Arşiv
Son Zamanlarda İzlediklerim
Çok uzun zamandır yazamadığımın farkındayım. Bu sürede hayatımda bazı ciddi değişikler oldu ki bunları yakında yazacağım inşallah. Şimdilik filmlere geri dönüyoruz.
Inception
Inception, kim ne derse desin, aksiyon sinemasının 2010 yılında geldiği son noktadır. Bundan ötesi şu ana kadar yapılmamıştır. İleride üstüne çıkılacaktır elbet (hatta 3. boyutun tam anlamıyla kullanılması bile yeter) ama an itibariyle zirve budur.
Bunu salt aksiyon sahneleri anlamıyla söylemiyorum, olayın ondan çok daha öte olduğu artık aşikar. Bugün Luc Besson bile 20-30 milyon dolarla ağzı açık bırakan aksiyon sahneleri çekebiliyor. Hal böyleyken en alalade Hollywood aksiyonunda sizi heyecanlandır Daha fazlasını oku…
İstanbul Film Festivali’nden 6 Film
Oscarlıklar 2010 – 5
The Boys are Back
10 yıl önce filan Shine’ı seyrettiğimden beri Scott Hicks’i takip ederim. Çok iyi bir yönetmen değildir, filmleri öyle aman aman izlenmez. Lakin ben severim, ilginç fikirleri perdeye yansıtır.
The Boys are Back de son filmi. Ana fikir güzel. Karısı aniden ölen adam, 8 yaşındaki oğluna göz kulak olmaya çalışıyor. Derken eski eşinden olan oğlu da gelince işler iyice zıvanadan çıkıyor. Harika bir dram konusu. Bundan 30 yıl önce Dustin Hoffman Kramer vs Kramer’da harikalar yaratmıştı benzer bir konuyla. Zaten daha filmin 10. dakikasında benzerlikler başlıyor.
Clive Owen baba rolünde gayet iyi ama çok da gayret göstermediği belli. Çocuklar bence daha iyi, bilhassa büyük oğul rolünde George MacKay filmin en iyisi. Hicks ise gidip gelen bir tempo yakalamış ki filme bariz zarar veriyor. Daha iyi bir senaryo ve rejiyle çok iyi bir dram izleyebilirdik. Ama yine de duygu sömürüsüne girmeden marazını anlatabiliyor.
Oyuncular: Clive Owen, Nicholas McAnulty, George MacKay, Laura Fraser, Emma Booth, Emma Lung, Natasha Little – Görüntü Yönetmeni: Greig Fraser – Müzik: Hal Lindes – Senaryo: Allan Cubitt (Simon Carr’ın ‘The Boys Are Back in Town’ adlı romanından) – Yönetmen: Scott Hicks – ***
The Young Victoria
Kim ne derse desin kostümlü dramaları seviyorum. Şu İngiltere’nin şaşaalı şatolarında geçen entrikalar ve aşklar hoşuma gidiyor. Hele hafif de olsa tarihi dayanağı varsa zevkle de izlerim. Balıma, İngiltere Sineması her yıl 1 tane çıkarıyor, seri imalat gibi. Geçen yıl The Duchess vardı, çok başarılı olmasa da bir düzeyi tutturuyordu.
Bu yıl da Kraliçe Victoria’nın gençliğini, kraliçe oluşunu ve ilk hükümdarlık yıllarını izliyoruz. Ben çok rahat izledim ve sevdim. Artı bir değeri yok yine ama belli bir düzeyde, hiç sırıtmadan film nihayete eriyor. Üstelik başrolde Emily Blunt var. Güzel ve başarılı bir aktris kendisi, sıklıkla izlemeye gayret ediyorum.
Film; kostüm, sanat yönetmeni ve makyajda Oscar’ın favori adayı. Ayrıca yönetmeni de en son absürd Kanada filmi C.R.AZ.Y’i çekmişti.
