Muhafazakârlık Üzerine: Mustang
Bir sanat eserinin, sınırları sanal olarak çizilmiş bir toprağa ait olduğunu iddia etmek her ne kadar mantıksız gözükse de eser, aslında o toprakta yaşayanların kültürüyle yoğrulduğundan gerçekçi bir yaklaşım olarak da yorumlanabilir. Bu tartışma (veya ikilem), zaman zaman önemini yitirse de sanat dünyasının gündemden hiç düşmeyecek konularından. Nitekim zamanında Fatih Akın sineması üzerine bu konu oldukça tartışılmıştı. Deniz Gamze Ergüven’in ilk filmi Mustang (2015) de bu ikileme yeni bir boyut katacak. Lâkin Mustang’i bu ikileme dahil eden, Fransız sermayesiyle çekilmesi değil, sinema eğitimini ve deneyimini Fransa’da edinmiş bir Türk ile bir Fransız tarafından kaleme alınması.
Önceki cümle biraz ırkçılık koksa da durum, sinemanın kültürel ve sosyolojik yanı ile ilgili. Belli ki Ergüven ve senarist partneri Alice Winocour, konuya biraz uzaktan bakmış. Hikâyenin ayaklarının yere basmasını sağlayacak ve böylece gerçekçiliğini arttıracak detayları (kasten veya sehven) es geçmişler. Bu durumun filme masalsı bir hava kattığının farkındayım, sanki bir ‘Bin Bir Gece Masalı’ izliyoruz. Erotik havası olan, öykü çatısı iyi kurulmuş, atmosferi sağlam oluşturulmuş ve mesajını yerine ulaştıran bir film olsa da içerdiği fantastik öğelerden dolayı biraz uçarı ve aşırı kaçıyor.
Karadeniz’in bir sahil köyünde yaşayan beş kız kardeş, evebyenlerinin vakitsiz ölümleri nedeniyle babaanneleri ve amcaları tarafından yetiştirilmektedir. Bir gün okul çıkışı erkeklerle oynadıkları deve güreşi nedeniyle başlarını belaya sokarlar. Artık eve tamamen hepsedilmiş olarak yaşamaya mecbur bırakılacak kardeşler, Türkiye’nin muhafazakâr yüzüyle karşı karşıya geleceklerdir.
Kişisel olarak bana garip gelen nokta, filmin genel yapısı ve anlatmaya çalıştığı genel konsept değil. İstanbul’un belli semtlerinde yaşayanlara ne kadar çağ dışı gelse de Türkiye’nin çoğunluğu için kadın, hâlâ ikinci sınıf vatandaştır. Bu düşünce, bırakın erkekleri, kadınların çoğu tarafından da kabul gören ve hatta gündelik hareketlerine yansıyan bir tutumdur. Mustang’ın sorunu, bu tutumu tam yansıtamaması ve bundan dolayı sahneler arasında yaptığı keskin geçişler. Daha fazlasını oku…
İskandinavya Macerası – III: Fiyort ve Tren Yolculukları
4 Eylül Cuma sabahı, hava dişlerini cildimize geçirmeye çalışırken Bergen’deki otelimizden ayrılıp iskelenin yolu tuttuk. Çok bulutlu bir hava vardı, sanki her an yağmur yağacakmış hissi yoğundu. 8’de kalkacak tekne için daha 7.30’da kuyruk oluşmaya başlamıştı. Herkes en güzel koltuğu kapmak için serin havaya rağmen dışarıda bekliyordu. Kalkışa 10 dakika kala kapılar açıldı, biletini gösteren hızlı adamlar atarak gözden kayboldu. Neyse ki fazla beklemeden biz de içeri geçtik ve ikinci katta cam kenarına konumlandık.
Tekne diyorum lâkin bu deniz aracı, İstanbul’daki deniz otobüslerinin benzeri. İki katlı, yolcuların rahatlığı ön plana çıkarılmış bir taşıt. Arkasında seyir için büyükçe bir alan var, biz vaktimizin çoğunu burada geçirsek de havanın soğukluğu size pek fırsat tanımıyor. Ön tarafta ise çok ufak bir açıklık var, ayakta durmak bile zor çünkü üstü açık. Bu arada cayır cayır beleş wi-fi mevcut. Hoş, o kadar para bayıldıktan sonra o kadar da olsun. Yiyecek-içecek satışı mevcut, üstelik ucuzluğu bizi şaşırttı. Hele kahvenin ülkemiz için bile ucuz olması bana iyice garip geldi. Belki de insanları bu soğukta biraz olsun ısıtmaya heves etmişlerdir, kim bilir. Nitekim çoğu yolcunun elinden kahve bardağı hiç eksik olmadı!
