Arşiv
2024 Özeti
2024’te dünyada, ülkede ve kişisel hayatımda yine bir sürü şey oldu. Bunların bir kısmını ya hiç fark etmedim ya da etkisinin önemini daha kavrayamadım. Lakin fark ettiklerim ve deneyimlediklerim arasında üzerine en çok kafa yorduklarımı kısaca özetlemeye çalışayım.
Özel hayatımda seneyi en fazla domine eden şey, 40 yaşımı doldurmamdı. Yaşa pek önem vermesem de bu durum, geçmişi biraz didiklememe yol açtı. Bu gayri ciddi sorgulama da bir Spotify müzik listesiyle, bir yazıyla ve arkadaşlarımı çağırdığım bir geceyle sonuçlandı. Fakat bu üç somut çıktıdan ziyade, bunların hazırlanma süreci ve akabinde bana düşündürttükleri beni etkiledi.
Arkadaşlık/dostluk müessesesi, üzerinde yeterince durulmayan bir konu. Sosyal bir tür olan insanın, yaşamındaki en önemli ilişki türü belki de. Doğuştan gelmediği için kişinin bilfiil emek vererek kurması ve yaşaması için iki tarafın da istemeye devam ederek çaba göstermesi gerekiyor. Aksi hâlde kuruyor ve bir yerde sona eriyor.
Bu yıl, bende iz bırakan sona ermiş bazı arkadaşlıklarımı düşündüm. Neden devam etmediğini, bendeki etkilerini… Hâlâ devam edenleri malum geceye çağırdım. Gelemeyenler oldu tabii ama bahaneyle de konuşmuş veya yazışmış olduk.

O gece çok bölündüm. Çünkü birbiriyle alakasız farklı kişiler benim için geldi ve hiçbiriyle gereğince ilgilenemediğimi hissettim. Sanırım bir daha bu tarz bir etkinlik düzenlemem ama bahaneyle senelerdir göremediğim bazı dostlarımı gördüm ve onlarla sohbet etmeyi ne çok özlediğimi fark ettim. Artık onlarla daha sık görüşmeye çalışacağım çünkü hayat onlarla daha manalı.
Daha fazlasını oku…Yaş 40
Ülkemizde “Ömrün yarısının 35 yaş olduğu” fikri Cahit Sıtkı Tarancı’nın Yaş 35 şiirine atfedilir. Halbuki Tarancı, o ünlü şiirin ikinci mısrasında referansını verir: Dante, ebedi eseri İlahi Komedya’ya “Hayat yolumuzun yarısında…”* kelimeleriyle başlar ki o da bu hesabı İncil’e dayanarak yapmıştır.
Günümüzde çoğu insan; kendisinin “biricik” olduğunu, bundan dolayı her şeyi yapmayı hak ettiğini ve kendi düşüncesinin de özgün ve sonuna kadar doğru olduğunu düşünüyor. Bence her insan, yaşamının bir evresinde böyle düşünmüştür. Tıpkı her şeyin sizin çevrenizde döndüğünü sandığınız bu dönem gibi, her duyduğunuz/okuduğunuz/izlediğiniz fikri orijinal sanarsınız. Mesela filmlere tutkun olduğumu keşfettiğim lise dönemimde izlediğim her kalburüstü yapımı başyapıt sanardım. Halbuki 1980 öncesi yapımları daha çok izledikçe düşüncelerim değişmeye başlamıştı.

Olgunlaşmanın belli bir yaşı yok ve de her konuda aynı anda olgunlaşmıyorsunuz. Ama -en azından benim- bunu anlamam için bir dereceye kadar olgunlaşmam gerekmişti. Çünkü kendi olgunlaşma süreciniz, diğer insanların da son derece farklı süreçlerden geçerek olgunlaşabileceklerini size gösteriyor. Dünyadaki yerinizi görmeye başlamanız tam da burada başlıyor.