Oyuncular: Emily Blunt, Rupert Friend, Paul Bettany, Miranda Richardson, Jim Broadbent, Thomas Kretschmann, Mark Strong, Jesper Christensen, Harriet Walter – Görüntü Yönetmeni: Hagen Bogdanski – Müzik: Ilan Eshkeri – Senaryo: Julian Fellowes – Yönetmen: Jean-Marc Vallée – ***
Oscarlıklar 2010 – 4
Uzun süre bloga yazamadığımın farkındayım. Ama son 1 ay oldukça doludizgin geçti. Film bile seyredemediğim ardışık günler oldu. Hal böyleyken oturup rahatça yazı yazamadım. Kaldığımız yerden, Oscar dizisiyle devam ediyoruz.
The Private Lives of Pippa Lee
Bu film, Oscar yarışında değil lakin arada kaynasın. Rebecca Miller, ünlü yazar Arthur Miller’ın kızı ve aynı zamanda günümüzün en usta aktörlerinden Daniel Day Lewis’in karısı. Profesyonel olarak da yazar, senarist ve yönetmen. İlk filmi, The Ballad of Rose and Jack arşivimde nicedir izlenmeyi bekliyor, elbet günü gelecek. Lakin biz son filmine bakacağız.
The Private Lives of Pippa Lee, bir feminist filmi. Gerçi etiket yapıştırmayı sevmem ama nerden bakarsanız bakın, öyle. Tipik bir ev kadınının geçmişiyle beraber günümüzdeki şaşırtıcı durumlarını aktarıyor. Bu durumlar, görünenin arkasında saklı dışavurum reaksiyonları. Film, bunları geçmişte yaşadıklarıyla özleştirerek anlatıyor. Çeşitli okumalar yapılabilir lakin biraz zorlamanız gerek. Ben düz izledim, sıkmadı ama ötesine de geçmedi. Bazı mantık hataları bana göre filmi zedeliyor ama bunları hata olarak nitelemek istemeyebilirsiniz de. Kısacası muğlak bir anlatıma sahip. Enfes oyuncu kadrosuyla nesnelleşmeye çalışıyor ama kafi değil.
Oyuncular: Robin Wright Penn, Alan Arkin, Mario Bello, Mike Binder, Winona Ryder, Keanu Reeves, Blake Lively, Julianne Moore, Robin Weigert – Görüntü Yönetmeni: Declan Quinn – Müzik: Michael Rohatyn – Senaryo: Rebecca Miller (kendi romanından) – Yönetmen: Rebecca Miller – ***
New York, I Love You
Ben Paris, I Love You’yu çok sevmiştim. Ama bu konseptin 2. ürünü olan New York ayağı ilkinin yanından bile geçemiyor, gerek duygusal gerek teknik anlamda. İlk filmden aklımda kalan rahat 5-6 bölüm var. Bu filmde ise sadece 1! O da Brett Ratner’ın lise balosuna mecburen tekerlekli sandalyede bir kızla giden şaşkın bir oğlanı anlattığı bölüm. Diğerleri unutulmaya mahkum, sıradan kısa filmler. Fatih Akın ile Uğur Yücel’in işbirliği ise rezalet bence.
