Arşiv

Archive for the ‘gezi yazısı’ Category

Bir Selanik Kaçamağı – 2. Gün

02/09/2013 1 yorum

Saati zaten 10’a kurmuştum, otelin kahvaltısına yetişebilmek için. Hala uykumuz olsa da kalktık, giyinip aşağıya indik. Gayet muntazam bir açık büfe bizi karşıladı. Gerçekten, bir kahvaltıdan isteyebileceğiniz her şey mevcuttu. Üstelik 10.30’da bitmesi gereken büfe 11.00’e kadar da uzatıldı. Herkes rahat ve huzurlu.

Kahvaltıdan sonra duşumuzu aldık, toparlandık ve resepsiyona çantaları bıraktık. O kavurucu sıcakta sırt çantası bile fena oluyor. Ana caddeye inerek Selanik Arkeoloji Müzesi’ne doğru yürümeye başladık. Şehrin merkezi olduğundan 100 metrede bir karşımıza çıkan tarihi eserler bizi duraklattı. Önce Selanik’in Aya Sofya Kilisesi’ne girdik. Gayet barok bir tarza sahip. Onun ertesinde içine giremediğimiz (benim de adını unuttuğum) eski bir kiliseye girdik. Hemen ona yakın Rotunda’ya girebildik ama. Burası tamamen silindirel olarak inşa edilmiş 3. yüzyıldan kalma bir tapınak. Yunan Tanrıları için yapılsa da sonrasında kilise ve camiye de dönüştürülmüş. Şimdi ise bedava bir müze. Selanik’in önemli yapılarından biri.

Rotunda_iç

Rotunda’nın içinden görünüm

Rotunda_sışRotunda’nın dışarıdan görünüşü

Sonrasında o sıcakta biraz yolu karıştırsam da müzeyi bulabildik. Selanik Arkeoloji Müzesi, tipik bir müze. Selanik ve çevresinin antik zamanlardan Osmanlı Dönemi’ne kadar olan tarihini, kültürünü ve yaşantısını öne çıkarıyor. Önemli sayılabilecek bir özelliği olmasa da Selanik’in tarihini öğrenmek için mutlaka uğranılması lazım. Burayı gezerken o kadar acıktık ve susadık ki müzenin cafesine oturduk. Bir büyük sandviçi nasıl bitirmişim, hatırlamıyorum valla. Sommersby olmasa da damağımızı nemlendirmek de oldukça güzeldi. 🙂

müze1Selanik Arkeoloji Müzesi’nden bir parça

Arkeoloji Müzesi’nin hemen yanında Bizans Müzesi bulunuyor. Burası da, adı üstünde, Selanik’in Bizans dönemindeki yaşantısı üzerine. Yalnız buranın güzelliği, çok zeki mimarisi. Binada, çıkış hariç hiç merdiven yok! Bir salonu ziyaret ettikten sonra ufak bir rampa tırmanarak diğerine geçiyorsunuz. Böylece 360º döndüğünüzde müzeyi de tamamlamış oluyorsunuz.

müze2Bizans Müzesi’nde bir kabartma taşı

Müze çıkışı, mümkün olduğunca gölgeleri takip ederek ana merkeze geri yürüdük. Full tho Meze’nin oradaki bir lokantada Sommersby bulabildik en sonunda. İkişer şişe o kadar güzel geldi ki anlatamam. Biraz dinlendikten sonra, yemekten önce otele dönüp çantalarımızı almaya karar verdik. Çantaları alıp aynı civara döndük. Trip Advisor’un 1. numarısında bulunan El Correo Cocina Argentina’ya girdik.  İç tasarımı oldukça şık. Zaten Bristol Hotel’in içinde yer alıyor. Oturduğumuzda geyet kapsamlı bir menü geldi. Webde bifteklerinin çok güzel olduğunu okuduğumuzdan birer Angus bifteği aldık. Arkadaşlar çok pişmiş istese de ben hafif kanlı tercih ettiğimden orta istedim. Gayet lezizdi. Öncesinde gelen aperitifler de oldukça başarılıydı. Bir şişe de şarap açtırdık yanında, içimi gayet güzeldi. Adam başı 30 avro değildi hesap, yanlış hatırlamıyorsam. İkram olarak ben bir limonchello (soğuk limonlu bir içki, gayet severim) aldım, başarılıydı o da.

IMG_5913

El Correo Cocina Argentina’daki soframız

IMG_5915Selanik’teki son yemeğimiz

Ardındansa dönüş yolculuğuna geçtik. Belediye otobüsüyle otogara, oradan da kısa bir yürüyüşle Metro’nun yerine vardık. Tabii Metro, yine ününü konuşturdu. Otobüsü 1.5 saat geç kaldırdı, oldukça kötü bir otobüs verdi (ki 11 saatlik bir yolculukta insan azıcık kalite arıyor), üstüne sivrisineklerle ve efsane bir muavinle beraber her köyde durarak oldukça fantastik bir yolculuk yaşattı bizlere.

