadece 72 km mesafede, gölden çıkan Angara Irmağı’nın ikiye bölündüğü çatalda konumlanıyor. Tarih boyunca hep önemli bir yerleşim birimi olmuş çünkü hem Rusya’nın doğudaki hem de Çin Seddi’nin kuzeyindeki en büyük kent. Bizim ziyaretimizde oldukça sıcaktı ki yazın ortalama sıcaklık 18 derece. Ama kış ortalama sıcaklığı -18 dereceymiş, düşünmek bile insanın içini ürpertiyor. Biz tabii gayet şort ve T-shirtle dolandık ilk gün.

Hostelin biraz ilerisinden bir otobüse atlayarak (kişi başı 12 ruble) 10 dakikada merkeze indik ama asıl sıkıntıyı gece yaşayacaktık. Irkutsk şehir merkezi hiç ummadığımız kadar düzenli ve modern çıktı. Altyapısı oturmuş, geniş caddeler bulunuyor. En önemli 3 caddesinin adının Lenin, Marx ve Engels olması bize ilginç geldi. Cadde tabelalarında mutlaka Latin harflerinin de bulunması işimize bayağı kolaylaştırdı. Ayrıca turistler için hazırlanmış 2 rotanın tabela ve çizgileri her yerde karşınıza çıkıyor. Mavi ve yeşil hattın çizgilerini hemen her kaldırımda görebiliyorsunuz. Bunları takip ederek şehrin önemli yerlerine ulaşabiliyorsunuz. Biz kafamıza göre takılarak çevrede biraz yürüdük.

irkutsk-3Irkutsk ana meydanındaki parkta Daha fazlasını oku…

Rusya Macerası – 4: Moskova

13/10/2014 1 yorum

(önceki yazı için tıklayın)

Rusya’daki 5. günümüze hostelin yakınındaki Coffeeshop Company’de kahvaltı yaparak başladık. Ardından da odamıza dönerek çantaları sırtlayıp ana tren istasyonuna yollandık. Böylece seyahatimizin ilk kısmı olan St. Petersburg’a veda ediyorduk. Önceden aldığımız biletlerle hızlı trenimizde son derece rahat olan koltuklara oturduk.

hızlı trenHızlı trende okurken, Ozan ile ben

St. Petersburg-Moskova Hızlı Treni, yaklaşık 540 km’lik bir mesafeyi azami 200 km/s hız yaparak 4.5 saatte alıyor. Biz en düşük sınıftan bilet almamıza rağmen koltuklar çok rahattı. Ben genelde kitap okudum, biraz müzik dinledim. Yolu yarılayınca bir sonraki vagondaki kantine gidip birer sandviç aldık, fiyatları fena değil. Hiç sıkılmadan tam vaktinde Moskova’ya vardık.

Gardan çıkışta hemen metroya girdik. Moskova Metrosu gerçekten muhteşem. Paris Metrosu’nu çok beğenirim ama bu ondan da güzel. Bir kere, hatlar çok zekice oluşturulmuş. Bilhassa ortadaki ring hattı büyük zaman tasarrufu sağlıyor. Her istasyonun kendine ait bir mimarisi var ki bazıları çok sanatsal. Vagonlarda kablosuz internetin bedava olması büyük hizmet (“Oooo, bedava internet varmış, alırım bir dal.”). İstasyon içlerindeki işaretler bence gayet anlaşılır. Yalnız yukarı değil, yere bakmanız gerek, ana işaretler yerde.

02metroMoskova metro haritası

Bu güzelliklere karşın çoğu yerde Latin harfleri göremiyorsunuz ki çoğu turist için büyük işkence. Ama Kiril harfleri inanın zor değil. 1-2 saat içinde kolayca kavrıyorsunuz mantığı. Hele matematik ve/veya fizik ağırlıklı bir eğitim almışsanız işiniz çok daha kolay. Şöyle ki bilmediğiniz harflerin çoğuna bu derslerden zaten aşinasınız. Mesela Rusça’da P harfi, Π (bildiğiniz pi). Γ (gamma) G harfi, Λ (lamda) L harfi, Δ (delta) ise D harfi. Biraz kafa yorunca okunanı anlamak zor değil. Tavsiyem, Rusya’ya gitmeden hemen önce alfabenin Latin harflerine çevrilişini içeren bir çıktı alın ve 2-3 kez onu dikkatlice okuyun. Şu var, birkaç sefer hata yapabilirsiniz ki bu durumda tek yapmanız gereken telaşlanmamak. Yolunuzu bir şekilde yine bulursunuz ki bize çok oldu. Zaten 2-3 sefer metroya bindiğinizde alışıyorsunuz. Daha fazlasını oku…

