Arşiv
Hangi Nirengi Noktası?
Gittikçe daha da garipleşen bir dönemde yaşıyoruz. Dertleniyoruz, söyleniyoruz, üzülüyoruz ama sonraki yıl onu da aratıyor. Çoğunluk, bir nirengi noktası bulma telaşında. Öyle bir nirengi olsun ki dünya onun üzerine anlaşsın ve artık büyük bir sürpriz olmasın. Bir göktaşı ya da deprem riskini tamamen bertaraf edemeyiz ama savaşlar olmasın, çocuklar -en azından açlıktan ve yetersiz sağlık hizmetinden- ölmesin, terör eylemleri olmasın, sınırlar kalksın ve bunun gibi sayısız iyi niyetli istek. Bunun bir adım ötesi, ünlü şarkıda dendiği gibi “Hayat bayram olsa!”
Sorun zaten bu nirengi noktasında. Çünkü herkesin kafasındaki nirengi farklı ve daha da kötüsü, neredeyse her insan kendi nirengisinin en iyisi olduğunu düşünüyor. Aslında içten içe bildiğiniz ama söylemeye, kendinize bile itiraf etmeye çekindiğinizi yazayım: Aklı başında (bu ifade de sorunlu ya çaktırmayın 😉) hiçbir insanın istemediği o savaşların, terör eylemlerinin, kavgaların, çocuk ölümlerinin esas sebebi; sıradan insanın güç isteği ve bu durumu herkese kabul ettirebilme hırsı. Bu yüzden de çoğunluk, kendi nirengi noktasını diğerlerine dayatma peşinde. Bu sıradan insan, ben dahil hepimizi kapsıyor, istisnasız.

Kendinizi temize çıkarmaya hiç çalışmayın, belki de bu doğamızda var. Ayn Rand gibi insanın mutlak bencil olduğunu ve gerçek iyiliği hiçbir zaman yapamayacağını da savunmuyorum. Tersine, Rand gibi insanların savunduğu bencilliğin, daha da büyük bencillikler doğurduğunu ve dünyanın bu sayede bugünkü kaotikliğe geldiğini düşünüyorum. Lakin ben özgeciliğin (insanın koşulsuz iyilik yapabileceğini savunan görüş, alturizm) de bir idea (uygulamaya geçme ihtimali olmayan fikir) olduğu düşüncesindeyim.
Daha fazlasını oku…Güzellik Yarışması
Ünlü ekonomist Keynes’in borsadaki eğilimler üzerine bir teorisi var. Adı da çok cafcaflı: Keynes’in Güzellik Yarışması (Keynesian Beauty Contest). Teori aslında bir kurguya dayanıyor:
Bir güzellik yarışması düzenlendiğini düşünün. Bu yarışmada en güzelin haricinde onu seçen (doğru kişiyi tahmin eden) kişilere de ödül veriliyor. Keynes diyor ki “Böyle bir durumda seçiciler, en güzel olduğunu düşündüğü kişiyi değil, başkalarının kimi seçeceğini düşünerek seçim yapar.” Yani kişi, genel eğilimin ne olacağını düşünür.

Keynes bu düşünceye ‘birinci derece’ diyerek borsa ve benzeri finans pazarlarında ikinci ve hatta daha da yüksek derecelerde eğilimler olabileceğini söylüyor. İkinci derecede ise kişi, genelin, genel eğilimin ne olacağını tahmin edeceğini düşünüyor.
Ben bu teoriyi geçen yıl Fularsız Entellik podcast’inin bir bölümünde duymuştum. O zamandan beri de teorinin sanata uygulanabilirliği üzerine düşünüyorum. Şahsi görüşüm gayet oturduğu.