Oturduğumuz nadide zamanlardan biri
Bu harika yolculuğu yazmaya devam etmeden önce kısa bir bilgilendirme geçelim. Çünkü eminim çoğunuz ‘fiyort’ kelimesini duymuşsunuzdur lâkin tam anlamını bilmiyorsunuzdur. Ne yalan söyleyeyim, ben de çok detaylı bilmiyordum. Efendim fiyort, buzulların vadilerdeki toprağı zamanla aşındırması ve bu aşınan yerleri denizin/okyanusun doldurmasıyla oluşmuş bir coğrafi şekil. Çoğunluğu bize Buzul Çağı’ndan yadigâr. Bu çağda bilindiği üzere buzullar, belli enlemlere kadar inmiş. İşte çeşitli vadilerde konumlanan buzullar, buralardaki yumuşak toprağı yavaş yavaş erozyona uğratmış. Sonra da çağ sona erip buzullar eriyince bu boşlukları deniz/okyanus doldurmuş. Bu yüzden, fiyort sadece belli enlemlerin üzerinde (veya Güney Yarımküre için altında) bulunuyor. Türkiye’de olmamasının ve Norveç’te her kıyıda olmasının sebebi de bu.
Aslında mantıken ‘buzullar tarafından oluşturulmuş haliç’ diye kısa bir tanım da yapılabilir lâkin iki coğrafi şeklin de jeomorfolojik oluşumları gayet farklı. Yine de Norveçlilerin -‘fiyort’ kelimesinin kökeni Norveçce- haliçe de fiyort demeleri garip. İskandinavya harici ülkelerde bu ayrım daha kesin.
Fiyort manzarası – 1 Daha fazlasını oku…
2015 Değerlendirmesi
Yıl sonunun en güzel şeyi, kesinlikle geriye dönüp kişinin kendisini veya başka bir şeyi (filmleri, şarkıları, haberleri, vs.) sorgulamaya imkân tanıması. Ama ben 2015’e baktığımda zaten yılımın sorgulamayla geçtiğini gördüm. Çok yakın arkadaşlarım biliyor ki oldukça saçma fikirler üzerinde haftalarca kafa yorduğum oldu. Bunun en bariz sebebi, rutinden sıkılmamdı. Zaten kendimdeki bu özelliği ilk defa 2007’de fark etmiştim ama tabii gençlik zamanında rutini daha kolay kırabiliyorsunuz. Karar alıp gerçekleştirmek daha basit oluyor. Oysaki 30’a adım attığınızda garip bir şekilde iş değişiyor ki bunu, kendisini az çok tanıdığından evlilik gibi stabil bir kurumdan devamlı imtina eden biri olarak söylüyorum. 30’lu yaşlar mı psikolojik olarak bu duruma sokuyor, yoksa gerçekten biyolojik saat tıkır tıkır işliyor mu, tam emin olamıyorum. Lâkin 2015’i genel bir rehavet içinde geçirdiğim, bir gerçektir.
Bu durumda olan da sadece ben değilim. Çevreme baktığımda genel olarak herkesin şu soruyu sorduğunu görüyorum: “Nereye gidiyorum?” Tabii bunda giderek kötüleşen politik durumumuz, ha battı ha batacak denilen ekonomimiz, tüm Orta Doğu’daki savaş da etkili. Bu yıl iki ciddi seçim geçirdik ve ülkede adı konmamış bir iç savaş hızlanarak devam ediyor. filmhafizasi.com’da yayınlanan Özcan Alper röportajımda yazdığı gibi insanların; bırakın diğer insanlara, ölülerine tahammülleri yok! Bir anne, kızının ölüsünü buzdolabında günlerce saklamak zorunda bırakılıyorsa ve ülkedeki diğer vatandaşlar, bunun ne kadar vahim bir durum olduğunu idrak edemiyorlarsa kelimeler gerçek manada kifayetsiz kalıyor. Okkalı bir küfür savuruyorsunuz ama o küfür de böğrünüzde saplanıp kalıyor.