Oyuncular: Bradley Cooper, Natalie Portman, Shia LaBeouf, Robin Wright Penn, Ethan Hawke, Orlando Bloom, Blake Lively, Hayden Christensen, Christina Ricci, Justin Bartha, Rachel Bilson, Anton Yelchin, John Hurt, Maggie Q, Chris Cooper, James Caan, Julie Christie, Andy Garcia, Eli Wallach, Cloris Leachman, Eva Amurri, Olivia Thirlby, Jacinda Barrett, Qi Shu, Burt Young, Irrfan Khan, Taylor Geare, Uğur Yücel – Görüntü Yönetmeni: Benoit Debie, Pawel Edelman, Michael McDonough, Declan Quinn, Mauricio Rubinstein – Müzik: Tonino Baliardo, Nicholas Britell, Paul Cantelon, Mychael Danna, İlhan Erşahin, Jack Livesey, Shoji Mitsui, Mark Mothersbaugh, Peter Nashel, Atticus Ross, Leopold Ross, Claudia Sarne, Marcelo Zarvos – Senaryo: Emmanuel Benbihy, Tristan Carne, Hall Powell, Israel Horovitz, James C Strouse, Shunji Iwai, Hu Hong, Yao Meng, Joshua Marston, Alexandra Cassavetes, Stephen Winter, Jeff Nathanson, Anthony Minghella, Natalie Portman, Fatih Akın, Yvan Attal, Olivier Lécot, Suketu Mehta – Yönetmen: Fatih Akın, Yvan Attal, Allen Hughes, Shunji Iwai, Wan Jiang, Joshua Marston, Mira Nair, Brett Ratner, Randall Balsmeyer, Natalie Portman, Shekhar Kapur – **
The Princess and the Frog
Animasyonları severim ama zeki olanları, beni hem şaşırtıp hem de eğlendirebilenleri. Böyle animasyonlar da azdır maalesef. The Princess and the Frog bunlardan biri.
Ama film esas klasını geçmişe nur yağdırarak yapıyor. Şöyle ki Disney’in ne zamandır (hatta herhangi bir stüdyonun) çekmediği 2 boyutlu animasyon tekniğini ve ruhunu geri getiriyor. Siz de geçmişin o enfes animasyonlarını (başyapıtım The Lady and the Tramp’tır) anarak izliyorsunuz. Buna rağmen günümüzün anlatım teknikleri de ustaca yedirilmiş filme. Ben acayip keyif aldım, size de tavsiye ederim.
Seslendirenler: Anika Noni Rose, Bruno Campos, Keith David, Michael-Leon Wooley, Jennifer Cody, Jim Cummings, Peter Bartlett, Jenifer Lewis, Oprah Winfrey, Tereence Howard, John Goodman – Müzik: Randy Newman – Senaryo: Ron Clements, John Musker, Rob Edwards, Greg Erb, Jason Oremland, Chris Ure, Jared Stern, Dean Wellins, Will Csakos, Ralph Eggleston (Ed Baker’ın ‘The Frog Princess’ öyküsünden) – Yönetmen: Ron Clements, John Musker – ****
Everybody’s Fine
Bin filme komedi diye başladım. Birkaç sahne hariç hiç gülmeden (onlar da kıkırdama) filmi tamamladım. Ama film başarılı bir dram. Bir babanın çocuklarını anlama çabasını anlatıyor, elinden geldiğince sadelikle. Kadrosu 10 numara. Bir pazar akşamı izleyecek kaliteli bir film ararsanız, seçeneğiz bu olabilir.
Oyuncular: Robert De Niro, Kate Backinsale, Sam Rockwell, Drew Barrymore, Lucian Maisel, Damian Young, James Frain, Melissa Leo – Görüntü Yönetmeni: Henry Brahan – Müzik: Dario Marianelli – Senaryo: Kirk Jones (Massimo De Rita, Tonino Guerra ve Giuseppe Tornetore’nin senaryosundan) – Yönetmen: Kirk Jones – ***1/2
The Book of Eli
Arka Pencere’deki (harika bir e-dergi, mutlaka ziyaret edin) eleştirisinde nicedir kıyamet sonrasını anlatan eli yüzü düzgün bir film olmadığından yakınılmış. Ne kadar isabetli bir saptama. Aynı yazı, bilhassa kıyameti adım adım beklediğimiz şu günler de böyle bir filmin yapılmamasını da sorguluyor.
Gerçekten de benim gibi kıyameti düşünen kişi sayısının hızla arttığı şu yıllarda kıyamet filmi çekilmemesini manidar buluyorum. Acaba insanlar cennette mi yaşadıklarını farz ediyorlar? Tabii bu konu uzar gider lakin biz filme dönelim.