Velhasıl, otobüs yolculukları hariç harika bir geziydi. Geldiğimden beri hekese dediğim üzere, Selanik oldukça uygun ve keyifli bir gezi noktası. Bilhassa midesine düşkün olanların mutlaka uğraması gereken, nispeten Türkiye’ye de oldukça yakın bir şehir. Tabii yalnız gezmenin sıkıcı olacağını da hatırlatmam gerek. O güzelim meyhanelerde muhabetin dibine vurmadıkça hiçbir şeyden keyif alamayabilirsiniz. Siz en iyisi, birkaç dostunuzu toparlayıp bir haftasonunuzu bu şirin Balkan kentine ayırın. Pişman olmayacaksınız.

Canım dostlarım, Onur ve Filiz’e ayrıca teşekkürler. Beraber geçirdiğimiz bu harika 2 gün için…

Selanik’te mutlaka yapılması gerekenler:

  • Atatürk’ün evi görülmeli;
  • Alkol kullanmasanız bile, bir meyhaneye oturup bol peynir ve meze yemeli;
  • Kordon’da yürümeli;
  • Gece eski limanda yere çömelip Selanik’i gece seyre dalmalı;
  • Aristo Bulvarı’nda bu cafeye oturup aylaklık yapmalısınız.

Fotoğraflar: Filiz DÜMBEK

Bir Selanik Kaçamağı – 1. Gün

13/08/2013 1 yorum

Her şey aniden oldu bu sefer. Genelde 3-4 ay önceden planlar yapılır, biletler alınır, sonra da huşû içinde tarih beklenirdi. Bu sefer sadece 10 gün öncesinde “Arkadaşlar vizeler bitmeden bir kaçamak mı yapsak?” fikrinden türedi her şey.

+”Neresi olsun?”

-“Selanik olabilir.”

+”Mantıklı bak. Hem uçakla da uğraşmayız.”

-“Tamamdır. Haftaya cuma gidiyoruz o zaman.”

+”Oleyyyy!”

Böylece önce Metro Turizm’den (sonradan Yunanistan seferlerinde Crazy Holidays ile ortak olduğunu öğrendik, ad inanın çok manidar, sırası gelecek 🙂 ) biletler alındı. Otel rezervasyonu da yapıldı. 2 Ağustos Cuma akşamı Esenler Otogarı’nda buluşuldu.

Beyaz Kule

Selanik Kordon Boyu ve Beyaz Kule

Onur ile ben çift katlı otobüsle giderken, Filiz Hanım yan arabadaydı. Yolculuğun sınıra kadar olan bölümü fena geçmedi. Uzun zamandır Onur’la görüşemediğimizden bolca konuştuk, biraz okudum, uyuma denemelerinde bulundum. Sınırdaki 1.5 saatlik lüzumsuz beklemeden sonra sızmışım zaten. Gözlerimi, şoförün telefonda birisine “Abi araba yolda kaldı, çalıştıramadık. Ne yapacağız bilemiyorum?” dediğini duymamla açtım. Kesin rüyadayım diye düşünürken, havanın aydınlanmış, bizim de bir sokak kenarında park etmiş olduğumuzu gördüm. Otobüsün gerçekten bozulduğu açıktı ama yapacak bir şey de yoktu. Onur’a baktım, gözü kapalıydı ama birazdan açılınca “Onur, otobüs bozulmuş!” dedim. Ardından hemen kapadı, ben de zaten fark ettiğinden uyumaya çalıştığını sandım. Meğerse, benim şaka yaptığımı sandığından uyumasına devam etmiş. Lakin 10 dakika sonra uyandığında da hareket etmediğimizi anlayınca durumun vahamiyetini de anladı. Adını bilmediğimiz yurt dışında bir kasabada kalakalmıştık, saat 7.15’ti. Normalde Selanik’e varmak üzere olmalıydık.

Onur şoförle konuşmak üzere aşağı indi. Döndüğünde başka bir otobüsün 10 dakikaya bizi almaya geleceğini söyledi. Tabii o 10 dakika 1 saati geçti. Yeni otobüsle hareket edebildiğimizde saat 8.30’u geçyordu. Selanik’e vardığımızda ise saat 11.30’du! Üstelik otobüs otogara bile girmedi (yabancı plakalı araçlar giremiyormuş). Otogardan yürüyerek 5-6 dakika uzaklıktaki kendi binasının önünde durdu. Küçük bir minibüsle otogara attılar bizi. Sonrasında ise 31 numaralı otobüsle 15 dakikada merkeze indik.

Selanik, ilk önce bana Tiflis’i anımsattı nedense. Modern bir kent olduğu söylenemez, sanki bir 5 yıl geride kalmış gibi. Ama bu, kötü bir anlamda değil, şehir kendi içinde uyumlu ve sırıtmıyor. Onur, Balkanların çoğunu gezdiğinden onların da bu durumda, hem de daha kötü halinde olduğunu anlattı. Balkanları daha gezemedim lakin tipik bir Balkan kentinde olduğumuz aşikardı.
Daha fazlasını oku…