Daha fazlasını oku…Kaos İçinde Yaşamak
Türkiye kaosu seven, kaosla beslenen, nev-i şahsına münhasır bir ülke. İçinde barındırdığı bu kadar farklı görüşte ve anlayışta insana rağmen hâlâ tek vucüt olarak hareket etmeye çalışıyor. Buradaki sorun, bu amaç için çalışması değil; bağımsız bir ülke olarak tabii ideali bu olmalı. Başlıca sorun; bunun nasıl yapılacağının, hangi görüş esas alınarak bu hedefe ulaşılacağının net olmaması.
Atatürk bu hedefleri de, nasıl ulaşılacağını da aslında belirlemiş ve yasalaştırmış. Lakin ondan sonra devleti yönetenler, bunları ya kendine göre yontmuş ya da tamamen değiştirmiş. İşin vahimi şu ki hükumeti kuran her yeni bir kadro, eskisine asla güvenmediği için değiştirmeye/yontmaya/kendi açısından düzeltmeye devam etmiş. Öyle ki şu an muğlak ifadelerle dolu ve cunta rejimi tarafından yapılmış bir anayasamız, bu muğlaklıklara rağmen anayasayla çelişen kanunlarımız, tüm bunlarla çelişen tüzüklerimiz ve tüm bunlara rağmen hiçbir yasaya ve tüzüğe uymayan uygulamalarımız var. Misal kürtaj ülkede yasak değil ama kamu hastanelerinde yıllardır yapılmıyor. Veya bu yazı yazıldığı sıralarda Ekşi Sözlük’e erişim hiçbir açıklama yapılmadan engellendi.

Türkiye’de bence başlıca sorun, niceliği ne kadar olursa olsun her kesimin ülkeyi kendi bildiği/istediği gibi yönetmek istemesi ve bunun dışındaki tüm alternatifleri baştan reddetmesi. Gerek makro, gerekse mikro açıdan ülkenin neredeyse hepsi demokrasiyi, istediğini fütursuzca yapabilmek sanıyor. Halbuki demokrasi, sadece kitabi olarak “başkasının haklarının başladığı yere kadar istediğini yapabilme” değildir, olmamalıdır. Bu tanımın günlük hayatta, üstelik her an ve koşulda karşılığı olmalıdır. Aksi hâlde kaos oluşur, zaten ülke bu yüzden en az 70 yıldır kaos içindedir.
Daha fazlasını oku…21. Yüzyılda Bond’a İhtiyacımız Kaldı mı?
Geçen gün son Bond filmi No Time to Die‘ı (2021) izledim. Kendimi hep bir Bond hayranı olarak nitelemişimdir lakin filmi izlerken ‘gerçekten bir Bond hayranı’ olup olmadığımı sorguladım. Çünkü serinin son halkası, gençliğimde hayranlıkla izlediğim Connery, Brosnan ve de Dalton filmleri (Moore filmleri bana daima fazla karikatürize-saçma gelmiştir) kadar eğlenceli, hatta onların gerçek dışılıklarına biraz Bourne havası katılmış olarak daha gerçekçi versiyonuydu. Yine de bir yapaylık vardı bana göre.
Bu yapaylığın sebebi Bond klişeleri, kırılamayan maçoluğu, büyük şansı değil; Bond’un daimi yalnızlığı ve her zaman tüm engellere rağmen tek başına dünyayı kurtarmasıydı. Neden ona muhtacız? Nasıl oluyor da incelikle hazırlanmış planlar, devasa organizasyonlar ve yapılar onun karşısında kağıttan evler misali yıkılabiliyor? Bunun en açık tezahürü serinin bir önceki filmi Spectre‘deydi (2015), finalde Bond resmen kılını kıpırdatmaya gerek duymadan çöldeki devasa yapıyı patlatmıştı. Yeni filmde ise çok ciddi bir darbe alsa da sonuçta ana kötüyü de, yardımcılarını da, içinde bulundukları tesisi de tarihe gömen tek başına yine Bond oldu.