2015 gerçekten garip bir yıldı. Mesela hayatımın en keyifli günlerinden biriydi, fiyotları gezdiğim gün. O kadar huzurlu ve dingindi ki… Dünyanın saf ve gerçek hâliydi, gördüğüm. Kirletilmemiş, insan eli değmemiş,… O an, şunun farkındaydım: Evet, dünyanın çoğu yerinde insanlar ölüyordu, ihanete uğruyordu, acı çekiyordu. Lâkin böyle bir yer de vardı ve içimdeki umut büyüdü. 4 gün sonra Gebze’de sanayi içindeki ofisimde pinekliyecektim ama bu güzellikte yaşayan insanlar hep olacaktı ve bu, beni mutlu hissettirdi. Bu kadar kötülüğün içinde ufak da olsa güzelliğin barınabilmesi içimi ısıttı. Lakin Metin Altıok’un yıllar evvel yazdığı gibi bu, havı dökülmüş bir sevinçti.
2015 yılında dünyayı bir şekilde değiştirecek bir sürü olaya/icada/kavrama tanık olduk. Paris’te gerçekleşen iki olay, bu yıla tamamen damga vurdu: Yıl başındaki Charlie Hebdo saldırısından sonra, geçen ay da tüyler ürpertici terörist saldırılara şahit olduk. Şahsi fikrim, dünyanın çeşitli yerlerinde her ay buna benzer bir sürü olay yaşanırken Paris’tekilerin biraz fazla göze sokulduğu yönünde. Tanzanya’da öldürüler çocuk, can değil mi? Ya da Cizre’de oyun oynarken ölen? Roboski’de silah seslerini oyun sanan? Sur’da devlet yüzünden sokağa çıkamayan? Diğer bir açıdan bu iki olay, önümüzdeki yıllarda Avrupa politikasını etkileyecektir. Mülteci krizinin tavan yaptığı bir yıla gelmesi de oldukça manidardır. Avrupa’yı, oldukça gerilimli yıllar bekliyor ve bu süreç, ne yazık ki en çok bizi etkileyecek. Şimdiden “savaşın herkesi günün birinde mutlaka yutacağı” gerçeği dillendiriyor. Bunu yaşayarak öğreneceğiz.
Geçen hafta katıldığım Kutlukhan Kutlu’nun polisiye atölyesinde, Kutluk ilginç bir alıntı yaptı: Ünlü filozof Slavoj Zizek’in birkaç yıl önce bir makalesinde “artık geleneksel kahramanların varolamayacağını, çünkü sistemin her bakımdan çok güçlü olduğunu ama Assange ve Snowden gibi sistemin kirli noktalarını ifşa edenlerin, 21. yüzyılın yeni ve gerçek kahramanları kabul edilmesi gerektiğini” yazdığını söyledi. Sizce de çok ilginç ama doğruluk payı da oldukça yüksek bir bakış açısı değil mi? Buna göre Can Dündar’ı yeni kahramanımız olarak görmeli miyiz? Bu yılın flaş dizisi Mr. Robot da zaten bunu anlatmıyor muydu? (Dikkat spoiler!!!) Dizinin kahramanının şizofren olması, kahraman olmanın önünde ne derece engeldir? Yoksa artık tüm kahramanlarımız dört dörtlük olmayacak mıdır (misal, beyaz atlı prens), arızalı insanlar da kahraman olabilir mi?
Kafamda tüm bu sorular dönüp dururken insansız hava araçları (drone), 3D yazıcılar, sürücüsüz araç teknolojileri ve uzay yolculuğu üzerine yönelik artan umutlar da 2015’in -bizde olmasa da- çok konuşulan konularıydı. Suriye’de insanların kafaları vahşice kesilmeye devam edilirken diğer taraftan insanlığın 22. yüzyıla hazırlanmaları ne kadar ironik, değil mi? Ya ülkemizin ısrarla yerinde sayması? Yine bu yıl kaybettiğimiz Yaşar Kemal, İnce Memed ve İnce Memed 2‘de Türk toplumunun sosyolojik yapısını harikulade bir şekilde çıkarmışken biz nasıl ve neden bir arpa boyu yol gidemiyoruz? Neden ısrarla Amerika’yı yeniden keşfetmek istiyoruz? Bu kadar mı benciliz?