The Book of Eli başarılı bir kıyamet sonrası filmi ama bunun ötesine de geçmiyor, zaten niyeti de yok. İnsan sayısının azaldığı, dünyanın neredeyse tamamen kuraklaştığı bir dünyada elindeki son İncil’i insanlığa sunmak isteyen bir adamın tehlikeli yolculuğu anlatılıyor. İsa metaforu, Mad Max anlayışı ve insan yozlaşmışlığı felsefesinin aksiyonla birleşimini izliyoruz. Başarılı, ne zamandır bu türde bir film izlenmediğinizden aç da kaldığınızı hissettirecek kadar keyifli de. Türün meraklılarına kesinlikle önerilir.
Oyuncular: Danzel Washington, Gary Oldman, Mila Kunis, Ray Stevenson, Jennifer Beals, Evan Jones, Joe Pingue, Frances de la Tour, Michael Gambon, Tom Waits – Görüntü Yönetmeni: Don Burgess – Müzik: Atticus Ross, Lepold Ross, Claudia Sarne – Senaryo: Gary Whitta – Yönetmen: Albert Hughes, Allen Hughes – ***
Un Prophete
Bu yıl Oscar yarışında öne çıkan 2 yabancı film var: İlki Haneke’nin Das Waisse Band’ı. Geçtiğimiz kasımda filmi izlemiş, 2009’un en iyi filmi demiştim ki bence hala öyle. İkincisi Fransız Anneud’un Un Prophete’i. Bu da harika bir film.
Film, basit bir suçlu olarak hapse giren Malik’in 6 yıl içinde, istemese de karşısına çıkan çeşitli durumları lehine çevirerek bir suç dehası haline gelmesini anlatıyor. 2.5 saati aşan süresine rağmen 1 saniye bile sarkmıyor ve asla sıkmıyor. Çünkü akıcı kurgusuyla her dakikasını oldukça verimli kullanıyor. Üstelik bunu yaparken ne karakter gelişiminden ne senaryo dinamiklerinden ne de oyuncularına imkan tanımaktan feragat ediyor. Kısacası önümüzde harika bir senaryo var. Klişe bir cümle ama bir örümcek ince ince örmüş sanki. Öylesi!
Üstüne Anneud çok iyi bir yönetim sergiliyor. Hapishane soluyoruz resmen. Ama daha da önemlisi oyuncu yönetimi harika. Tahar Rahim’den aldığı performans sinema tarihine geçecek kadar harika.
Karşımızda bir başyapıt olduğu kesin. Hapishane alt türünün 1 numarası olacak kadar. Bu filmden sonra The Shawshank Redemption çok temiz gözükecek.
Oyuncular: Tahar Rahim, Niels Arestrup, Adel Bencherif, Hichem Yacoubi, Reda Kateb, Jean-Philippe Ricci, Gilles Cohen, Pierre Leccia, Foued Nassah – Görüntü Yönetmeni: Stéphane Fontaine – Müzik: Alexandre Desplat – Senaryo: Thomas Bidegain, Jacques Audiard, Abdel Raouf Dafri, Nicolas Peufaillit – Yönetmen: Jacques Audiard – ****1/2
Oscarlıklar 2010 – 3
A Serious Man
Coen Biraderler favori yönetmenlerimden bir çifttir. Çok zeki filmler yaparlar. Çok da gerçekçi. Ama bu gerçekçiliği öyle bir mizahla sunarlar ki kendinizi fantastik bir dünyada sanırsınız. The Big Lebowski, Raising Arizona ve Fargo’ya bu yüzden aşığımdır. Şimdi bunlara bir yenisi eklendi.