Paris Notları

30/06/2013 2 yorum
  • Paris’te ilk karşılaştığım olay, banliyö trenindeki 1.5 saatlik rötar oldu. Trenin içinde ağaç misali beklemek zorunda kaldık. Makinist açıklama yapsa da Fransızcam olmadığından anlayamıyordum. Ertesi gün, bir Parisli’ye durumu sorduğumda, trenlerin durumunun belirsiz olduğunu, kimi gün grev kimi günse teknik arıza nedeniyle rötar yaptığını anlattı.
  • Paris’e 3 yıl önce de geldiğimden bu sefer daha rahat olacağımı kestirebiliyordum. Çünkü Louvre, Orsay gibi tüm önemli müzeleri zaten gezmiştim. Sadece yürümek ve rahatlamak istiyordum ki amacıma az çok ulaştım.
  • Bu arada geliş sebebim aslında ESI Group’un düzenlediği VA One Users 2013 (VAUC 2013) konferansıydı. 2 gün boyunca süren konferans, ünlü Champ Eleyyse Bulvarı üzerinde Pavillon Ledoyen adlı küçük ama eski bir mekanda düzenlendi. Küçük konferansların ve davetlerin düzenlendiği şık bir mekandı. Öğle yemekleri de burada yenildi.

VAUC Conference 2013 049

Mekanın girişinde konferans katılımcılarının toplu fotoğrafı (soldan 3. kişi de bendeniz)

  • Yediğim öğle yemekleri için tek kelime söyleyecek olsam sadece klas derdim. İlk günkü menüde egzotik meyvelerden oluşan bir kokteyl tabağı (tek beğenmediğimdi), özel soslu ve kızartılmış cipsli tavuk, enfes bir limonlu tart vardı. Yanında beyaz şarap ve su ikram ediliyordu. Son olarak makaron ve küçük meyveli kekle kahve verdiler. İkinci gün ise kavun ve böğürtlenden oluşan karışık bir meyve tabağı, beşamel soslu bir balık (alabalık olabilir) ve krem şantili bir tür tatlı vardı.

VAUC Conference 2013 020

Konferansın başlangıcı (Acaba ben nerdeyim? 😀 )

  • İşin eğlence kısmını bırakırsak konferans az katılımlı ama son derece yüksek seviyeliydi. Airbus, Land Rover, BMW, Alström gibi firmaların NVH müdürleri gelmişti. Yapılan sunumlar ciddi olarak AR-GE’nin aslında ne olduğunu anlatıyordu. Türkiye’de bizim yaptığımız çalışmaların ne kadar kısa vadeli, az gelişmiş ve sıradan olduğunu görebiliyorduk. Türkiye’den tek katılanın bizim şirket olduğunu belirtmeme gerek yok herhalde. Zaten çoğu bizi önemsemedi açıkçası ne Hexagon Studio’yu ne de Karsan’ı duymuşlardı. Lakin bence bu tarz konferanslara katılmak, gelecek açısından önem teşkil ediyor. Daha fazlasını oku…

Bir Ticaret Kavmi Ülkesi: Lübnan – IV

Lübnan’da geçireceğimiz son günde, fazla vakit kaybetmemek adına çok geç olmadan kalkıp kahvaltımızı ettik. Son günümüzü sadece Beyrut’a ayırmaya karar vermiştik. O yüzden arabaya binip ilk olarak, Beyrut’ta görülmesi gereken bir yer olarak okuduğumuz Pigeon Rocks’a gittik.

IMG_2629

Pigeon Rocks önünde ben

Pigeon Rocks, sahildeki iki devasa kaya aslında. Yaklaşık 20 metre yüksekliğinde, denizin aşındırması ile kenarları gitmiş ve sanki iki devasa yumurtaya benzeyen doğal bir güzellik. Açıkçası çok da görülmesi gerekli değil. Sonuçta deniz kıyısındaki iki dev kayadan bahsediyorum. Onun önünde biraz fotoğraf çekildikten sonra sahilde biraz yürüdük. Beyrut sahlini rahatlıkla İzmir Kordon’a benzetebilirsiniz. Yürümesi gayet keyifli. İnsanlar sevgililerini, eşlerini, çocuklarını, arkadaşlarını almış; temposuz ve rahat adımlarla güneşin keyfini çıkarıyorlar. Arada da tempolu şekilde koşan (spor yapan) insanlara denk geliyorsunuz. Alsancak’tan çok, Konak-Göztepe arasına benziyor. (İzmirlilere selamlar!)