Aynı konu yakın zamanda etraflıca Dune (2021) üzerinden de tartışıldı. Bu film özelinde, evrenin kurtuluşunun tek bir kişiye bağlı olması ne kadar mantıklı? Bir de bu ‘seçilmiş kişi’nin ‘günün birinde’ gelecek olmasının halk tarafından bilinmesi ve yoğun umutlar beslenmesi, 21. yüzyıl için çok bayağı ve acınası değil mi? Filmin uyarlandığı kitabı okumadım, zaten lafım ona değil. Star Wars dahil çoğu eseri etkileyen ve David Lynch ile Alejandro Jodorowski gibi iki kült ve uçuk beyni kendine çekebilen bir bilim-kurgu klasiği sonuçta.
Şahsi olarak pandemiden önce bile insanlığın çok keskin bir dönüm noktasının hemen öncesinde olduğunu hissediyordum. Pandemi ve aynı dönemde dünyada yaşanan (artan yangınlar, kuraklıklar, küresel ekonomik kriz, vb.) diğer mühim gelişmeler bana bu dönüm noktasının giderek yaklaştığını düşündürtüyor. Lakin insanlık bu dönemeci atlatacaksa bir ya da birkaç kişi sayesinde olmayacağını da biliyorum.

Mesih veya kahramanlık öykülerinin insanlık tarihi boyunca var olduğunu ve çok sevildiğinin farkındayım. Sonuçta hiçbir umudu olmayan kitlelere (kendisinin yaşayamayacağı/göremeyeceği ama soyundan birinin ‘o’ olabileceğine yönelik) sahte bir umut vermek için müthiş bir fikir. Aynı zamanda bu fikre/hikâyeye inananlar için de üzerindeki sorumluluğu atmak/yıkmak için güzel bir bahane. Nasılsa ‘o’ gelip insanlığı kurtaracak neden çalışsın ki / iyilik yapsın ki / başkalarına yardım etsin ki / kafasını çalıştırmaya uğraşsın ki? Monty Python ekibinin harika bir şekilde bu şablonla dalga geçtiği The Life of Brian (1979) filmini izlemenizi öneririm.
İnsanlığı ya da bir grup insanı kurtarma sorumluğunun tek kişide olması çok saçma değil mi? Böyle birinin insan üstü özelliklere sahip olması gerekmez mi? Diğer türlü o kadar insanı tek başına nasıl kurtarabilir ki? Zaten bu yüzden antik dönem ve öncesinde, o kadar çok tanrı var. İsmi bilinen çoğu tanrının arkeolojik araştırmalar sonucunda, bir zamanlar dinî veya askerî sınıfa ait birer figür olduğu biliniyor. Roma’nın imparatorluk döneminde her imparatorun kendi kültünü yaratması ve adına tapınaklar inşa edilmesi, insanlığın bu alışkanlığının bir devamı aslında. Nitekim tarihteki Türk devletlerinde de hakan, Tanrı’nın yeryüzündeki suretidir ve başa geçmesi için bunu kanıtlaması gerekir.
Uzun lafın kısası, kahramanlık anlatıları tarih boyunca süregelen bir olgu. Kimi zaman bir ihtiyaçtan beslenmiş, kimi zaman da bir propaganda aracı olarak hizmet görmüş. Bu tarihî gerçeği değiştiremeyiz. Lakin giderek demokratikleşen ve bilimsel verilerle eskiden bilinemeyen çoğu olgunun açıklandığı bir dünyada kahramanlık kültüne duyulan ihtiyaç bence sorgulanmalı. Zaten sorgulanıyor ki dünya bir dönemece girmek üzere.

Şahsen ben artık isimlere oy vermek istemiyorum. Kurumsallaşmış, anonimleşmiş ve merkeziyetsizleşmiş bir dünya hayal ediyorum. (Böyle bir dünyanın da kusursuz olamayacağının bilincindeyim, Ursula K. LeGuin klasiği Mülksüzler tam da böyle bir dünyadaki sorunları teşhis eder. Bu sebeple çözümün komünizm olmayacağını, özel mülkiyetin devam edeceğini düşünüyorum.) Bu yüzden de Bond’un tek başına her şeye kâdir olmasına artık aklım yatmıyor ve zevk de alamıyorum. Bourne gibi arızalı, acı çeken, kendisini ve sistemi devamlı sorgulayan karakterler ilgimi daha çok çekiyor. Ya da bir animasyon olmasına karşın ‘sıradan bir insan da kahraman olabilir çünkü önemli olan hislerin ve düşüncelerin’ anlatısını derinlemesine işleyebilen The Lego Movie (2014) beni daha çok tatmin ediyor.