Benim bu dünyadaki ilk 30 yılım, kendimi ve dünyayı anlamaya çalışmakla geçti. Doğal olarak kişinin fiziksel özellikleri ve karakteri ile karşılaştığı kişiler ve olaylar, kendisini anlamlandırabilme sürecini oldukça etkiliyor. Örneğin benim fiziksel engelli olmam, olgunlaşmamı oldukça etkilemiştir. Ama bu etki bazı açılardan negatif olmuşsa da bazı açılardan pozitif olmuştur. Misal vermek gerekirse, ben ilk kez 28 yaşımda kız arkadaş edinebildim. Yaşıtlarım 14-16 yaşlarında bu deneyimi kazanabiliyorken benim bu açıdan olgunlaşmam neredeyse 30’umu buldu.
Daha fazlasını oku…Hangi Nirengi Noktası?
Gittikçe daha da garipleşen bir dönemde yaşıyoruz. Dertleniyoruz, söyleniyoruz, üzülüyoruz ama sonraki yıl onu da aratıyor. Çoğunluk, bir nirengi noktası bulma telaşında. Öyle bir nirengi olsun ki dünya onun üzerine anlaşsın ve artık büyük bir sürpriz olmasın. Bir göktaşı ya da deprem riskini tamamen bertaraf edemeyiz ama savaşlar olmasın, çocuklar -en azından açlıktan ve yetersiz sağlık hizmetinden- ölmesin, terör eylemleri olmasın, sınırlar kalksın ve bunun gibi sayısız iyi niyetli istek. Bunun bir adım ötesi, ünlü şarkıda dendiği gibi “Hayat bayram olsa!”
Sorun zaten bu nirengi noktasında. Çünkü herkesin kafasındaki nirengi farklı ve daha da kötüsü, neredeyse her insan kendi nirengisinin en iyisi olduğunu düşünüyor. Aslında içten içe bildiğiniz ama söylemeye, kendinize bile itiraf etmeye çekindiğinizi yazayım: Aklı başında (bu ifade de sorunlu ya çaktırmayın 😉) hiçbir insanın istemediği o savaşların, terör eylemlerinin, kavgaların, çocuk ölümlerinin esas sebebi; sıradan insanın güç isteği ve bu durumu herkese kabul ettirebilme hırsı. Bu yüzden de çoğunluk, kendi nirengi noktasını diğerlerine dayatma peşinde. Bu sıradan insan, ben dahil hepimizi kapsıyor, istisnasız.

Kendinizi temize çıkarmaya hiç çalışmayın, belki de bu doğamızda var. Ayn Rand gibi insanın mutlak bencil olduğunu ve gerçek iyiliği hiçbir zaman yapamayacağını da savunmuyorum. Tersine, Rand gibi insanların savunduğu bencilliğin, daha da büyük bencillikler doğurduğunu ve dünyanın bu sayede bugünkü kaotikliğe geldiğini düşünüyorum. Lakin ben özgeciliğin (insanın koşulsuz iyilik yapabileceğini savunan görüş, alturizm) de bir idea (uygulamaya geçme ihtimali olmayan fikir) olduğu düşüncesindeyim.
Daha fazlasını oku…Güzellik Yarışması
Ünlü ekonomist Keynes’in borsadaki eğilimler üzerine bir teorisi var. Adı da çok cafcaflı: Keynes’in Güzellik Yarışması (Keynesian Beauty Contest). Teori aslında bir kurguya dayanıyor:
Bir güzellik yarışması düzenlendiğini düşünün. Bu yarışmada en güzelin haricinde onu seçen (doğru kişiyi tahmin eden) kişilere de ödül veriliyor. Keynes diyor ki “Böyle bir durumda seçiciler, en güzel olduğunu düşündüğü kişiyi değil, başkalarının kimi seçeceğini düşünerek seçim yapar.” Yani kişi, genel eğilimin ne olacağını düşünür.

Keynes bu düşünceye ‘birinci derece’ diyerek borsa ve benzeri finans pazarlarında ikinci ve hatta daha da yüksek derecelerde eğilimler olabileceğini söylüyor. İkinci derecede ise kişi, genelin, genel eğilimin ne olacağını tahmin edeceğini düşünüyor.
Ben bu teoriyi geçen yıl Fularsız Entellik podcast’inin bir bölümünde duymuştum. O zamandan beri de teorinin sanata uygulanabilirliği üzerine düşünüyorum. Şahsi görüşüm gayet oturduğu.