IMG_2642

Beyrut’un tek halka açık plajı

IMG_2649

Sahilden manzaralar

IMG_2657

Sahil şeridinde bir manav

IMG_2698

Donwtown civarında sahil şeridi

Ardından arabayla sahilin bittiği yere kadar gittik. Burada devasa bir halka açık plaj var. Kış olduğundan bomboştu ama birkaç ay sonra cıvıl cıvıl olacağını kestirmek hiç zor değil. Arabayla yine merkeze dönerken Hard Rock Cafe’de durduk. İçeri girerken, mağazasına bir göz attık. Beyrut’a dair bir T-shirt istediğimden, gözüme hoş gelen birkaç tanesine baktım. Fazla seçeneğim olmadığından siyah-gri tonlarında, gitarlı ve Beyrut yazılı hoş bir desenliden aldım. 30 dolar olan fiyatı ucuz değildi lakin değerdi bence. Üst katta ise esas mekan vardı. Daha önce hiç Hard Rock Cafe’ye girmediğimden bana enteresan geldi. Her köşede, ünlü bir rock efsanesinin bir eşyası vardı. Artık aklınıza kim gelirse vardı. Ben Engin ile otururken denize nazır bir masaya, Filiz etrafı fotoğrafladı. Bir ara gelip hem internet şifresini, hem de Pearl Jam’e ait bir eşya olup olmadığını soracağını (kendisi çok sıkı bir Pearl Jam hayranıdır) söyleyip gitti. Ardından Filiz’in garsonun karşısında şoka uğradığını gördük ve merak ettik. Ama olay harbi, çok komikti: Filiz şifreyi sorunca kız, “Pearl Jam” demiş, cevap karşısında afallayan Filiz, bir daha sormuş. Kız yine “Pearl Jam” deyince Filiz, ikinci soruya geçememiş. Gerçekten mekanın internet şifresinin ‘Pearl Jam’ olması da oldukça manidar olmuş. 😀

IMG_2674

Hard Rock Cafe girişi

IMG_2684

Elvis, the king

IMG_2696

Beyrut’ta iki dost

Burada Engin’le birer burger yedik. Hem burger hem de yanındaki patatesler çok güzeldi. Ağzımıza kadar doyduk resmen. Beni tanıyanlar yüzümdeki mutluluğu bilirler. 🙂 Çıkışta ise arabanın camındaki ceza bizi biraz korkutsa da ücretin 10 TL olduğunu anlayınca umursamadık. Sonrasında Beyrut Ulusal Müzesi’ne gittik. İki kattan oluşan bu binada, Lübnan’da yaşamış medeniyetlerden heykeller, mozaikler ve çeşitli eşyalar görülüyor. Tabii, önceki yazılarda da belirttiğim üzere, kendilerine ait bir kültürleri olmadığından başka medeniyetlerin izlerini görüyorsunuz. Mesela, 2 ay önce Gaziantep’teki Zeugma Mozaik Müzesi’nde gördüğüm mozaiklerin oldukça benzerleri bu müzede de vardı ama Antep’tekiler daha güzeldi açıkçası. Müzmin bir müzeseveri heyecanlandıracak bir yer değil, ne yazık ki.

IMG_2705

Ulusal müze girişi

IMG_2711

Bir mozole

IMG_2736

Bir mozaik parçası

Müzenin girişindeki odada ise Survival adlı belgeseli izledik. Lübnan İç Savaşı sonrası müze binasının nasıl restore edildiğini ve eserlerin nasıl yeniden sunuşa sunulduğunu anlatıyor. Savaştan sonra duvarları delik deşik olmuş bina, yavaştan yenilenmiş. Bu sırada savaş öncesi, koruyucu kolilere atılmış ve depolarda öylesine bırakılmış eserler teker teker elden geçirilerek tekrardan sunuma hazırlanmış. Savaşın getirdiği yıkımın sadece insanlarda olmadığını göstermesi açısından faydalı bir belgeseldi.

IMG_2768

Eski bir makyaj seti

IMG_2796

Bir maske

IMG_2818

Minyatür bir Venüs heykeli

Çıkışta Beyrut’un ünlü lokantalarından Abd el Wahab’a gittik. Buradaki amacımız karın doyurmaktan ziyade, görmekti. Bu yüzden ortaya birkaç şey söyledik sadece. Etli humus, pastırma, kuş eti (hangi kuştu, hatırlamıyorum) ve salata geldi. Üzerine de bir porsiyon tatlı söyledik (Şunu rahatlıkla söyleyebilirim ki Lübnanlılar tatlıdan anlamıyor!). Tatlı hariç yemekler fena değildi lezzet olarak ama atmosfer ve sunumu olarak çok soğuk buldum açıkçası. Gayet müşteriyi kazıklama üzerine bir mekandı sanki. Zaten mekan içinde (hele o kadar lüksken) nargile içilmesini de oldukça garipsedim. (İstanbul’da Reina’da nargile içildiğini düşünün!) Kesinlikle tavsiye etmeyeceğim bir mekan. Hesap da gayet tuzlu geldi.

IMG_2844

Abd el Wahab’ta yemek yerken

Oradan çıkınca biraz merkezde yürüyelim istedik. Downtown’da arabayı park ederek dolandık biraz. Hava kararmak üzere olduğundan sokaklar hemen hemen boştu. Aralarda ufak barikatlardan geçtik, asker de çok vardı. Meğerse biraz ilerideki meydanda pek de kendini göstermeyen bir binada Lübnan Parlamentosu varmış. Etrafında da birkaç kilise vardı. Gezmesi pek gerekli olmayan bir yer. Ama kadınsanız biraz ilerisinde dünyaca ünlü mağazaların şubeleri dikkatinizi çekebilir. 😀

Fazla oyalanmadan otele döndük. Magnet almak ve ardından yemek yemek için dışarı çıktık. Hamra’yı dolandık biraz. Bulabildiğimiz sınırlı birkaç yerdeki az sayıdaki magnetlerden beğenebildiklerimizi aldık. Bu arada biz dolanırken Engin, Türkçe konuşan bir çocuğa denk geldi. Oldukça varoş giyimli olan çocuk, içinde dua bulunan muska (cevşen) satıyordu. Engin ile konuştuğunda, Suriyeli olduğunu ama iç savaş yüzünden ailesiyle Beyrut’a kaçmak zorunda kaldığını öğrendik. Ablaları Gaziantep’te olduğundan gayet iyi bir Türkçesi vardı. Bizi en çok düşündüren sözü ise, savaş istediği kadar sürerse sürsün, evine elbet geri dönmek istemesiydi çünkü doğduğu ve yetiştiği yer orasıydı. Günümüzde çoğu yerde görerek, okuyarak veya duyarak şahit olduğumuz ‘aidiyet’ üzerine yapılan tartışmalara, bu daha bıyıkları yeni terlemiş çocuk önemli bir katkı yapıyordu bana göre.