Benim gibi düşünen ve bu kalıpları sorgulayan insanların giderek çoğaldığını biliyorum. Yeni nesilde; ailesinde, okulunda, işinde, ülkesinde yani günlük hayatın her yerinde tek kişiye bağımlı bir sistemi reddeden kişilerin sayısının daha da artacağını düşünüyorum. Lakin bu artış, sistemi nasıl ve ne şekilde değiştirebilir tahayyül edemiyorum. Sanırım bunu ancak zamanı geldiğinde göreceğiz.
İnsanın Makineleşmesine Dair
Son zamanlarda aşı karşıtlarının en çok kullandığı argümanlardan biri, aşılanan insanın beyninde çip oluşacağı teorisi. Bu, aslında çok daha büyük bir korkunun ya da endişenin özelleşmiş bir hâli. İnsanlık, endüstri devriminin başından beri makineleşmekten korkuyor. Önceleri birkaç düşünür veya sanatçının kafa yorduğu bu konu, artık sokaktaki insanın da günlük muhabbeti arasına girdi.
Tektipleşmeye, duygusuzlaşmaya veya küreselleşmeye itiraz etmeyen, etmeyi bile düşünmeyen bir insanın; bir çip ya da kablo takılarak makineleşeceğini veya robotların işini elinden aldığında aç kalacağını düşünmesi bana ironik geliyor. Neden olduğunu açıklamaya çalışacağım.
Bir makinenin/robotun bir insana göre en önemli avantajı; yorulmadan, hastalanmadan, dinlenmeye ihtiyaç duymadan ve duygularını yaptığı işe asla karıştırmadan çalışabilmesidir. Ayrıca bir makine/robot bozulduğunda veya ömrünü tükettiğinde işini kısa vadeli olarak aksatması dışında hiçbir sorun oluşturmaz. Kolayca gözden çıkarılır, kimsenin onunla duygusal bir bağı olmadığından hatırlanmaz, yaptığı işe ekstra bir vasıf katmadığından kolayca yeri doldurulabilir.
Yukarıdaki paragraftaki makine yerine insanı koyduğunuzda kavramların çok da sırıtmadığını fark etmişsinizdir. Etmediyseniz bir daha okumanızı öneririm. Bu durum, aslında Marx’ın ta 19. yüzyılda yazdığı, Charlie Chaplin’in de Modern Times‘ta (1936) görselleştirdiği ‘insanın (fiziksel olarak) doğaya, çevresine ve hatta kendisine yabancılaşması’nın gelebileceği en son durumdur. İnsan, yaşamdan o kadar soyutlanacak, yaptığı işle o derece özdeşleşecek ama aynı zamanda o işin önüne geçmeyecektir ki onun varlığı bile sorgulanabilecektir.
Daha fazlasını oku…İnsanlığa Dair Birkaç Düşünce veya 2010’lara Siyasi Bir Bakış – 2
İlk yazıya başlarken bu kadar dolu olduğumu tahmin etmiyordum, dolayısıyla uzadıkça uzadı. Ta ki tek yazıda toparlayamacağımı kabul edene kadar. Bu sebeple içeriğini okuyucuya aktaramayan bir yazıya dönüşmüş, umarım bu hatayı bir daha tekrarlamam.