A Serious Man gerçek manada çok gerçekçi bir film. O kadar gerçekçi ki sinirleriniz bozuluyor. Sanırım gündelik kasaba hayatını Coenler kadar iyi yansıtan bir yönetmen çifti yok yada benim aklıma gelmiyor.
Film, 19. yüzyıl Polonya’sından bir meselle başlıyor. Bu oldukça absürd mesel, filmin tonunu da gayet iyi yansıtıyor. Sonrasında 60’lara geçiyoruz. Larry Gopnik (başka bir akıllara seza Coen adı), bir Yahudi kasabasında yaşayan orta halli bir matematik profesörüdür. Larry ilk sahnede muayene olmaktadır. Kendini kötü hissetse de doktor bir şey bulamaz. Eve gider. Çocukları kavga etmektedir. Yemek yerler. Ertesinde çalışırken karısı boşanmak istediğini, Larry’nin en yakın arkadaşıyla evleneceğini ve bunun için hahamdan özel izin almasını söyler (fikrini bile sormaz)! Sabah işe gider. Koreli bir öğrencisi Larry’den onu bırakmamasını ister, dahası rüşvet teklif eder, ötesi rüşveti kabul etmezse şantaj yapacağını ima eder. Bunun gibi kimi olaylar daha Larry’nin başına gelmeye devam eder. Larry ise oldukça sessiz ve sakindir. Sinirlense de öyle pasiftir ki öfkesini yansıtamaz bile.
Daha fazlasını oku…
Oscarlıklar 2010 – 2
Filmler hızla elime düşmeye devam ediyor. Sıcak sıcak servis ediyoruz.
Bu arada aday listelerinde yer alan ve benim daha önce yazmış olduğum filmler var. Bunların yazılarını arşivden bulabilirsiniz: Avatar, Julie & Julia, Das Weisse Band, Los Abrozos Rotos, The Hangover, The Hurt Locker, (500) Days of Summer, The Informant!, The Proposal, Duplicity, Inglorious Basterds, Up ve District 9.
Daha fazlasını oku…
Avatar
Avatar, doğu kültüründe Tanrı’nın veya Tanrıların yeryüzündeki silueti manasına geliyor. İnternet kültüründe de, bu kaynağa dayanarak, kişinin sanal ortamdaki resmine deniyor ki bu kişinin gerçek resmi olmak zorunda da değil.
İnsanoğlu aslında bu terime daha fazla aşina olması lazımdı. Çünkü yaşadığımız dünyada herkes kendini, kendi değil de avatarı zannediyor. Şöyle ki kişiler kendi kafalarında olmak istedikleri bedenler yaratıp (avatar) gerçek dünyada onları kullanıyorlar yada kullanmaya çabalıyorlar.
Mesela şu anda bizi yönetenler kendilerini padişah/sadrazam/vezir/vb. zannediyorlar. ABD süper güç olduğunu farz ediyor. Bu gibi sayısız örnek verilebilir. Lakin bu o kadar kanıksanmış ki her insan kendi avatarını yaratmış artık. Çirkin bir kız, bilumum makyaj ve tavırla kendine güzel bir kız havası verebiliyor. Fiziksel etkileri de geçelim, çok tembel biri çok çalışkan olduğunu farz edip ona göre bir persona oluşturabiliyor ve daha da ilginci bu avatarını bir şekilde diğer insanlara kabul ettirebilirse ömür boyu bu şekilde geçinebiliyor.
Daha fazlasını oku…
Das Weisse Band
Üniversitedeki tarih hocam Eminalp Malkoç, iki dünya savaşı arasında Avrupa’daki politik durumu anlatırken Almanya’yı haylaz bir çocuğa benzetmişti. Daha doğrusu, İngiltere ve Fransa’nın Almanya’yı haylaz bir çocuk gibi gördüklerini söylemişti. Ailenin haylaz çocuğu bazen dozu kaçırabilirdi ama her zaman ailenin içinde kalmaya devam edilecekti. Aile cezasını kendi verecekti lakin aile dışında bir farklılık olmayacaktı.