Arkasından yemek için, bir İtalyan lokantasına girip pizza yedik. Okuyucu olarak “Beyrut’ta yiyecek bir tek pizza mı kaldı?” diye düşünebilirsiniz. Lakin, daha önce de belirttiğim üzere Lübnan’ın kendine ait bir yemek kültürü yok! Başta Türk ve Fransız olmak üzere çeşitli kültürlerin mutfaklarından oluşan karışık bir yemek alışkanlıkları var. Şunu da söyleyeyim, pizzaları gayet başarılıydı.

Otele döndükten sonra ise fazla oyalanmadan yattık çünkü uçağımız sabah altıdaydı. 3’e gelirken her zamanki gibi uyandım. Aile geleneği olarak yolculuk öncesi, saat ne olursa olsun, tam vaktinde uyanırım yada hiç uyuyamam. Otelden de çıkışımızı fazla vakit kaybetmeden üç buçuk gibi yaptık. Yine yollarda hafiften kaybolarak (tabelalar neden bu kadar yetersiz ki?!?) havaalanına vardık. Arabayı teslim et, check-in yaptır, pasaport kontrolde form doldur filan derken uçuş kapısına varmamız yine bayağı vaktimizi aldı. Ben son olarak bir şişe arak aldım duty free’den, annemlere hediye olarak. Tam uçağa binerken yapılan son asker kontrolünden sonra da koltuklarımıza oturabildik. Birkaç dakika sonra ise Filiz ile Engin uykuya dalmıştı bile. Uçak kalkınca, yeni doğan güneşin o tatlı ışığında Beyrut’a son kez yukarıdan baktım. Gözümü kapamadan önce aklımdan, “Buraya bir daha gelebilecek miyim acaba?” diye geçiyordu. Daha düşüncem bitmeden uyuyakalmışım.

Böylece Lübnan seyahatim sonlanmış oldu. Gayr-ı ihtiyari önyargılı bir yaklaşımla tedirgin olarak adımımı attığım Lübnan’ı fazlasıyla beğenerek döndüm. Geldiğimden beri, bir sürü kişi direkt “Memnun kaldın mı?” sorusunu yöneltiyorlar. Hiç kuşkum olmadan, “Hem de beklemediğim kadar!” yanıtını veriyorum. Yemek ve trafikte kaybolma gibi konuları anlayışla karşılarsanız çok keyif alabileceğiniz bir tatil rotası bence. Üstelik bahar ve yaz aylarında deniz olayı da işin içine girecek. Orta Doğu’nun duyduğum kadarıyla en çılgın gece kulüpleri de bu şehirde. Biraz keseyi açarsanız sınırsız eğlenebilirsiniz. Tabii, bizim gibi, sadece kültürel bir gezi de yapabilirsiniz ve hiç sıkılmazsınız.

Toparlarsak, her mevsim ve her türde tatil için tercih edilebilecek bir seçenek Lübnan. Bana her şey dahil (pasaport hariç, zaten vardı benim) 1000 TL bile tutmadığını yazayım. Benimle bu güzel seyahatte beraber olan canım dostlarım Engin ve Filiz’e de teşekkürler. Bir dahaki gezi yazımda buluşmak üzere.

Fotoğraflar: Filiz DÜMBEK ve Engin ŞİMŞEK

Bir Ticaret Kavmi Ülkesi: Lübnan – II

17/02/2013 2 yorum

Beyrut’tan denizi takip ederek kuzeye doğru 34 km gittiğinizde Byblos sizi karşılıyor. Kasabanın yeni adı Jabil olsa da, her yerde tarihi adı olan Byblos biliniyor. Burası 10000 yıllık tarihi bir kent. Tarihi kalıntılar müze haline getirilmiş gayet geniş bir alanda bulunuyor. Bu kalıntıların çevresi ise turistik bir merkez. Çok şirin bir limanı, cafeleri, restaurantları, Arnavut kaldırımlı sokaklı çarşısı bulunuyor. Biz de arabamızı kentin girişine park ederek arşınlamaya başlıyoruz kaldırımları. Turistik dükkanları biraz geçince karşımıza müze geliyor.