‘Artı değer’in başlangıçta insan türünün yaşarkalmasını garantilemesi için çıktığını, ardından medeniyetin kurulmasına yol açtığını ve tarih boyunca insanlığın bitmeyen açgözlüğüyle katmerlenerek kapitalizmin özüne dönüştüğünü önceki yazıda anlatmaya çabalamıştım. Günümüzde ben dahil insanlığın çoğu, emeğini satarak para kazanıyor. Bu paranın önemli bir kısmını daha görmeden vatandaşı olduğu veya çalıştığı yerin bulunduğu ülkeye vergi olarak veriyor. Geriye kalan ücret ise hayatı idame ettirmeye yönelik harcamalara gidiyor.
İnsanlığın çoğunun yaptığı iş, kendisinin ve ailesinin yaşarkalmasına dönük olmadığından aldığı ücreti sabit giderlere harcamak zorunda. Tarımla uğraşmıyorsanız mesela, yiyeceğinizi başka bir kişiden almaya muhtaçsınız. Dolayısıyla kazandığınızın muhtemelen hepsini, böyle muhtaç olduğunuz giderlere (barınma, beslenme, ulaşım, vs.) harcamak zorundasınız. Üstelik her harcamanızdan da vatandaşı olduğunuz veya ikamet ettiğiniz ülkeye ayrıca pay vermek zorundasınız.
Sabit veya sabit olmayan harcamalarınızı yapabileceğiniz bir sürü seçeneğiniz var. Bu seçeneklerin yani ürünlerin hepsinin de amacı daha fazla insana ürününü seçtirebilmek. Lakin farklı coğrafyalarda, farklı koşullarda yaşayan ve farklı isteklere sahip olan farklı insanlara nasıl aynı ürünü satabilirsiniz ki? Ayrıca dünya nüfusunun çoğu bir şekilde bir topluluğa tamamen bağlı olarak yaşıyor. Yani bir aileye, bir cemiyete, bir tarikata, bir zümreye, vb bir oluşuma tabii ve bu oluşum ihtiyacını toptan (yani daha ucuza) ve tek bir yerden karşılıyor. Hâlbuki megakentlerde olduğu gibi bu oluşumların üyeleri ayrı ayrı yaşasa, hem her ihtiyaçlarını ayrı karşılamak zorunda kalacaklar hem de parakende alacaklarından daha fazla harcayacaklar. Daha fazlasını oku…
Salgın Günlüğü – 1
Salgının bir şehir, birkaç ülke tarafından değil de; tüm insanlık tarafından ciddiye alındığı veya alınmak zorunda kaldığı şu günlerde çoğu kişi, başkalarının salgını başta nasıl hafife aldığını kanıtlamakla meşgul. Ama işin ilginci de yine insanlığın neredeyse tamamının ilk duyduğunda bu virüsü hafife aldığı gerçeği. Hastalığın ilk ortaya çıktığı yer olarak düşünülen Çin’in Wuhan kentinde bile bu virüsün salgına yol açabileceğini düşünen ilk hekim yoğun bir tepkiyle karşılandı.
Bu yüzden yazının adından da anlaşılabileceği gibi bu yazıda sadece kişisel düşüncelerimi ve gündelik yaşamımı yazacağım. Benim bu virüsü ciddiye almam şubat ortasına rastlıyor. Ofiste son birkaç aydır iki ayrı uluslar arası projede görev alıyorum ve ikisinin de müşterisi bir Çin şirketi. Şubat başına denk gelen Çin yılbaşı tatili önce 1-2 hafta ertelendi, dolayısıyla proje toplantıları da genelde iptal edildi ya da ertelendi. Ardından gelen toplantılara Çin’den katılanların genelinin evden bağlandığı görüldü. Çünkü bağlantı kopmaları başladı; aralara garip ekolar, çocuk sesleri, ev gürültüleri girmeye başladı. Toplantı başlarında da salgınla ilgili konuşulan birkaç cümlede şirketlerin genelinin ofise gelemediğini duymaya başladık. İşte o zaman bu salgının dünya ekonomisini ciddi etkileyeceğini anlamaya başladım. Çünkü dünyanın en büyük endüstrisine sahip olan Çin’de şirketlerin bir ay kapanmalarının bile dünya piyasasını orta vadede negatif etkileyeceği aşikârdı.