Rusya Macerası – 3: St. Petersburg (2)

14/09/2014 6 yorum

Seyahatimizin üçüncü gününe tren bileti alma stresiyle başladık. Kahvaltıdan önce bilet işini halletmek istediğimizden, hostelden direkt merkezdeki bilet acentasına gittik (Bir gün önceden yerini öğrenmiştik). Acentaya girdiğimizde oldukça büyük bir hol ile karşılaştık. Bu holde karşılıklı olarak neredeyse 20 gişe vardı. Ama yabancı olduğumuzu anlayan gişe görevleri bizi almaya yanaşmadı. Bunların neredeyse hepsi de 40 yaşın üstündeki bayanlardı. En sonunda birisi halimize acıyıp ‘gelin’ işareti yaptı. Doğal olarak İngilizce bilmiyordu ve Rusça konuşmaya başladı. Ozan, bildiği 6-7 kelimelik Rusçası’yla anlaşmaya çalıştı, bunların yanına işaret dilini de ekleyerek 🙂 o çarşamba günü Moskova’ya gitmek istediğimizi anlatabildi. Sonrasında, bayan bize ekranını çevirdi ki herhalde 15 yıldır böyle bir ekranla karşılaşmamıştım. Gençler hatırlamaz 🙂 Windows 3.1 günlerinden kalma bir arayüz bizi selamladı.  Orada en ucuz bilete işaret etti ama saatlerden bu trenin 13 saat sürdüğünü anlamak zor değildi. Bir şekilde hızlı tren istediğimizi anlattık. Saat ve ücret konusunda da anlaşınca zor bölümü atlatmış olduk ki bu kısım bir 10 dakika sürdü herhalde. Ardından pasaportlarımızdan bilgilerimizi sisteme girdi, kredi kartımdan ücreti çekti ve biletleri bastırdı. “Bu kadar yapmışken Trans-Sibirya biletlerini de alalım.” dedik ve benim Türkiye’de bastırdığım e-bilet çıktılarını (bunlar, gerçek bilet olarak sayılmıyor) verdim. (E-bileti siteden nasıl aldığımı yazı dizisinin ilk kısmında aktarmıştım) Bunları görünce, hiç soru sormadan, gerçek Trans-Sibirya biletlerimizi de verdi.  Anladık ki Rusça bilmeden Rusya’da tren bileti almanın en güzel yolu, internetten alıp çıktısıyla gişeye gitmek.

Tabii artık bayağı acıkmıştık. Acentadan çıkınca kahvaltıya uygun en yakın yere kendimizi attık. Bushe, gayet şık bir fırın. Zaten sonradan Petersburg’taki en iyi kahvaltı mekanı olduğunu öğrendik. Ben o açlıkla iki sandviç ile portakal suyu aldım. Gayet de lezizdi, 500 ruble (30 TL) civarında bir miktar ödedim (sandviçler kocamandı). Karnımızı doyurunca artık güne başlama zamanı gelmişti.

Kanala giderek buradaki iskeleden (Hermitage’ın önünde iki tane var) Yazlık Saray’a gitmek için motora bindik. Bu motor, gidiş-geliş 1100 ruble ama öğrenciye 800 ruble (ben yine İTÜ Mezun Kartı’mı yedirdim :)) Hava o gün yine çok sıcaktı, motorun da her yeri kapalıydı, tabut gibi. Adamlarda sadece 10 gün sıcak olduğundan motoru da soğuğa göre tasarlamışlar lakin içeride resmen hava alınmıyordu. Hareket edince biraz hava geldi de serinledik, ardından sızmışım. 40 dakika sonra yolculuk bitince uyandım.