Byblos-4

Byblos’un güney tarafı, kocaman bir plaj var

Byblos-1

Byblos Çarşısı

Müze, eski Byblos kentinin tamamını kapsıyor. Oldukça geniş bir kent. Rahatlıkla gördüğüm en büyük antik kent olduğunu iddia edebilirim. Her yerde çeşitli kalıntılar var. Finikeliler bu kenti, Beyrut’tan da önce ana ticaret limanı olarak kullanıyormuş. Mısır ile yoğun ilişkisi varmış. Tabii başta Anadolu olmak üzere diğer Akdeniz limanları da bu trafikte vardır. Dolayısıyla geleni gideni bol, zengin ve kültür düzeyi yüksek bir antik kent. İlk alfabelerden olduğu söylenen Finike Alfabesi de buradan çıkma. Hal böyle olunca kent de büyümüş, her ne kadar şu an sadece ana kale ayaktaysa da, diğer kalıntıları görmek mümkün. Tabii kent, yüzyıllar boyunca kullanılmış. Hatta kaleyi en son Osmanlı, garnizon olarak kullanmış. Şu anda bile arkeolojik alan çevresinde yoğun biçimde yerleşim mevcut. Daha fazlasını oku…

Bir Ticaret Kavmi Ülkesi: Lübnan – I

13/02/2013 1 yorum

Yılbaşı gecesi Filiz ile Engin, Beyrut’a gideceklerini söylediklerinde çok düşünmedim üzerinde. Hemen yıllık iznimi ayarlayıp biletimi aldım. Beyrut ve dolayısıyla Lübnan, pek tercih edilmeyen bir tatil rotası. Sebepleri çeşitli tabii ama 20 yıl önce iç savaşı bitirebilmesi ve çevresinde hala savaş(lar) olması ana etken. Kuzey ve doğu komşusu Suriye’de 2 yıldır savaş var! Zaten güney komşusu Filistin’de 60 yıldır çatışma devam ediyor. Hal böyleyken insan korkuyor. Biraz haklı biraz da haksız bence. Çünkü orası da dünyanın bir köşesi ve görülmeyi bekliyor. Üstelik harika bir iklimde, verimli ve tarihi topraklar üzerinde. ‘Doğunun Paris’i demeleri, inanın, boşuna değil. Yazı(lar) boyunca detaylara da girerek size Lübnan’ı, kültürüyle, tarihiyle, insanlarıyla açıklamaya çalışacağım.

9 Şubat Cumartesi akşamı uçağımıza binerken, ne kadar istekli de olsak açıkçası biz de pek ne ile karşılaşacağımızı bilmiyorduk. Aldığımız duyumların kimi iyi kimisi de kötüydü. Mesela otelimizi ayarlamıştık lakin çok büyük şüphelerim vardı. 10’u biraz geçe uçağın tekerlekleri yere değince bir alkış koptu. Evet, biz artık Orta Doğu’dayız. İnsanların, hala pilotu kutladıkları bir kültür burası. Bunu negatif anlamda belirtmiyorum, insanların sıcakkanlılıklarının bir göstergesi bu. Bunun diğer emarelerini de gezi boyunca gördük zaten.

Daha havadayken, hostesimiz bize birer form verdi. Meğerse her yabancı ülke vatandaşı, ülkeye girerken bu formu doldurması gerekiyormuş. Pasaport bilgilerini ve kalacağınız yeri sorgulayan bir form. Havada doldurunca, pasaport kontrolünde beklemedik ve hemen ülkeye giriş yaptık. Bu arada Lübnan, Türkiye’den vize istemiyor ve saat dilimi de aynı. Çıkarken hemen arabamızı kiraladık. Bej bir Kia Picanto. Yarı otomatik, benzinli bir şehir arabası ama sağ olsun şehirler arasında da bize sorun çıkarmadı. 4 günlük kiralamayı 180 dolar vererek hallettik. Bu arada, 2-4 kişiseyniz araba kiralamak gayet mantıklı. Çünkü hem gidilecek yer bol, hem de taksilerle uğraşmak yorucu ve pahalı olabilir. Duyduğumuza göre, tamamen pazarlık usülü işliyormuş ve kazıklama tarifesi hep iş başındaymış.

Kia Picanto

Arabamız (Şoför mahallinde Engin, yanında ben)

Daha fazlasını oku…

Gaziantep İzlenimleri – III

04/02/2013 1 yorum

Pazar sabahı biraz daha sıcak bir Gaziantep bulduk karşımızda. Kaldırımlardaki karlar/buzlar neredeyse tamamen erimişti. İki stresli adam olarak önce, akşam kaybolmamak adına Havaş’ın yerini bulmak istedik. Çünkü havaalanına tek toplu taşıma kendileri, kaçırdın mı bitti! 😀 (ya da taksiye bayılacaksın) Emniyet Müdürlüğü’nün arkasındaki bir sokakta Havaş’ı bulunca içimiz rahatladı. (Antep tipik bir Anadolu şehri olarak, tüm devlet daireleri yan yana!) Ondan sonra kahvaltıya hazırdık. Bir önceki günün tavsiyesi üzerine Aşina’ya gittik. Birer yuvalama ısmarladık ve afiyetle içtik. Gerçekten çok güzel bir çorba, hafif ekşili. Anneannem bazen yapar zaten de bu suyundan mıdır nedir, farklıydı. 😀 Ardından dayanamayıp bir porsiyon baklava istedim. Gayet güzeldi o da, İmam Çağdaş’tan bir tık altta olsa da.