Nitekim şubat ortasında konuştuğum tanıdık bir tekstil şirketi sahibi çok mutluydu. Çin’deki üretimin durmasıyla kendisine duyulan ihtiyacın bir anda arttığını ifade ediyordu. Sadece bu durumun ne kadar devam edeceğini kestiremediğinden iş büyütme konusunda kararsızdı. Halbuki bir ay sonra kendisi de fabrikayı kapayacaktı. Tahmininin tersine şu anda ne kadar küçülmesi konusunda karar vermeye çalışıyor.
Şirketim FEV Türkiye, 16 Mart itibariyle tamamen evden çalışmaya geçti. Ertesi gün ofisten çıkarken dizüstümün yanında bir monitörümü (şirkette iki monitör ve dizüstünün ekranıyla çalışıyorum), klavyemi, faremi ve hatta ethernet kablomu da yanıma aldım. Evdeki çalışma masama hepsini hanımla muntazam kurduk. Çalışma düzenim neredeyse değişmedi. Zaten ocak ortasından beri iş yoğunluğum nedeniyle fazla mesaiye geçmiştim. Evden çalışma, fazla mesaiye daha fazla kapı aralamış oldu. Ofistekinden bariz daha fazla çalışıyorum. Daha fazlasını oku…
Birtakım Düşünceler
Bu yazı, benzeri siyasi denemeler gibi net birtakım saptamalar, yargılar ve çözüm önerilerinden oluşmuyor. Ben sadece okuyorum, çevremi izliyorum ve bunlar hakkında düşünüyorum. Bu yazı da -uzun yıllardır yapmadığım bir şekilde- bu düşüncelerin yazıya dökülmüş hali. Kimse okusun da feyz alsın diye bir amacım yok, sadece kişisel tarihime bir not düşmek istiyorum.
AKP ilk iktidara geldiğinde liseyi bitirmek üzereydim ve çevremdeki çoğu insan gibi şeriatın geleceğini zannediyordum. Tüm türbanlılar öcü, tüm derviş sakallılar yobaz, tüm AKP’liler vatan hainiydi. Tabii bunları düşünürken ne tarih biliyordum, ne Türkiye’yi tanıyordum, ne de kendi bakış açıma sahiptim. Hatta iki yıl içinde farkına varacağım üzere Atatürk ilkelerini bile eksik ve kısmen yanlış biliyordum.
Aradan geçen 17 yılda yukarıda yazdığım iddialar ya tamamen ya da kısmen fos çıktı. Türkiye’ye şeriat gelmedi lakin muhafazakâr oligarşi geldi. Türbanlıların da insan olduğunu, kendi hayatlarına saygı göstermek gerektiğini öğrendim. Fakat inancın her yerde olduğu gibi burada da bir manipülasyon aracı olarak kullanıldığını ve bu durumdan da en çok kadınların muzdarip olduğunu gördüm. Yobazlığın sakallığa mahsus olmadığını çok çabuk kavradım. Vatan hainliğinin ise çok subjektif ve ağır bir kavram olduğunu, bunun yanında ülkeden çok kişisel çıkarını düşünen insanların tek bir partiye mensup olmadığını anladım.
2017 Biterken
Biz Türkiye’de Fatih Terim’in kişisel hezeyanlarıyla, Rıza Sarraf beyefendinin kime ne kadar bayıldığıyla, hangi mankenin hangi şarkıcıya yan gözle baktığıyla, sayın Cumhurbaşkanı’nın bundan sonra kimi görevden alacağıyla günlük tartışmalarımızı bitirip huzurluca yatağımızda uyuyalım. Nasılsa bizim için yılların geçmesi sadece yeni cep telefonu modellerinin çıkmasından, futbol ve yerel sabun köpüğü dizilerimizin sezonlarının geçmesinden ibaret. Teknoloji gelişiyormuş, bilim yeni bir eşiğe gelmek üzereymiş, uzay madenciliği için son hazırlıklar yapılıyormuş, global ekonomik düzen kabuk değiştiriyormuş… Ne önemi var ki? İlber Hoca’m her konuyu biliyor nasıl olsa!