IMG_6456Yazlık sarayın önündeki ana fıskıye

peterhofSaraydan iskeleye doğru bakış

Çar’ın Yazlık Sarayı yada diğer ismiyle Peterhof, St. Petersburg’u da kuran dönemin çarı Büyük Peter tarafından 1715’te inşasına başlanan bir yapı. Amacı, çarın limana geliş gidişlerinde kullanması ve dinlenmesi için bir yer olması. Tabii bu amacı sonradan hayli aşıyor çünkü Versay ile yarışan bir saray haline getirttiriliyor. Bahçesindeki görkemli havuzlar ve fıskıyeler bunun göstergesi. Bilhassa iskeleden saraya yürürken yanından geçtiğiniz havuzlar ve devamındaki altından heykellerle dolu kocaman fıskıyeler ‘görkem’ kelimesinin altını kalın çizgilerle çiziyor resmen. Biz biraz bahçede gezindikten sonra sahilde bir yere çöktük. Biraz dinlendikten sonra, Ozan ile Onur bahçeyi daha fazla gezmek istedi. Dedim “Ben buradayım, hiç dolanamayacağım.” Zaten ayakkabıyı ve çorabı çıkarıp rahatlamışım, karşımda Baltık Denizi, hafif de esiyor. Biraz daha uzandım, ardından not defterimi çıkarıp yazmaya başladım. Yazmak için harika bir yer ve zamandı. Daha fazlasını oku…

Rusya Macerası – 2: St. Petersburg

23/08/2014 2 yorum

(önceki yazı için tıklayın)

26 Ağustos günü 1 civarı üçümüz toplandık Atatürk Havalimanı’nda. Onur, yeni kesilmiş saçlarıyla bizi şok ederken biz havanın ne kadar sıcak olduğunu ve Rusya’da serinleyeceğimizi konuşuyorduk Ozan’la. Harç pulu alındı, check-in yapıldı, pasaporttan geçildi ve uçak kapısına gelindi. Saatler 15.30’u gösterirken Aeroflot uçağına adımımızı atarak maceramıza resmen başladık. 15 gün içinde kim bilir neler görecektik, kimlerle tanışacaktık, belki de hayatımız değişecekti.

Aeroflot uçuşu fena değildi. Gayet güzel bir yemek verdiler, hizmeti de gayet iyiydi. Üç ay önce, THY bileti 1250 TL iken, bu bilete 540 TL vermiştik. Zaten yol boyu neler yapacağımız hakkında geyik yaptık, sıkılmadan 3 saat geçiverdi ve St. Petersburg Havalimanı’na indik. Güneş gayet yakıcıydı dışarıda, her yerde Kiril Alfabesi olmasa yanlışlıkla güneye uçtuğumuzu bile düşünebilirdim. Sorunsuz şekilde pasaport kontrolünden geçtikten sonra (Rusya’ya vize uygulaması yok, pasaporttan geçerken bir kağıt veriyorlar, onu ülkeden çıkana kadar kaybetmemeniz gerek) yanımızdaki az miktarda dövizi rubleye çevirdik.

petersburg-metro_mapSt. Petersburg metro haritası

Ardından hemen yola koyulduk. Havalimanının hemen önünden kalkan 39 numaralı otobüse bindik. Bu otobüs, sizi en yakın metro istasyonuna ulaştırıyor. “Nerede ineceğim?” diye paniklemeyin, metroda herkes iniyor. St. Petersburg metrosu gayet basit, her yerde Latin harfler de mevcut ve sadece 5 hattı var. Her hattın kendi rengi ve numarası var. Her istasyonda ilgili hattın rengini ve numarasını takip ederek kaybolmadan metroyu kullanabilirsiniz. Giriş jetonla oluyor ve bir jeton 28 ruble. Biz Moskovskaya’dan Sedoya’ya gittik. Ayrıca istasyonlar arası gayet uzun bizimkilere kıyasla. Metrodan indiğinizde de ilgili çıkış kapısını, gideceğiniz caddeyi tabelalarda arayarak bulabilirsiniz.