Bu dersten yaklaşık 5 yıl sonra Haneke’nin yeni filmi de aynı sözleri söylemeye başlayınca bir an irkildim. Aklım o ders ile film arasında gidip gelmeye başladı. İşte bu sebeple ki film beni çok etkiledi.
1. Dünya Savaşı’nın arifesinde feodaliteyle yönetilmeye devam eden bir Alman köyü. Herkes huzurlu ve halinde memnun. Herkes görevini kabullenmiş, ses etmeden uygulama çabasında. Ama her sessizlikten sonra bir fırtına gelir. Daha doğrusu bir anda gelmez ama belirtileri görülse bile kâle alınmaz.
İşte bu küçük köyde önceleri pek de kimselerin umursamadığı küçük ama hepsi dikkatlice düşünülmüş suç olayları meydana gelmeye başlıyor. Bir atın ince, gergin bir iple düşürülüp sahibinin sakatlanması misali. Giderek artan bu olaylar köyde huzuru bozmaya başlıyor ama hiçbir şekilde sorumlu veya sorumlular bulunamıyor. Yaklaşan siyasi fırtına öncesi herkes olayları anlamaya başlasa da birbirlerine itiraf edemiyorlar. Çünkü en başta kendilerine açıklayamıyorlar.
Das Weisse Band, bu Alman köyünün üzerinden aslında 20. yüzyıl başındaki Avrupa’nın mikrokosmozunu ortaya koyuyor. Çoğu bazı şeylerden huzursuz olsa da hayatlarına devam etmeye çalışıyorlar. Israrla statükonun korunacağını farz ediyorlar. Yaklaşmakta olan değişimi fark etmek istemiyorlar. Hatta daha da ileri gidip, değişimi zapt altına almaya çalışıyorlar. Ama değişim bir kere başladı mı durduramazsınız. Üstelik ona karşı kullanılan şiddet, daha çok geri teper. Değişimin daha sancılı, daha acı verici olmasını sağlar.
İşte Avrupa bu sancılı yollardan çok önceleri geçmiştir. Bunlardan hatalarını öğrenerek yoluna devam etmiş, sağlıklı bir toplumsal yapının temelini atmıştır. İşte 21. yüzyıl Avrupası bu temel üzerinden yükselmektedir. Türkiye’nin her alanda ezilmesinin, her hareket altında kavgaya tutuşmasının nedeni de budur. Çünkü Türkiye bu sancılı yolların hiçbirinden geçmemiştir, daha yeni yeni emeklemeye başlamıştır. İçinde yaşadığımız kaosun sebebi de bundan ibarettir.
Esas konumuza geri dönersek, yaşayan en büyük yönetmenlerden biri olan ve her filmiyle daha da ustalaşan Michael Haneke, yine olağanüstü bir deneyim yaşatıyor bize. Olağanüstü kelimesi belki klişe kaçıyor lakin türdeşlerinden fersah fersah farklı bu yapıta başka bir sıfat bulamıyorum.
Her Haneke filminde olduğu gibi diken üstünde izlenilen eser; incelikli senaryosu, abartısız oyunculukları ve gönüllerde huzur verici ama kasvetli bir duygu bırakan siyah-beyaz görüntü çalışmasıyla bambaşka bir dünya sunuyor bize. Aldığı Altın Palmiye’yi bu kadar hak eden bir filmi nicedir izlememiştim. İleride adı 2009 ile anılacak birkaç filmden belki de birincisi!
Oyuncular: Michael Kranz, Christian Friedel, Leonie Benesch, Marisa Growaldt, Ulrich Tukur, Susanne Lothar, Mercedes Jadea Diaz, Josef Bierbichler – Görüntü Yönetmeni: Christian Berger – Senaryo ve Yönetmen: Michael Haneke – ****1/2
Son Yorumlar