Okuduğunuz üzere 2015 benim adıma, başlı başına bir sorgulama yılıydı. Genelde sorgulamak, incelemek ve sonunda da sorunu çözmek iyidir. Böylece daha ileriye gidersin, aşama kaydedersin. Lakin ben ilerlediğimden emin değilim, sanki hep yerimde sayıyorum ve sorgulamak bir eziyete dönüşüyor. Bitmeyen, sonu olmayan bir merdiveni çıkıyorum sanki. Ama her basamak beni daha yükseğe çıkarsa da yoruyor da ve gittikçe sanki daha tükeniyorum, bu tükenişin bir ödülü olmayacak gibime de geliyor. İşte böyle anlarda devreye küçük şeyler giriyor. Sarmaşık (2015) gibi harika bir filmi seyretmek ve çıkışta Kadıköy sokaklarında zevkten sarhoş misali yürümek (yüzde salak bir gülümseyiş de cabası); gittiğim İncesaz konserinde Oya Küçümen’in âniden sahneye çıkması ve çocukluğumun şarkısı Bana Bir Masal Anlat Baba‘yı söylemesi; arkadaşlarla içmek, üstelik öylesine keyiflenmek ki “Hayat hep böyle olsun ya!” diye çığırmak (videosu mevcuttur 🙂 ), tatil planı yapmak (2016 ve hatta 2017 için çok acayip planlarım var); bir saniye olsun huzuru yaşamak,… Hayat her şeye rağmen yaşamaya değer!
Son sözü Kral’a bırakalım mı? Yeni yılda daha az konuşup daha çok iş yapmaya, var mısınız? Hadi bakalım! Başarı, sevgi ve samimiyet hep sizinle olsun!!!
Benden Şarkılar – 5 Dakika (Işın Karaca & Ege Çubukçu)
Işın Karaca’nın ‘Uyanış’ albümü 2009’da çıkmış, demek ki bu şarkıyı 6 yıldır düzenli dinliyorum 🙂 Şarkının, benim için farklı önemleri var. Bir kere ülkemizin nadide funk parçalarından olması bile onu çok özel kılıyor. Bizim kültürümüzle pek uyuşmayan bir tür ama görüldüğü gibi hoş bir örneği var.
Sibel Alaş imzalı sözleri gayet vurucu. Günümüzün hızlı ve fazlasıyla kişisel hayatları için slogan gibi bir parça. Unutmanın, geride bırakmanın ve önemsememenin bu kadar kolay olduğu bir çağ için özellikle… Lâkin şu da bir gerçektir ki 5 dakikada unutulan bir ilişki, zaten bir ilişki olamamıştır. Birey içselleştiremediği bir şeyi ancak 5 dakikada unutabilir. Yoksa kalbe giren, oradan kolay kolay çıkamaz. Bir arkadaşım ayrılığı, radyoaktif bir elemente benzetmişti. Demişti ki “Onu hiçbir zaman unutamayacaksın, boşuna kendini kandırma. Yalnız ayrılık acısı gitgide yarılanacak, bir radyoaktif elementin yarılanma süresi gibi. Hiç sıfırlanmayacak ama bir süre sonra umursanmayacak kadar ufalacak.”
Aslında şarkı da bunu inkar etmiyor. Sadece unutulması gerektiğini temenni ediyor ve böylece yeni aşklara yelken açılabileciğini söylüyor. Gayet de doğru! Zaten bu çağda aksi, oldukça yorucu ve zaman kaybı!
5 Dakika – Işın Karaca & Ege Çabukçu
Mmmmmmm…. Işın Karaca
Ege Çubukçu
Selam
Selam
Ooo… Hayat! Sürprizlerle dolu…
Hem de nasıl…
Yıllar önce İzmir’imde onlarca hayal kuraldım.
Birçoğu gerçekleşti: Hayalimdeki müziği yapıp değerli isimlerle çalışmak.
Beni üzecek tek şeyin bunların gerçekleşmemesi olduğunu düşünürdüm.
Şimdi de şu gönül davaları var…
Hayat için verdiğimiz onca savaştan sonra,
Başkası için kendini üzmek ha, bizi üzmesine izin vermek!
Ve bunun gibi şeyler…
Onlarca sorun varken ihtiyacımız olan tek şey uyanıp sadece sevgi ve huzurken
Bize acı verenlere son 5 dakika!