Daha fazlasını oku…Spider-man: Across the Spider-verse: Kuşak çatışması üzerine konuşmamız gerek!
Filmekimi’nde (2013) o kadar kaliteli sinema eseri izledikten sonra neden bir süper kahraman filmi üzerine yazdığımı sorgulayanlar olabilir. Tavsiyem, önyargılarınızı bir kenara bırakmanız. Marvel sayesinde seri üretim, içi boş süper kahraman filmleri sinema salonlarını istila ettiğinden türün itibarı yerle bir olmuşsa da sonuçta bu da bir hikâye anlatım biçimi. Üstelik mitoloji sayesinde en eskilerinden biri.
Marvel’in Sony ile ortak tescile sahip olması yüzünden Örümcek Adam’ın beyazperde öyküsü, diğer süper kahramanlardan farklılaşıyor. Son 20 yılda, sıfırdan yapılan üç farklı film serisinin haricinde, bir de Sony Animations bünyesinde bir animasyon film serisi başlatıldı 2018’de (Disney’in Marvel’e sahip olması durumu daha da absürdleştiriyor). Hikâyenin peşinde koşan bir sinema manyağı olarak, bu yeni animasyon serisini çocuklara yönelik bir para tuzağı olarak düşünmüştüm. Ta ki senaryodaki Christopher Miller ve Phil Lord imzasını görene kadar!
The Lego Movie (2014) ile bir ticari markadan uyarlanan bir filmin de eleştirel ve kaliteli bir sinema eserine dönüşebileceğini kanıtlayan bu ikili, Örümcek Adam’ın animasyon serisinin başına geçmişlerdi. Üstelik Örümcek Adam’ları siyahiydi! Nitekim Spider-man: Into the Spider-verse (2018) herkesin süper kahraman olabileceğini ama bu yeteneği sevgi, empati ve vicdanla harmanlamadan bir manası olmadığını vurgulamasıyla (ve tabii sağlam senaryosu ile çizgi roman estetiğine yaslanan görselliğiyle de) açık ara en iyi Örümcek Adam filmi olmuştu.
Daha fazlasını oku…Seçim, Kurak Günler ve Karanlık Gece
Dedem ben küçükken “Burası Türkiye, bir gün kaldırımda yürürken kafana bir şey düşer ve ölüverirsin” derdi. Hâlâ geçerli olan bu saptama, ülkenin seküler kesiminin inatla kabullenmek istemediği gerçeği de çok güzel özetliyor. Bu ülkenin vatandaşlarının çoğu, bir gün âniden ve hiç çaba sarf etmeden köşeyi dönme hayaline sahip ve bu ufacık ihtimal için âniden ölebilme ihtimalini de göze alıyor.
Bu yazıda yerli sinemanın son dönem örnekleri üzerinden örnekler vererek meramımı anlatmaya çalışacağım. Biraz spoiler da verebilirim, önceden uyarayım.
Son Antalya Film Festivali’nde (2022) iki iddialı filmin benzerliği çok konuşuldu, Karanlık Gece’nin (2022) geçen ayki vizyonu sayesinde konuşulmaya da devam ediyor. İzlemeyenler için özet geçeyim: Emin Alper’in Kurak Günler’i (2022) ile Özcan Alper’in Karanlık Gece’si birden fazla temayı paylaşıyorlar. Aynı yıl gösterime girmeseler büyük ihtimalle intihalle itham edilebilecek derecede ortaklıkları var.
İki filmde de eğitimli, seküler kesimden bir genç devlet memuru Orta Anadolu’da küçük bir ilçeye atanıyor. Tüm idealizmiyle işini yapmaya çalışırken yerel güç sahipleriyle çatışmaya başlıyor ve olaylar gelişiyor. İkisinde de ana olaylar farklı olsa da ülkenin politik karanlığı/kuraklığı içinde sağduyuyla hizmet etmeye çalışanların nasıl engellendiği anlatılıyor. Anlatılırken de ataerkil yapının medar-ı iftiharı avcılık, Orta Anadolu’nun ilginç doğal şekillerinden obruklar ve dillendirilmese de üstü kapalı olarak her daim bilinen eşcinsellik metaforlaştırılıyor. Lakin finalde iki film bariz olarak farklılaşıyor.