Sedoya Meydanı’na çıktığımızda hafiften yorulmuştuk. Elimizde hostelin adresi, aramaya başladık. Bende de iki çanta var, hava sıcak, acıkmaya başlamışım. Ben çökmeye başladım, yürüyorum ama minimum enerjiyle, konuşmak yok. Bu arada biz bayağı yürüdük. Bir koca sokağı ikişer kere geçtik, hostelden iz yok! Birine sorduk, tarif etti ama ettiği yerde bir şey yok (meğerse varmış)! Bir yerde dayanamadım, bakkala girip su aldık. Biz aramızda Türkçe konuşurken, bakkal sahibi atıldı “Sular şu dolapta” diye. Ben adam ne diyor diye acayip acayip baktım. Adam meğerse Türkçe biliyormuş, adresi ona sorduk, bilmiyormuş. Ozan bir cafeye sordu, kız iyimiş, webte bakındı, “Şurada olmalı” diye tarif etti. Ama orada yok! (Halbuki oradaymış) Biz başka tarafa bakarken, telefon etmek aklımıza geldi. Birincide açan olmadı, ikincide açıldı (oleyyyyyyy!). Ama bu sefer Onur telefondaki kızı anlayamadı! Zorla metro çıkışında buluşmayı ayarlamayı başardı. Böylece 40 dakika sonra başladığımız yere geri dönmüş olduk. Ben yorgunluktan açlığımı unutmuşum. Saat 11’i geçmiş, hava yeni kararıyor. Kız gelip bizi aldı. 2 dakika sonra, önünde hiçbir tabela olmayan büyük bir demir kapının önünde durdu. Yandaki tuşlara şifreyi girip kapıyı açtı. Biz “N’apıyor bu?” derken içeri davet etti. Eski püskü bir apartmana girdik, boya zaten yok, sıvalar akıyor. Bir kat çıkıp başka bir kapıdan girince hostele benzeyen bir daireyle karşılaştık. Bed&Bike Start Up Hostel’e böylece varmış olduk.

hostel kapisiBed&Bike Start Up Hostel’in kapısı

Daha fazlasını oku…

Sivas İzlenimleri – 1: Merkez

01/06/2014 1 yorum

Annem soğuk olduğu İzmir’e gitmeye karar vermese, doğum yerimde Sivas yazacaktı. Ailem, ben doğduğum sırada Sivas’ta yaşıyormuş. Babamın tayini çıkınca 79’ta taşındıkları ilden, ben 7 aylıkken taşınıp Bursa’ya göçmüşler. Yani benim ilk adresim Sivas’taki Askeri Lojmanlar. Doğal olarak hiçbir şey hatırlamıyorum (hatta Bursa’daki ilk evimizi de hatırlamam). Ama ömrüm boyunca annemlerden Sivas hikayelerini dinlemişimdir. Soğuğunu, arkadaşlıklarını, uzaklığını. Bu yüzden Sivas’a gitmek istedim, Engin ile de karar verip aldık biletleri mart sonuna.

22 Mart Cumartesi sabahı, Atatürk Havalimanı’ndan THY ile uçtuk Sivas’a. Karşımıza başka bir kompakt Anadolu havaalanı geldi. Nuri Demirağ Havaalanı’nın Hatay, Antep ve Urfa’dan hiçbir farkı yok. Bir sivrizeka, kopyala-yapıştır halinde her ile aynı mimaride havaalanı yapıyor sanırım. Hiçbir yaratıcılığı olmayan bu sığ mantığa sadece hayret etmekle yetineceğim bu yazıda. Hemen Avis’e giderek araba kiralayıp koyulduk yola.

Havaalanı kentten 20 dakika uzakta bir tepede. Yol sadece havaalanına ait olduğundan oldukça boş. Daha önceden burasının askeri havaalanı olduğunu öğrendim, o yüzden bu kadar ücra bir yere yapmışlar. Biz direkt merkeze gidip otelimizi bulmaya karar verdik önce. Lakin şehir içinde oldukça trafik vardı. Çünkü hem kent meydanında BBP’nin mitingi vardı hem de cumartesi Sivas’ın en kalabalık olduğu günüymüş. Bizim otel de tam merkezde olduğundan, miting nedeniyle kapalı yolların arasından şehri bilmeden yol almak bayağı zamanımızı aldı. Ama sonunda Buruciye Otel’i bulduk.

Otelimiz 4 yıldızlı, güzel bir oteldi. Şehrin tam kalbinde yer alması bir artı ama gayet ara sokakta bulunduğundan bulması sıkıntı. Otelin hizmeti gayet iyiydi. Ertesi sabahki kahvaltısı da oldukça iyiydi. Lakin o kadar niyetlenmişken havuzuna girmek kısmet olmadı. Haftasonları sadece kadınlara aitmiş, Anadolu’dur deyip çok garipsemedik. Fiyatı odabaşı 170 TL. Tek gece için başarılı bir tercih.