Bayanlar, baylar…
Son kere düşün bence, aklın hep kararsız.
Bunca zaman geçince yeminler yararsız.
Kandıra kandıra kendimi, geldi yolun sonu.
Bir adım atsam yoksun, yendim korkumu.
Aşk şiddetli enkazlar kalır arkamda.
Benden korkan, bana aşık olmasın aslında.
İstersen git, ölmem ağlamam ardından.
Sağ çıktım ben ne savaşlardan!
5 dakika sürer unutmak, ölümsüz aşklar zor.
Bana dokunmaz kara sevdalar! Yor, daha çok yor…
Aşktan korkan, dönsün yoldan! Bilsin en baştan.
Yenilmem kolay kolay, sağ çıktım ne savaşlardan.
Işın, eminim sözlerin birçok insana ilham kaynağı olacak
Daha ne kadar kayacak yanaklarından, ne kadar akacak dudaklarından yaşlar,
Bir daha gelmez bu yaşlar.
Savrulup duran oturmaz taşlar.
Her kayba inat kaldıkça ayakta, biten çok şey yeniden başlar.
Sabret!
Karanlık bir odada başlar her şey.
Karmaşık aklının içinde bitene kadar.
Kendine sarılıp boş duvara bakınıp kaybettiğin aklı toplayana kadar.
Bir ömür gibi gelse de aldanma,
Bir ömür senin, gerisine aldırma.
Hayat kısa ama upuzun bir patika.
Beni üzüne vermem 5 dakika!
Benden Şarkılar – Somewhere Only We Know (Lily Allen)
Bu şarkıyı duyalı 1.5 yıl filan oluyor. İlk dinlediğimde de çok beğenmiştim, beğenim her dinleyişimde artıyor nedense. Çünkü bu şarkı, bana olgunlaşmayı anlatıyor. Hiç araştırmadım webde, insanlar ne hissediyor diye, Keane’in orijinal şarkısını da açıkçası dinlemedim. Lâkin Lily Allen’ın sesinden dinlemek beni sakinleştiriyor. Olgunlaşıp yalnızlaşmayı ve istediğini bulamamayı anlatıyor bana bu şarkı, belki gerçekten bunu anlatmasa da. Yine de umutsuz bir şarkı değil, zaten esas sevdiğim tarafı da bu: Yalnızlık içinde kendine büyük sorular sorup cevapları alamıyorken düşmemeyi de kendine şiar seçmek.
Ülke olarak ergenlik sancılarıyla boğuştuğumuz şu yıllara ise cuk oturuyor.
Somewhere Only We Know (Sadece Bizim Bildiğimiz Yer)
I walked across an empty land / Boş bir arazide yürüdüm
I knew the pathway like the back of my hand / Patikayı avcumun içi gibi biliyordum
I felt the earth beneath my feet / Toprağı ayağımın altında hissettim
Sat by the river and it made me complete / Nehir kıyısında oturup kendime geldim
Oh simple thing where have you gone? / Hey küçük şey, neredesin?
I’m getting old and I need something to rely on / Yaşlanıyorum ve dayanacak bir şeye ihtiyacım var
So tell me when you’re gonna let me in / Söyle o zaman, beni ne zaman kabul edeceksin
I’m getting tired and I need somewhere to begin / Yoruluyorum ve bir yerden başlamam gerek
I came across a fallen tree / Yıkılmış bir ağaca rast geldim
I felt the branches of it looking at me / Dalları sanki bana bakıyordu
Is this the place we used to love? / Bir zamanlar sevdiğimiz yer burası mıydı?
Is this the place that I’ve been dreaming of? / Hayalini kurduğumuz yer burası mıydı?
Oh simple thing where have you gone? / Hey küçük şey, neredesin?
I’m getting old and I need something to rely on / Yaşlanıyorum ve dayanacak bir şeye ihtiyacım var
So tell me when you’re gonna let me in / Söyle o zaman, beni ne zaman kabul edeceksin
I’m getting tired and I need somewhere to begin / Yoruluyorum ve bir yerden başlamam gerek
And if you have a minute why don’t we go / Zamanın varsa neden gitmiyoruz
Talk about it somewhere only we know? / Konuştuğumuz ve sadece bizim bildiğimiz yere?
This could be the end of everything / Bu, her şeyin sonu olabilir
So why don’t we go / Öyleyse neden gitmiyoruz
Somewhere only we know? / Sadece bizim bildiğimiz yere?
