Birtakım Düşünceler
Bu yazı, benzeri siyasi denemeler gibi net birtakım saptamalar, yargılar ve çözüm önerilerinden oluşmuyor. Ben sadece okuyorum, çevremi izliyorum ve bunlar hakkında düşünüyorum. Bu yazı da -uzun yıllardır yapmadığım bir şekilde- bu düşüncelerin yazıya dökülmüş hali. Kimse okusun da feyz alsın diye bir amacım yok, sadece kişisel tarihime bir not düşmek istiyorum.
AKP ilk iktidara geldiğinde liseyi bitirmek üzereydim ve çevremdeki çoğu insan gibi şeriatın geleceğini zannediyordum. Tüm türbanlılar öcü, tüm derviş sakallılar yobaz, tüm AKP’liler vatan hainiydi. Tabii bunları düşünürken ne tarih biliyordum, ne Türkiye’yi tanıyordum, ne de kendi bakış açıma sahiptim. Hatta iki yıl içinde farkına varacağım üzere Atatürk ilkelerini bile eksik ve kısmen yanlış biliyordum.
Aradan geçen 17 yılda yukarıda yazdığım iddialar ya tamamen ya da kısmen fos çıktı. Türkiye’ye şeriat gelmedi lakin muhafazakâr oligarşi geldi. Türbanlıların da insan olduğunu, kendi hayatlarına saygı göstermek gerektiğini öğrendim. Fakat inancın her yerde olduğu gibi burada da bir manipülasyon aracı olarak kullanıldığını ve bu durumdan da en çok kadınların muzdarip olduğunu gördüm. Yobazlığın sakallığa mahsus olmadığını çok çabuk kavradım. Vatan hainliğinin ise çok subjektif ve ağır bir kavram olduğunu, bunun yanında ülkeden çok kişisel çıkarını düşünen insanların tek bir partiye mensup olmadığını anladım.
Kısacası tek ve nihai kötünün AKP zihniyeti olmadığını anladım. Aslında ayırdına vardığım, AKP’nin çok daha üzerindeydi. İyi ve kötü diye bir şey yoktu, ideal kavramının olanaksızlığı gibi.
Bu bilince, kendimi de tanımaya vakıf olabildiğim 2012’de varmaya başladım. Bir yıl sonra gelen Gezi Olayları umut verici bir gelişme olsa da hayal kırıklıklarını da yanına getirdi. Çoğu arkadaşımın olayların sonucunda Tayyip Erdoğan’ın istifa edeceğini düşünmesini şaşkınlıkla karşılamıştım. Her şey bu kadar kolay mıydı? 15 günlük bir duruşla iktidar devrilebilir miydi? O zaman da yazdığım üzere Gezi Olayları Avrupa’daki 1815 ve 1830 ayaklanmalarına çok benziyor. Üç ayaklanma da mevcut baskıcı iktidarı yıkamamış ama demokratik bilinçlenme yolunda ciddi adımlar atmıştır.
Lakin bu bilinçlenme uzun ve sancılı bir süreçtir, kültüre ve zamana göre de değişkenlik gösterir. Tabii bu ülkenin vatandaşları olarak biz beklemeyi, sabretmeyi, emek sarf etmeyi, uğraşmayı, hatamızı görmeyi ve bu sayede gelişmeyi sevmeyiz. İsteriz ki hemen oluversin, başkaları uğraşsın, kafa yorsun ama biz nemalanalım, hatta en çok biz kazanalım.
Ama olmuyor, çünkü işin tabiatına ters. Maalesef biz bunu çok zor anlıyoruz. Demokrasinin subabının darbe değil de sandık olduğunu kavramamız on yıldan fazla zaman aldı. Bu süreçte ordunun itibarı yerle bir oldu, birkaç yıl OHAL ile yaşadık ve en önemlisi ülke bir yöne doğru geriye alınamaz şekilde savrulup faşizme kayan bir popülist oligarşi ile yönetilir oldu.
Beni daha da üzen şey ise ülkenin çoğunun, 23 Haziran Seçimi sonrası demokrasi yolunda atılmış bu ufak ama önemli adımla her şeyin bittiğini zannetmeleri. Oysa daha yolun çok başındayız. Bir arada yaşamayı öğrenmeliyiz. Kırmadan dökmeden, nefret etmeden, -düşüncesi bizimle aynı olsa da- bir tarafa iltimas geçmeden, gerekli denetim mekanizmalarını kurarak, dinleyerek ve düşünerek.
Bundan birkaç yıl öncesine kadar Türkiye’nin böyle bir demokrasi anlayışına ulaşmasını bir ütopya olarak görüyordum. Ama umudum gitgide artıyor. Zamanın çok değerli olduğu bu çağ için çok yavaş ilerlesek de bazı kıpırdanmalar mevcut.
Her şey çok güzel olmayacak olsa da bazı şeylerin daha iyiye gideceğine inanıyorum.
Hoş bir yazı olmuş, iyi noktalara değinmişsiniz.