Odaya çantalarımızı, hatta paltolarımızı da bırakarak hemen dışarı çıktık. Annemlerden o kadar soğuk hikayeleri dinledim (hatta babam mayısta kar yağdığını anlatırdı) ki gayet hazırlıklı gelmiştim, atkılar, boğazlılar filan. Ama hava çok güzeldi. Sadece akşamları giydim paltoyu, o kadar sıcaktı. Her neyse dışarı çıkıp babamların Sivas’taki en yakın arkadaşı olan Hüseyin Amca’yı bulduk. Hüseyin Amca doğma büyüme Sivas’lı, eczacı, hala merkezdeki eczanesi açık. Biz yürürken, çevredekilerden bolca selam aldı, Sivas küçük yer tabii, herkes birbirini tanıyor.

Hüseyin Amca, önce bizi öğle yemeğine götürdü Mis Kebap’a. Sivas’ın en ünlü lokantasıymış, Devlet Hastanesi’nin hemen karşısında. Lokanta esasında dönerci, yaprak usülü et döner yapıyor, “Sivas’a gidip de döner mi yenir!” demeyin, oldukça değişik ve güzel bir eti var. Üstelik gördüğüm en büyük döner oradaydı, takarken forklift kullanıyorlarmış. Ayrıca biz oradayken başka bir güzellik daha yaşandı, o sırada Show TV’de yayınlanan bir gezi programında Mis Kebap çıktı. Sahibiyle röportaj yaptılar, meğerse çekim 2 hafta önce yapılmış. O anda yayınlanıyomuş, sahibi de yanımızda izliyordu, bir anda telefonları çalmaya başladı. 🙂 Millet tebrik için arıyordu.

KESİK-KÖPRÜ-SivasKesik Köprü

Oradan çıkınca Hüseyin Amcalar’ın evine gittik, eşi Hamiyet Teyze’yi almaya. Kentin hemen dışındaki eve giderken Kızılırmak üzerinde harika bir taş köprüden geçtik. Köprünün adı Kesik Köprü’ymüş ve kesin tarihi bilinmemesine rağmen Selçuklulardan kaldığı söyleniyor. Hala aktif olarak kullanılan köprü, gerçekten çok hoş. Üzerinde tek yönlü trafik aktığından (327 m uzunluğa, 5 m genişliğe sahip) yeni köprü yapılması gündemdeymiş. Umarım bu harika köprüyü mahvetmezler. Daha fazlasını oku…

Urfa Notları – 2: Göbeklitepe ve Harran

İlk günün yorgunluğu üzerimize çökmüş olacak ki pazar sabah biraz geç kalktık. Otelde hep hep beraber kahvaltı yaptıktan sonra günlük programı belirledik. Önce Balıklıgöl ve çevresini gündüz de görelim dedik.

balıklı-göl2Balıklıgöl

Daha otelden çıkar çıkmaz etrafın kalabalık olacağı hissediliyordu. Havanın güzelliğini de fırsat bilenler göl ve çevresindeki alanı doldurmuşlardı. Cuma gecesine göre tam ters bir vaziyet vardı. O ıssızlık ve balıkların sakinliği, gölün çevresinde insan seline (ezilmeye ramak kalacak kadar) ve balıkların (bir avuç yem uğruna) histerisine dönüşmüştü. Kutsal olduğu söylenen bir mekana hiç benzemiyordu. Gölün çevresindeki “Lütfen balıklara yem atmayınız!” tabelalarının hemen yanında yem satan ve bunları alıp (nasıl olduğunu anlamadığım ve anlamak da istemediğim bir) sakinlikle balıklara atıp onların birbirini ezmesini hayranlıkla seyreden bir insan kalabalığı. Bir de bu insanlara Türkçe, İngilizce, Arapça ve Kürtçe rehberlik satmaya çalışan küçük çocuklar. Turizm ve dini kutsallıktan halkımızın anladığının bu olması son derece düşündürücü. “Anayasayı bir kere delmekten bir şey olmaz!” diyen Özal’dan, şiddete duyulan (korkutucu) hayranlığa kadar bir sürü tartışma konusu çıkar bu fotoğraftan. Yazının ilk kısmının başında belirttiğim üzere, bu geziler ülkemin insanlarını gözlemlemek ve anlayabilmek için çok ciddi fırsatlar.