Somewhere only we know? / Sadece bizim bildiğimiz yere?
İskandinavya Macerası – II: Bergen
Bir önceki yazı için tıkla: Kopenhag
2 Eylül Çarşamba sabahı Kopenhag’tan Bergen’e uçarak Norveç’e geçmiş olduk. Norwegian Airways şimdiye kadar uçtuğum en düzenli ve yeni çağa uyumlu havayolu olabilir. Havaalanında güvenlik kontrolü hariç kimseyle muhatap olmadan uçağa binip iniyorsunuz. Böylece ne kuyruk oluyor, ne de karmaşa. Türkiye’deki uygulanabilirliği şüpheli de olsa, 21. yüzyılın kolaylıkları gündelik hayata yavaştan uyum sağlamış oluyor.
Bergen’e indiğimizde yağan yağmur hafiften moralleri azaltsa da hızlıca bu kompakt ve sevimli havaalanından çıkıp otobüse biniyoruz. Kredi kartıyla şoföre ödemeyi yaptıktan sonra otobüsteki kablosuz internetin keyfini çıkarmaya başlıyoruz. Yaklaşık 30-40 dakikalık bir yolculuk sonrası kuzeyin huzurlu şehrine varıyoruz.
Norveç’teki yaşam bizden biraz farklı, fiziksel ve ekonomik koşulları sağolsun. Bilindiği gibi her tarafı froydlarla (fyord mevzusuna bir sonraki yazıda detaylı gireceğim) kaplı olan Norveç bu yüzden bir sürü körfeze, koya, dağlık araziye, adaya ve göle sahip. Buna rağmen nüfus, belli yerlerde kümelenmemiş, tam tersine nereye baksanız ev var. Dağ, tepe, orman, ada, göl; her yerde mutlaka ev var. Bana açıkçası çok garip geldi. İnsan bu soğuk ülkede, belki 2-3 kilometre yakınında insan yokken ne diye yaşar? Valla oluyormuş. Bu yüzden belli bir kasaba yerine, bölgeler var burada. Bergen’de, mesela bariz bir kasaba merkezi olsa da aslında burası koca bir bölgenin merkezi. Bu sebeple tepeden baktığınızda, ev olmayan alan yok. Tabii bunlar dip dibe değil. Az olan kasaba merkezleri hariç, evler arasında ciddi mesafeler var ve her yer yemyeşil! Kendinizi cennette sanabilirsiniz.
Bu sefer de aşağıdan tepeye bakıyoruz 🙂
Tabii bu huzurun bir sebebi de ülkenin akıl almaz zenginliği! Kutup Buz Denizi’nde çıkan petrol ve bunun sosyalist bir politikayla dağıtımı sağ olsun, ülke ferahtan dolup taşıyor. Dünyanın en pahalı ülkelerinden biri burası. Geldikten sonra araştıracak kadar merak ettim bu ekonomiyi, sayesinde Big Mac Endeksi’ni (her ülkedeki Big Mac fiyatına göre yapılan sıralama) öğrendim 🙂 Gelmeden önce farkındaydık zaten de, bizzat görmek farklı oluyor. Herkesin pek bir cool takıldığı bir yer burası, artık iklimden midir bilemeyeceğim 🙂 Daha fazlasını oku…
Medeniyet ve Dostluk Üzerine: Le Déclin de L’empire Américain
Denys Arcand’ın yönettiği ve Türkçe adı Amerikan İmparatorluğu’nun Çöküşü olan Le Déclin de L’empire Américain (1986), her şeyden önce bir dostluk filmi. Dört kadın ve dört erkekten oluşan sekiz karakterin bir akşam yemeği öncesindeki kişisel muhabbetlerini, yemek esnasındaki toplu istişarelerini ve ardından yaşananları izliyoruz. Tabii ki filmi önemli hâle getiren bu kişilerin konuşmalarının içindeki hususlar. Bu konuşmalar; medeniyet, cinsellik, aile hayatı, evlilik, yozlaşma, tarih ve bu konuların birbirleriyle ilişkileri hakkında oldukça lezzetli, bazen sinir bozucu ama çoğunlukla doğruluk payı bulunan önermeler/düşünceler/saptamalar içeriyor. Filmi akıcı, ilginç ve önemli hâle getiren de tam da bu.