Daha fazlasını oku…Kaos İçinde Yaşamak
Türkiye kaosu seven, kaosla beslenen, nev-i şahsına münhasır bir ülke. İçinde barındırdığı bu kadar farklı görüşte ve anlayışta insana rağmen hâlâ tek vucüt olarak hareket etmeye çalışıyor. Buradaki sorun, bu amaç için çalışması değil; bağımsız bir ülke olarak tabii ideali bu olmalı. Başlıca sorun; bunun nasıl yapılacağının, hangi görüş esas alınarak bu hedefe ulaşılacağının net olmaması.
Atatürk bu hedefleri de, nasıl ulaşılacağını da aslında belirlemiş ve yasalaştırmış. Lakin ondan sonra devleti yönetenler, bunları ya kendine göre yontmuş ya da tamamen değiştirmiş. İşin vahimi şu ki hükumeti kuran her yeni bir kadro, eskisine asla güvenmediği için değiştirmeye/yontmaya/kendi açısından düzeltmeye devam etmiş. Öyle ki şu an muğlak ifadelerle dolu ve cunta rejimi tarafından yapılmış bir anayasamız, bu muğlaklıklara rağmen anayasayla çelişen kanunlarımız, tüm bunlarla çelişen tüzüklerimiz ve tüm bunlara rağmen hiçbir yasaya ve tüzüğe uymayan uygulamalarımız var. Misal kürtaj ülkede yasak değil ama kamu hastanelerinde yıllardır yapılmıyor. Veya bu yazı yazıldığı sıralarda Ekşi Sözlük’e erişim hiçbir açıklama yapılmadan engellendi.

Türkiye’de bence başlıca sorun, niceliği ne kadar olursa olsun her kesimin ülkeyi kendi bildiği/istediği gibi yönetmek istemesi ve bunun dışındaki tüm alternatifleri baştan reddetmesi. Gerek makro, gerekse mikro açıdan ülkenin neredeyse hepsi demokrasiyi, istediğini fütursuzca yapabilmek sanıyor. Halbuki demokrasi, sadece kitabi olarak “başkasının haklarının başladığı yere kadar istediğini yapabilme” değildir, olmamalıdır. Bu tanımın günlük hayatta, üstelik her an ve koşulda karşılığı olmalıdır. Aksi hâlde kaos oluşur, zaten ülke bu yüzden en az 70 yıldır kaos içindedir.
Daha fazlasını oku…Etkisiz Elemana Bir Ağıt: The Banshees of Inisherin
İnsanlık çok büyük bir dönüşümün arifesinde ve bunun sıkıntılarıyla cebelleşiyor. Bu dönüşümün ne zaman ve nasıl olacağı ile insanlığın sonrasındaki durumu meçhul.
Lakin tarımın başlaması, rönesans/aydınlanma, sanayi devrimi gibi diğer büyük dönüşümlerden biliyoruz ki bu süreçte edinilen kazançların yanı sıra yabana atılamayacak kadar büyük kayıplar da veriliyor. İşin ya da doğanın kanunu bu olsa da belki de tarihte ilk defa önümüzdeki dönüşümde kazançların yanında kaybettiklerimizi de bolca konuşacağız.
İrlandalı ünlü oyun yazarı, senarist ve yönetmen Martin McDonagh’ın son filmi The Banshees of Inisheren (2022) aslında bu kaybedilenlere şimdiden yakılan bir ağıt.
Film günümüzden yaklaşık bir asır önce, 1923 baharında İrlanda’ya yakın küçük bir adada geçiyor. Neredeyse her gün beraber bara gidip laklak eden Padraic ile Colm’un araları âniden bozulur. Çünkü adada sanatla uğraşan nadir insanlardan olan Colm, artık boş konuşmak yerine tüm vaktini, adını yaşatacak olan bir beste yapmaya vermek istemektedir. Oysa yapması gereken günlük işler dışında başka hiçbir şey hakkında düşünmeyen düz biri olan Padraic bu duruma hiç anlam veremez.