balıklarBalıkların histerisi

Bu sefer Ayn-ı Zeliha Gölü‘nün yanından yukarıya da tırmandık. Çıkış parkurunda Hz. Eyüp‘ün ünlü sabrını çektiği mağara da bulunuyor ama bana hiç çekici gelmediğinden girmedim (Bu arada Hz. Eyüp’ün İngilizce’deki adının Job olması ve iş (job) kelimesinin buradan türemesi bana ilginç gelir). Yukarıdan Urfa’ya tepeden bakabiliyorsunuz ve o anda buranın bir Orta Doğu şehri olduğunu daha iyi kavrayabiliyorsunuz. Biz Batı’da yetişen insanlar, bu Orta Doğu’luluk kavramını küçümseriz ve hatta (dillendirmesek de) reddederiz. Sanki Türkiye sadece Marmara ve Ege’den oluşuyor gibi düşünmek isteriz. Oysa ki bu düşünce (dillendirmemeniz yetmez) oldukça ırkçı ve sakattır. Bir kere kendi benliğimizin inkar edilmesi bir yana; bu yörenin, toprakların ve insanların inkar edilmesi başlı başına anti-demokratik, züppece ve elitist bir harekettir. Son zamanlarda yaşadığımız olayların sebeplerinden biri de budur ve bir an önce bu yanlıştan dönülmesi lazımdır. Ülkemizdeki farklı unsurların kıymetini bilip onları daha fazla anlamaya çalışmalıyız. Bu bakımdan Urfa Kalesi’nin yanı başından şehre bakmak, bir an olsun çemberin dışına çıkıp (içinde yaşadığımız) çembere bakmaya benziyor. Daha fazlasını oku…

Urfa Notları – 1 : Balıklı Göl, Halfeti, Birecik

17/03/2014 11 yorum

İçinde bulunduğumuz zaman diliminde en çok dikkat ettiğim noktalar, kişilerin birbirlerini dinlememesi ve olayları kendi bakış açılarından yorumlamakta ısrar etmeleri. Sanki herkes, muhatap olduğu kişiyle aynı sosyal statüde olmak, aynı eğitimi almak ve aynı şeylerden hoşlanmak zorundaymış gibi. Aksi bir duruma tahammül edemiyorlar, düşünmek bile istemiyorlar ve karşı tarafı yok etmek veya kendi tarafına çekmek için ellerinden geleni yapıyorlar. Mesela İstanbul’daki çoğu kişi için Türkiye İstanbul’dan, hatta Boğaz hattından ibaret. Tüm konuları bu bakış açısıyla yorumluyorlar. Onlar için Van’da yaşayan bir köylü teyze, Kars’taki bir öğrenci veya Hakkari’deki bir esnaf Kaf Dağı’nın arkasındaki bir masal diyarında yaşıyorlar.

İşte bu dar bakış açısından kurtulmak için elimden geldiğince ülkemi gezmeye çalışıyorum. Tabii yemek yemeyi bir hobi olarak gördüğümden lezzetleri yerinde denemek ve turistik bir gezi yapmak da yurt içi gezilerimin bir sebebi. Fakat gittiğiniz yerdeki evler, insanlar, kültür de Türkiye’yi anlayabilmek için önemli. Benim kadar onlar da bu ülkenin vatandaşıysa, onları anlamam gerekir ve bunun için de onların hayatlarını az da olsa gözlemleyebilmem gerekir. Diğer türlü yaptığım her yorum eksik ve tek taraflı olur.

havaalanıUrfa’ya indiğinizde size hoşgeldin diyen yazı

Bu kez de arkadaşlarımla yolumuz Şanlıurfa’ya düştü. Burayı seçmemizin amacı genelin tercih ettiği üzere Balıklıgöl veya Urfa’nın yemekleri değildi, Göbeklitepe’ydi. İlk defa 2 yıl önce duyduğum bu ören yerinin, dünyada bilinen en eski tapınak olduğu tescillendi. Yazı içinde daha detaylı anlatacağım ama benim gibi inançlara, inançların doğuşuna ve tarihine meraklı biri için böyle bir yerin ülkemde olması harika bir şeydi ve kesinlikle gidip görmem lazımdı. Böylece Göbeklitepe’yi ilk duyduğumuzdan beri gitmek için plan yaptığım Engin ile beraber tarihi belirledik sonunda. 21-23 Şubat haftasonu için güzel bir grup kurarak ülkemin ‘Peygamberler Şehri’ denilen bu kentine bir gezi düzenledik. Daha fazlasını oku…

Annemlerle Yunanistan Turu – 2 (Atina)