Film, jeneriğin aktığı uzun bir plan-sekansla başlıyor. Sekansın sonunda karakterlerimizden Dominique’in yeni kitabı hakkında yaptığı röportajı izliyoruz. Kitabın ana önermelerinden biri olan “Günümüzde kişisel mutluluğun önemli ve öncelikli hâle gelmesi, medeniyetin çöküşünü hazırlıyor.” cümlesi, filmin de temel dayanaklarından biri. Filmde geçen sonraki konuşmalar da, bu cümleye paralel saptamalar yapıyor. Dominique, önermesini savunurken tarihten çeşitli örnekler veriyor ve bu örneklerin günümüzle benzeştiğine dikkat çekiyor. Bu sahneyi manalı bir girizgâh olarak görebiliriz.
Filmin ilk kısmında çoğu akademisyen olan karakterleri, erkekler ve kadınlar olarak ayrı ayrı izliyoruz. Erkekler, göl kenarındaki evde akşam yemeği hazırlığı yaparken cinsel hayatlarından konuşuyorlar. Remy, evli olmasına rağmen hızlı ve çok eşli cinsel hayatını överek tüm açıklığıyla ortaya seriyor. Pierre’in, onun yanında gibi gözükmesine karşın “Aşkın zamanla bitmesi aldatmayı beraberinde getirir.” önermesini savunduğundan çok uzun sürmeyen ilişkiler yaşadığını anlıyoruz. Eşcinsel olan Claude, günübirlik ilişkilerden aldığı hazdan ötürü birine bağlanamadığını ifade etse de bunun, yaşadığı AIDS korkusundan da olabileceği hissine kapılıyoruz. Filmin en etkisiz ve genç elemanı Alain ise bu üç deneyimli erkeğin anlattıklarından biraz korkuyor çünkü hâlâ gençliğin verdiği romantizme sahip.
Kadınlar ise aynı zaman aralığında, bir spor salonunda fitness yaparken, yüzerken ve saunada dinlenirken aynı şeyi konuşuyorlar. Remy’nin eşi Louise, fantezilerini anlatırken diğer yandan eşine sadakatinin altını çiziyor. Hiç evlenmediği belli olan Dominique, tek gecelik ilişkilerden oluşan cinsel hayatını çok detaya girmeden anlatıyor. Diane, gençliğinde evlenip çocuk sahibi olmuş ama boşandıktan sonra elinde kalan yalnızlıktan muzdarip salt cinselliğe saldırmış durumda. Pierre’in genç sevgilisi Danielle ise tüm bunları yüzüne kondurduğu büyük bir tebessümle dinliyor. Daha fazlasını oku…
Bir İnsan Hakkında: Amy
Hayat, keyifli ama aynı zamanda meşakkatli bir macera. Bireyin yolda önüne çıkan zorlukları iyi tahlil edip kendisini geliştirmesi gerekiyor ve bu süreç hiç sona ermiyor, doğumdan ölüme kadar. Bu yılın gözde belgesellerinden Amy‘nin (2015) esas anlatmak istediği bence bu, her ne kadar öyle gözükmese de.
2000’li yılların önemli ses sanatçılarından Amy Winehouse’un çıkış ve trajik iniş sürecini konu alan belgesel, Senna (2010) ile sürükleyici ve farklı bir belgesel çekilebileceğini kanıtlayan Asif Kapadia’ya ait. Amy‘nin de dramatik yapısı oldukça kuvvetli ve seyircisinin gözünü perdeden bir dakika bile ayırmasına izin vermiyor. Bunun ana sebeplerinden biri dakik kurgusunun yanında, gerçekçiliği ve ana odağı olan Amy Winehouse’u tarafsız ve içtenlikle anlatması.
Winehouse’un hayatından görüntüleri kronolojik olarak arka arkaya dizerken onu doğrudan etkileyen unsurlara hiçbir zaman odağını çevirmiyor: Ne aile fertleri, ne kocası, ne arkadaşları, ne yüzsüz medya, ne de şaşılası biçimde müziği. Kapadia’nın odağı hep sabit, yalnızca ve sadece Amy! Ama bir ünlü ya da harika bir ses olarak değil, bir insan olarak Amy! Zaten filmin adı da bunu yansıtıyor. Daha fazlasını oku…













Son Yorumlar