2013-01-13 11.17.16

Aşina’daki yuvarlama

Yedik içtik, müze vaktidir artık. Bayazhan’ın üst katında bulunan Kent Müzesi’ne gittik. Giriş 1 TL, onu da sesli kılavuz için alıyorlar. Gaziantep hakkında ne varsa bulabileceğiniz bir yer. Tarihinden, Kurtuluş Savaşı savunmasına, baklavasından el sanatlarına, sosyal hayatından sanayisine. Gayet güzel hazırlamışlar, takdir ettim. Oradan çıkınca da Bakırcılar Çarşısı’nı şöyle bir dolaştık. Gerçi pazar olduğundan çoğu dükkan kapalıydı ama olsun. Zaten turizme yönelik yapılmış, bakırcıların yan yana ve karşılıklı dizildiği bir sokak. Otantikliğinden gayrı pek özelliği pek yok. Daha fazlasını oku…

Gaziantep İzlenimleri – II

Bir öncek yazı, Zeugma Müzesi’nde noktalanmıştı. Çıkınca şehir merkezine doğru geri yürüdük. Merkeze ulaşmadan stadın hemen yanında konuşlanan ve dışarıdan alâlâde gibi bir yer gözükmesine rağmen aslında gayet ünlü olan Ciğerci Mustafa’ya girdik. Adı üzerinde ciğerci olan bir mekanda ciğer ısmarladık. Biz demeden bol karışık salatamız geldi. O kadar acıkmışız ki salataya daldık direkt. Ardından kalın pide üzerinde iri iri doğranmış ciğerler geldi. Gerçekten çok iyi bir etten yapılmış ve gerek görünümü gerekse tadıyla sizi doyuran bir ciğer bu. Ama esas şoku hesabı öderken yaşıyorsunuz. Sadece 7.5 TL tutuyor bu güzel tat, içecek dahil! Çıkışta hesap hakkında bayağı geyik çeviriyoruz Ozan ile!

Oradan Ozan ile “İlk baklavamızı yesek mi?” diyoruz ama ben önce yol üzerindeki kaleye bakalım diyorum. Sonuçta devlet dairesidir, erken kapanır malumunuz. Kaleye girmek için niyetlenirken güleç yüzlü güvenlik görevlisi karşımıza çıkıp kalenin kapalı olduğunu belirtiyor. Meğerse 3 hafta önce bir gece, kalenin girişindeki köprü çökmüş. Bu yüzden de kale belirsiz bir süreliğine kapalıymış, köprünün tamirinin de ne zaman yapılacağı belirsizmiş. Görevliyle Antep yemekleri hakkında biraz daha konuştuktan sonra, artık vazgeçilmez olanı gerçekleştirmek üzere baklava yemeye gidiyoruz. Hedef İmam Çağdaş.

2013-01-12 15.58.30
Daha fazlasını oku…

Gaziantep İzlenimleri – I

17/01/2013 2 yorum

Anadolu’yu gezme maceram Güneydoğu’nun batıya açılan kapısı Gaziantep’le devam ediyor. Gayet soğuk bir haftanın İstanbul’da daha ılıman bir havaya meylettiği 11 Ocak Cuma akşamı Antep uçağına bindik. Gayet hızlı yağan yağmur uçağı pek etkilemedi şansımıza. Yaklaşık 1.5 saat sonra ise karlı bir havada Gaziantep Havaalanı’na indik. Hava gayet soğuktu, hatta uçaktan çıkarken hostesler “Merdivenler buzlu olabilir, dikkatli olun!” uyarısı yaptı.

Diğer Anadolu havaalanlarından alışkın oluğum üzere, gayet kompakt bir havaalanına girdik. Uçaktan inip Havaş’a binmemiz 4 dakikayı bulmamıştır. Tabii haftasonu gezileri için bavul kullanmamam bagaj bekleme süremi sıfırlıyor. Kompakt ve aktif geziler için büyük bir sırt çantasıyla yetinmenin, zaman dahil sürüyle avantajı oluyor. Tavsiye ederim!  😀

9 TL tutan Gaziantep merkeze uzanan Havaş yolculuğu, gece ve kar yağışlı olması sebebiyle sakin geçiyor. Ozan’la sohbet ederken bir yandan da çevreye göz atıyorum. Yerlerde oluşan 2-3 cm’lik kar tabakası altında Gaziantep, ilk bakışta karasal iklimin tüm özelliklerini taşıyan bir kent havası veriyor. 40 dakika içinde şoförün “Öğretmenler Evi!” uyarısıyla indiğimizde birkaç dakika salak salak etrafa bakıyoruz. Hemen bir taksi şoförü atlıyor: “Abi nereyi arıyorsunuz?” Cevabı alınca “Abi arkanızda!” deyip kafasını çeviriyor. Gerçekten de biraz ötedeki binadaki kocaman “ÖĞRETMEN EVİ” yazısı bizi biraz mahçup ediyor. Yeni yağmış ve devam etmekte olan karın etkisiyle gayet kayganlaşan merdiveni oldukça yavaş inip buradaki istirahathanemize  giriyoruz. Hemencecik odamıza çantaları atıp geri çıkıyoruz. Resepsiyondaki görevlinin tavsiyesiyle Bayazhan tarafına yürüyoruz. Daha fazlasını oku…

Avrupa Notları 4 – Brugge

05/10/2012 1 yorum

Öğleden sonra Amsterdam ana garından bindiğim trenle önce Antwerp’e gittim. Orada da aktarma yaparak Brugge’a vardım. Brugge, nicedir gitmek istediğim, ününü duyduğum bir kasabaydı. Belçika’nın en kuzeyinde kalan bir şehir, sanki Ortaçağ’dan beri sanki hiç değişmemiş gibi.