Çoğu zaman ben, kendime de çok sinirleniyorum. O kadar ufak, önemsiz ve bize hiçbir katkısı olmayan şeyler üzerine kafa yoruyoruz, düşünüyoruz, endişeleniyoruz ve hatta kendimizi hırpalıyoruz ki! Değiştiremeyeceğim, beni hiçbir şekilde yükseltmeyen konuları duymaktan, izlemekten, haklarında konuşmaktan çok sıkıldım, yoruldum ve usandım. Bu yüzden de uzun yıllardır televizyon izlemiyorum, birbirinin kopyası gazeteleri okumuyorum. Çünkü bilmediğim, tanımadığım, üstelik benden üstün olmayan kişiler tarafından manipüle edilmek istemiyorum. Bu manipülasyonlar bize o kadar zaman kaybettiriyor ki üstelik.
İdealler ve Matematiğin Gündelik Hayatta Kullanımı Üzerine
İdeal, bir şeyin mutlak olanıdır ve bir fantazidir, gerçek değildir. Bunun en nesnel örneği kimyadadır. İdeal gaz formülü (PV=nRT), gazların dinamikleri üzerine bir eşitliktir. Hâlbuki evrendeki hiçbir gaza bu eşitliği uygulayamazsınız. Uygularsanız hesabınız yanlıştır çünkü ideal gaz yoktur. Sadece yüksek sıcaklık ve düşük basınç altında ideale yakın gaz elde edebilirsiniz.
Hayat da böyledir. Saf iyi veya saf kötü yoktur mesela. Masallarda, kitaplarda, filmlerde böyle insanlar olduğunu duysak, okusak veya izlesek de bu da fantazidir. Dünyadaki hiçbir insan, hiçbir canlı saf iyi veya saf kötü değildir. İnsanların yaptığı her eylemin kendine göre bir sebebi ve bir sonucu vardır. Yapılan kötülüklerin de bir sebebi vardır, bu sebep çok saçma veya bencilce olsa da… Her kötülüğün içinde de -bazen mantıksız ve/veya imkânsız gelse de- bir iyilik vardır mutlaka, her iyiliğin içinde bir kötülük olduğu gibi.
Kısacası, iyilik-kötülük kavramları da birer idealdir, bir fantazidir. Ama insanlar, gündelik hayatta bu kavramları sıklıkla kullanıp doğru kabul ederler. Çünkü insanların basitçe sınıflandırabilmesi ve anlatılması kolaydır, herkesin işine gelir. Açıklama yaparken soyut kavramlarla, karmaşık betimlemelerle uğraşmak istenmez. Kolay kategorilendirip somuta indirgemek istenir. Çünkü somutu anlamak ve anlatmak çok basittir, bir anaokulu çocuğuna bile anlatabilirsiniz. Hâlbuki soyutu anlamak için dikkatlice dinlemeniz ve biraz düşünmeniz gerekir. Hele anlatabilmek daha da komplekstir.
Baştaki örnek üzerinden gidersek, PV=nRT eşitliği doğrusal bir denklemdir. Dört işlemle bile çözersiniz, kafanızdan birkaç saniyede bile çözebilirsiniz. Çok basit bir problemdir. Ama bu denklem sadece ideal gazlar içindir. Gerçek gazlar üzerinde hesap yapacaksanız mutlaka yüksek matematik (türev, integral, vs) kullanmalısınız. Bu hesabı kafanızdan yapamazsınız 🙂 , birkaç saniyede de çözemezsiniz. En azından kağıt-kalem kullanmalısınız, hatta belki de özel bir bilgisayar yazılımına (Matlab gibi) gereksinim duyabilirsiniz. Daha fazlasını oku…




Son Yorumlar