11/12/2013 2 yorum

Sabah erkenden kahvaltımızı edip otobüse bindik ve Atina’ya doğru yolculuğumuz başladı. Benim için de daha önce görmediğim kısım resmen başladı. Hem hava aydınlık olduğundan yolu da izleyebilecektim. Zaten yol izlemeyi hem düşüncelere dalmak hem de etrafı gözlemlemek adına hep severim. Yurt dışında daha da dikkat ederim çünkü bir ülke sadece şehirlerden oluşmaz, kırsal da bir o kadar önemlidir. Nitekim daha yolun başında rehberimiz Andreas uyardı: “Buradaki otobanlar çok güzeldir ama devamlı soyulursunuz.” Gerçekten Yunan Hükümeti işini bulmuş! Tamamen AB’nin yapıp hediye ettiği harika otobanı ihaleye çıkarıp satmış! Alan kişiye de istediği kadar gişe kurma ve para alma hakkı vermiş (Her birinden vergisini ayrıca alıyor tabii)! Öyle ki Selanik-Atina arasındaki yaklaşık 550 km yolda (yanlış hatırlamıyorsam) 16 gişe var! Her gişe de ortalama 5 € alıyor. Soygunun âlâsı yani!

20131017_190538

Lycabettus Tepesi’nde annemle

DSC00865

Tepeden Atina’da günbatımı

Yaklaşık 7 saatlik yolculuktan sonra Yunanistan’ın başkenti ve en kozmopolit şehri olan Atina’ya girdik. Direkt otelimize girdik bu sefer. Hotel Zafolia gayet merkezi bir konumdaydı, 4 yıldızlı olmasına rağmen de bence Selanik’teki Porto Palace’dan daha iyidi. Biraz otelde kaldıktan sonra dışarı çıktık. İlk hedefimiz olan Lycabettus Tepesi’ni bulmak ve çıkmakta zorluk yaşasak da başardık.

Atina genel olarak düz bir kent. En arkasındaki dağlarla deniz arasında yayılan oldukça geniş bir yerleşim yeri. Şehrin ortasında 3-4 tane de tepe var. Bunların en ünlüsü şehrin ilk kurulduğu ve etrafında genişlediği Acropolis. Ondan daha yüksek olan tek tepe de Lycabettus Tepesi. Burası biraz dik ve sarp bir yer, zaten üzerinde yerleşim yok. Sadece en tepesinde bir manastır ve turistik bir cafe var. Yürüyerek çıkabileceğiniz gibi, teleferik veya taksiyle de çıkabilirsiniz. Lakin taksi bir yere kadar çıkabiliyor, oradan yine 200 m kadar yaya çıkmanız gerek. Biz taksiyle çıktık, sonra da merdivenle devam ettik. Yalnız inerken etraf ıssız olduğundan taksiciye 15 dakika sonra bizi aynı yerden almasını söyledik (ama meğerse diyebildiğimizi sanmışız). Bu kısıtlı zaman nedeniyle koşturarak çıktık. Ama tepedeki manzara gerçekten çok güzeldi. Bir de tam biz çıktığımızda güneş batıyordu. Böylece hem aydınlık hem de karanlıkta Atina’ya tepeden bakabildik. İkisi de ayrı güzel, tavsiye ederim. Daha fazlasını oku…

Annemlerle Yunanistan Turu – 1

Kurban Bayramı tatili için bir ilki gerçekleştirdim. Hayatta ilk defa hem ailemle hem de turla yurtdışına çıktım. Tabii turu kullanmamızın ana amacı, annemler için kolay bir seçenek oluşturmasıydı. Böylece ETS Tur ile 5 gecelik Yunanistan turuna çıktık. Anne babamın yanında eski komşularımız Ragıp Amca ile Malike Teyze de bize katıldı.

Böylece bayramın ilk gecesi (15 Ekim) Kadıköy Evlendirme Dairesi’nin önünden otobüsümüze binerek tura başlamış olduk. Turdaki ilk 10 saatimizi doğal olarak yolda geçirdik. Sabah 7.30’da gözümü açtıktan sadece 1 dakika sonra rehberimiz Andreas Mert’in neşeli sesini duyduk: “Günaydın herkese! Selanik’e hoşgeldiniz.”

DSC00830Tepeden Selanik

Peşinen söyleyeyim, bu yazı dizisinde bahsedeceğim konuların çoğu Andreas’ın anlatıklarından araktır. Ayrıca gezdiğim yerlerin yanında bolca da Yunan kültürü ve günlük yaşamına da değinmeye çalışacağım.