Garda inince, önce yürüyerek otelime gittim, Hotel de Flores’e. 3 yıldızlı, havuzlu, şirin bir oteldi. Oldukça memnun kaldığımı söylemeliyim. Bu arada şehir küçük olduğundan hiç şehir içi ulaşımla uğraşmadım, her yere tabanvay gittim.

İlk gün otele varmam, akşam 7’yi bulduğundan bir şey yapmamaya karar verdim. Havuza girip biraz rahatladıktan sonra giyinip merkeze yürüdüm. Şirin bir cafede etrafı seyrederek akşam yemeğimi yedim. Ev yapımı çorba, biftek, salata ve tatlıdan oluşan doyurucu menü 19 euro’ydu. Ben cafeden kalkarken saat 10 buçuğa geliyordu ama hava daha kararmamıştı. Sakince otelime dönüp duşumu alıp yattım.

Sabah kalkınca direkt kahvaltıya indim. Otelin açık büfesi gayet güzeldi. Sonrasında dışarı çıktım. Önce turist bürosuna uğrayıp harita edindim ve o gece etkinlik olup olmadığını sordum. Ne yazık ki Dutch bir tiyatro hariç sakinmiş.  Böylece gezmeye başladım.

İlk durak, Brugge’un ünlü kilisesinin de olduğu meydandı. Bir sürü turist, faytonlar ve barların karşısında tüm gotikliğiyle upuzun göğe yükselen katedral göz alıyordu. Burada biraz oturup etrafı seyre daldıktan sonra Çikolata Müzesi’ne doğru harekete geçtim.

Çikolata Müzesi, eski bir Brugge binasında açılmış. Grirşi 7 euro.  Çikolatanı tarihini, kökenini, toplanmasında yapılışına tüm aşamaları ayrıntılı bir biçimde görüyorsunuz. Ardından Belçika’daki çikolata tarihine bir göz atıyorsunuz. En sonunda da canlı olarak bir aşçı çikolata yapılışını gösteriyor. Bolca çikolata yiyebiliyorsunuz tabii. 🙂

Ardından sokaklarda turlarken gözüme turistik tekne gezisi çarptı. Hemen yerimi alarak, bir de kanallarda tekneyle yol alarak Brugge’u gördüm. İlginç bir ayrıntı, Türkiye Fahri Konsolosluğu olmasıydı burada ve tabelasının kanala doğru bakmasıydı!

Öğlen yemeği olarak yediğim sıcak sandviç ve kekin ardından sokaklarda yavaşça dolaştım. Brugge’un en güzel tarafı da sokaklarda dolaşmanın verdiği güzel tat, Tamamen eski bir kentte. neredeyse araba görmeden, aheste aheste dolanabiliyorsunuz. Etrafta bir sürü turistik dükkan. Kimi giysi, kimi eşya, kimisi nakış işi satıyor. Güzelim köprüler üzerinden kanalları seyrederek geçiyorsunuz. Yorulursanız her yerde banklar var. Böylece birkaç saat dolaşarak bitirdim Brugge’u. Arada Brugge Şehir Müzesi’ne girdim ama İngilizce hiçbir açıklama olmadığından mal gibi bakarak hızlıca bitirdim.

Sonra tam parkta yürürken yağmur başladı. Hızlıca şehir meydanına yürüdüm. Akşam için bir market aramaya başladım. Biraz ekonomi yapmak gerek, değil mi? Sandviç, meyve, bisküvi ve çikolata alarak çıktım. 10 €’luk bu alışveriş beni 2 öğün doyurdu. Bu arada herkes İngilizce biliyor, alışverişten ve konuşmaktan sakın çekinmeyin.

Biraz sağanak altında otele döndüm. Havuza girip biraz rahatladıktan sonra odamda yemek yeyip biraz TV baktım. İlginçtir, filmleri orijinal dilinde veriyorlar, hatta dizileri de. Önce Big Bang Theory izledim, sonra Just My Luck diye vasat bir komedi izledim. Uyumuşum sonra.

Sabah yine açık büfe kahvaltı sonra odama çıktım. Çantamı topladım ve lobiye bırakarak dışarı çıktım. Brugge’un bir  köşesinde bir bankta kitap okudum ve uzunca düşündüm. Zihnen çok yorucu günlerdi çünkü, tam eski kız arkadaşımdan ayrılma öncesiydeydim ve telefonlar hiç hoş geçmiyordu. Salak salak yürüdüğümü hatırlıyorum kimi zaman.

Öğleni geçince otelden çantanı alarak gara yürüdüm. Leuven trenine atlayıp bu güzel Avrupa şehrine veda ettim.

Kategoriler:gezi yazısı Etiketler:,