Daha fazlasını oku…Eleştiri Kültürü Üzerine Düşünceler
Ülkemizde eleştiri kültürü maalesef yok. Bunun sürüyle sebebi var. Bir sosyolog, psikolog veya antropolog olmadığımdan bu sebepleri irdelemeye çalışsam da yüzeysel kalırım, şahsi iddialardan öteye gidemem. O yüzden bu yazıda, neden uzun zamandır kötü eleştiri yazmadığımı açıklamaya çalışacağım.
Bu konu aslında yıllardır üzerine -zaman zaman tabii- kafa yorduğum bir konu. Bu yazıda örnekleri filmler üzerinden vereceksem de aslında günlük hayatın her alanında, her ânında karşılaştığımız ikilemleri de kapsıyor. Çünkü eleştiri kavramı özünde demokratik bir eylem (bu yüzden de gayet politik) ve dozunu ayarlamak çok önemli.
Ergenken insan -doğal olarak- her şeye karışmaya hakkı olduğunu düşünüyor. Her konuda, her koşulda ve her zaman fikir beyan edebileceğini sanıyor. Çünkü o zamana kadar edindiği kısıtlı bilgiyle ve/veya bakış açılarıyla her şeyi bildiğini düşünüyor ve bu kısıtlı dağarcığıyla da gayet sert bir şekilde karşısında olduğu görüşü/kişiyi/kavramı/eseri tamamen subjektif açıdan eleştiriyor.
Buraya ufak ama önemli bir parantez açayım. Tüm insanların gelişim sürecindeki önemli aşamalardan biri olan ergenlik, fiziksel açıdan belli bir yaş aralığında gerçekleşiyorken psikolojik olarak sona erme yaşı -bence- çok değişebiliyor. Meramımı hemen bir örnekle açıklayayım: Nuri Bilge Ceylan’ın son filmi Ahlat Ağacı (2018) vizyondayken bir arkadaşım film hakkında fikrimi sormuştu, ben de “Bir ergenin büyüme hikâyesi sonuçta” deyince gülmüştü, “Üniversite mezunu biri nasıl ergen olur” diye.

Halbuki Ahlat Ağacı‘nın başkarakteri, fiziksel ergenliğini çoktan tamamlamış olsa da tavırları, davranışları, düşünceleri ile filmin başında tam bir ergendi. Yazacağı kitabın kapışılacağını, sevdiği kızın da onu sevdiğini, babasının silik bir karakterden ibaret olduğunu zannederken filmin sonunda fikirleri tamamen değişiyordu. Çünkü öncelikle kendisini tanımaya başlıyordu ve de dünyada hiçbir şeyin tek yönlü olmadığını fark ediyordu. Zaten bu sürece de olgunlaşma deniyor lakin maalesef olgunlaşmanın net bir yaşı yok.
Daha fazlasını oku…Mülteci Sorununa Dair…
Adına ister mülteci, ister sığınmacı, ister göçmen deyin; doğduğu/büyüdüğü yerden ayrılarak yaşamak için yeni bir yer arayan/bulan insanlar tarihin her ânında var olduğu gibi, gelecekte de var olacaktır. Bu gerçeği kimsenin engellemesi mümkün değil. Vereceğim birkaç örnekle bu imkansızlığı bir nebze olsun anlatmaya çalışacağım.
Eşimle ilk gezimizi Kapadokya’ya yapmıştık ve orada Kaymaklı Yer Altı Mağaraları’nı da ziyaret etmiştik. Tuttuğumuz rehber bize bu mağaralarda kimlerin, nasıl yaşadığını aktarırken, en altta bulunan yedinci katta mültecilerin kaldığını ve görevlerinin üst katlarda yaşayanların tuvaletlerini temizlemek ile ayak işlerini yapmak olduğunu söylemişti.
Peki Anadolu’da sadece bu mağaraların sıklıkla kullanıldığı İslamiyet öncesi dönemde mi mülteci akını vardı? Bu sorunun yanıtını tarihle birazcık ilgilenenler bile bilecektir. Truva’nın neden 10 katmandan oluştuğunu*, daha bir sürü antik Anadolu kentinin farklı halkların akınlarıyla işlevsiz hâle geldiğini veya aynı kentte bazen bin yıl ya da daha fazla sene arayla yaşamış medeniyetlerin yapılarının yan yana olduğunu biliyor musunuz?
Daha fazlasını oku…



Son Yorumlar