Selanik gezisi hakkında da ek bir parantez açmam gerek: Bu blogta zaten 3 ay önce gittiğim Selanik gezisinin yazısı iki bölüm halinde yayınlanmıştı ve ilk önce bunları okumanızı öneririm. Bu yazılara şuradan ve de şuradan ulaşabilirsiniz. Selanik açısından bu yazılar daha doyurucudur.

Selanik turumuz şehrin en önemli kilisesi olan Hagios Demetrios Kilisesi ile başladı. Çatısının düz tahta olmasının dışında pek önemli bir özelliği yoktu. Ardından Osmanlı zamanında yapılan dış surların Zincirli Kale kısmına çıktık. Burası da pek aham şaham bir yer değil, şehri tepeden görmesi dışında.

20131016_084913Zincirli Kale

Sonrasında Atatürk Evi’ne gittik. 3 ay önce gittiğimde resterasyon sebebiyle kapalıydı ve hayıflanmıştım göremediğim içim. Meğerse çok gereksizmiş bu hayıflanma çünkü Kültür Bakanlığı evin içini tamamen boşaltmış, yerine de hiçbir şey koymamış. (Dalga geçmiyorum!) Zaten daha otobüsteyken Andreas, durumun vahamiyetini çıtlatmıştı. 14 ay süren bu resterasyon sözde binayı güçlendirmek (ki gerçekten ihtiyacı varmış) ve içerdeki sunumu daha modernleştirmek adına yapılmış! Aldığımız duyuma göre zaten güçlendirme yapılmamış. Üstüne eskiden olan ev eşyaları tamamen çıkarılmış, yerlerine Selanik, Manastır, İstanbul ve Ankara’nın zamanındaki ile günümüzdeki durumlarını anlatan videolu anlatım konmuş. Açıkçası bunların gereksizliği o kadar barizdi ki izlemedim bile. Yalnız 2. kata her nasılsa Atatürk’ün balmumu heykelini koymuşlar ama bunu da bodruma THY uçak maketi koyarak mahvetmişler. Açıkçası ben mevcut durumun altında bariz bir kasıt arıyorum. Çünkü mantık sınırları dahilinde o evde böyle saçma bir modernleştirme yapılamaz. Bayağı sinirli şekilde oradan ayrıldık.

DSC00846Atatürk Heykeli ile Annem

20131016_103553

Atatürk Evi’ndeki Maket THY Uçağı

Ardından ise sahilde 1.5 saatlik serbest zaman verildi. Bu zaman zarfında, kordonda yürüdük, Aristo Meydanı’nda bir kafede oturarak dinlendik ve Beyaz Kule’ye geri döndük. Sonra zaten otelimize götürüldük ve ertesi sabaha kadar serbest bırakıldık.

Otelimiz yeni limanın dışında yer alan Porto Palace’tı. 5 yıldızlı olsa da pek o derece bir konfora sahip değildi. Daha önce kaldığım Hotel Olympia 4 yıldızlı ama daha iyiydi bence, bir kere çok merkeziydi ve Porto’dan aşağı kalır bir özelliği yoktu. (Eminim fiyatı da daha uygundur)

1.5 saat dinlendikten sonra taksiyle şehir merkezine indik. Bu arada tüm Yunanistan’da taksiyi telefonla çağırırsanız taksimetre ücretine 2 euro eklendiğini öğrenmiş oldum. Biraz etrafı dolaştıktan sonra, bir önceki gezimin favorisi olan Full to Meze’ye oturduk. Bayram olması dolayısıyla inaılmaz doluydu (bizden sonra ayakta bekleyenler oldu) ve mekandakilerin çoğu Türk’tü!

Sofraya feta perniri, ahtapot ızgara, şarapta ahtapot (yanlış anladılar lakin bu da enfesti), kalamar, midye buğulama (ne yazık ki midye dolma bitmiş, çok üzüldüm), kızarmış hellim, mezgit kızartma ve bolca uzo geldi. Hepimiz fena halde doyduk ve hesap sadece 95 avro geldi. Full to Meze meyhanecilikte sınırları zorluyor gerçekten, çok iyiler.

20131016_084902Tepeden Selanik’e Başka Bir Bakış

Yediklerimizi eritmek için biraz daha dolandıktan sonra Eski Liman’daki deniz kıyısında oturduk. Sonrasında da taksiyle yine geri dönüp, dinlenmeye çekildik.