Arşiv

Archive for the ‘Cannes ödüllü’ Category

Sinema Sinema

Araf [Yeşim Ustaoğlu – 2012]

Ülkemizin en sanatsal yönetmenlerinden Yeşim Ustaoğlu’nun yeni filmi Araf, adına uygun şekilde bir arafta geçiyor. Sanayileşmiş kentle kırsalın arasında kalmış bir kasaba olan Karabük’te iki gencin hayatına odaklanıyor. Bir yol kenarı dinlenme tesisinde çalışan Zehra ile Olgun’un, çocuklukla yetişkinlik arasındaki araf dönemlerini anlatıyor. Yani filmin ismi, aslında filmin her bir köşesinde kendine yer buluyor. Karabük de bir araf, evlenmek isteyen Zehra için filmdeki zaman da araf, ne yapacağına karar verememiş Olgun için dinlenme tesisi de bir araf, hatta yol üzerinde hoşlandığı bir kızla vakit geçiren Mahur için de bu kız bir araf.

Ustaoğlu, doğru tercih ve vurgulamalarla iyi hazırlanmış bir senaryoyu peliküle döküyor. Lakin filmde sizi iten bir duygu var, bir şey tam oturmamış, çözemedim nedense. Bu şey, filme girmenizi engelliyor, keyif almanızın önüne geçiyor! Yine de bu başarılı filme ve Neslihan Atagül’ün muazzam performansına kayıtsız kalmak güç.
Daha fazlasını oku…

Missing: Politikanın İkiyüzlülüğü Hakkında

14/03/2012 2 yorum

Olabildiğince naif olmamaya çalışırım. Olayların gerçek yüzünü anlamaya, nedenini bulmaya. Olabildiğince de tarafsız olmaya ve farklı açılardan bakmaya çalışırım. Lakin politikayı, hele kapitalizmi hiçbir zaman anlayamacağım! Bu kadar burnuna dik giden, her zaman kendisinin kazanmasını isteyen bir şey yoktur daha dünya üzerinde.

Bu akşam 30 yıllık bir film izledim ve yine anti-kapitalist hislerim depreşti. Normalde politikayı takip etsem de, yapmaktan bizzat kaçınırım. Çünkü ne kendimi politika yapacak kadar yetkin hissediyorum, ne de bu yalana ortak olmak istiyorum. Aslında asırlardır insanın içinde olan ama Fransız İhtilali’yle önem kazanan bu illeti lanetlemekten başka elimden bir şey gelmiyor.

Bence politika en basit manasıyla, maske takmaktır. Hatta biri kendi olmadan ortamda hoş gözüküyorsa ‘politik davranmak’ deyimini kullanıveririz onun için. Ama nadir de olsa, politikacılar (ima içinde kalsa da) doğruyu söylemeyi pek severler. Çok nadir olur ama yakalayınca anlarsınız hemen. İşte aşağıdaki diyolog da, böyle bir itiraf içeriyor:
Daha fazlasını oku…

2012 Oscar’a Doğru

11/12/2011 1 yorum

Warrior

Bu yılın boks temalı Oscar dramasına hoşgeldiniz. Bu sefer boks değil de MMA (Mixed Martial Arts) var ring içinde. Ring dışında da en koyusundan bir aile draması. Şöyle ki: Alkolik bir baba; onun öğretmenlik yapan, evli, bir kızı ölümcül hasta ve bu sebeple ringlere mecburen dönen büyük oğlu ile küçük yaşında annesiyle babadan ayrılmış, askerde kahramanlıklar yapmış, içi nefret dolu ve bu nedenle isteyerek ringlere dönen küçük oğlu.

Daha fazlasını oku…

Filmekimi’nde İzlediklerim

16/10/2011 4 yorum

We Need to Talk About Kevin :

Öyle bir çocuk düşünün ki daha doğduğu andan itibaren hayatını, annesine zülmetmek üzerine kursun. Öyle bir anne düşünün ki bu garip çocuğa devamlı taviz versin ve yaptığı her yanlışı kendine yorsun. Lynne Ramsay’in filmi bu iki karakterin dinamiğini izliyor. Zamanda ileri-geri atlayarak ikilinin sıra dışı ilişkilerini olabildiğince tarafsızca masaya yatırıyor. Yerinde bir senaryo, takdir edilesi bir reji ama en önemlisi Tilda Swinton’un muazzam performansıyla yılın dikkat edilmesi gereken yapımlarından biri oluyor.

La Guerre est Déclarée (Declaration of War) :

Adına bakıp aldanmayın! Bu dram, iki yaşındaki Adam’ın beyin tümörüyle uzun süreli mücadelesini ve evebyenlerinin bu süreçte yaşadıklarını anlatıyor. Oldukça gerçekçi, insanın içini kemiren ama sömürmeyen bir film. Bu sayede de Fransa’nın Oscar aday adayı olmuş zaten. Başroldeki iki oyuncu senaryoyu da beraber yazmış, içlerinden biri de (Valérie Donzelli) yönetmiş. Bu ‘bizbizelik’ hali filmin avantajı olmuş ve samimiyet kazandırmış. Yine de bu haliyle yetinen filmin, önemli bir başarı kazanacağını düşünmüyorum.

The Artist :

Cannes’da adını olabildiğince duyuran ve Toronto’da gösterildikten sonra Oscar’ın en iddialı yapımı olan bu sıra dışı film, aslında nostalji duygusunu çok doğru oynamasıyla kazanan/kazanacak bir yapım. Şöyle ki, film tamamen siyah-beyaz ve %95’i sessiz. 1920’lerde Hollywood’da star olan bir aktörün sesli sinemaya geçişle önemini yitirip kaybolmasını, bunun yanında figüranlıkla başlayıp sesli dönemle yıldızlaşan bir aktrisi anlatıyor. Bunu anlatırken de tamamen sessiz film kalıplarını kullanıyor. Araya giren yazılı diyaloglar, mimiklerin abartılışı, okestral bir müzik, yanlış anlamalar ve gaglar üzerine bir senaryo. Bu açıdan bakınca 2011’de böyle bir film izlemek (görüntünün çözünürlüğü üst seviyede tabii ki) bambaşka bir duyguya dönüşüyor, harika bir nostalji yaratıyor. Sesli dönem-sessiz dönem ikilemini konuya başarıyla yedirmesiyle daha da önem kazanıyor. Fakat film, bu noktada kalıyor. Bu noktanın ona yeteceğini düşünüyor ki açıkçası böyle düşünen oldukça fazla insan var herhalde. Ama bence bu film 2011 yapımıysa günümüze dair kelamlar da etmelidir ki güzel bir senaryo hamlesiyle bu, gayet iyi yapılabilirmiş. Bu nedenler biraz mesafeli çıktım salondan. Yine de 2012 Oscarları’nda adını bolca duyacağız.

Le Havre (Umut Limanı) :

Finlandiyalı ünlü (düzeltilmiştir 🙂 ) yönetmen Aki Kaurismaki, az ama öz filmler çekiyor. Günümüzün kanayan sorunlarından birine değinirken her zaman mizahı da yanına katıp alışılmışın dışında, keyifli ve sağlam filmlere imza atıyor. Fransızca çektiği son filmi Le Havre‘de göçmenlik konusuna farklı bir açıdan bakıyor, hafif sürreal cinsinden. Yaşını almış bir ayakkabı boyacısı, karısı ve arkadaşları ile İngiltere’ye kaçak girmeye çalışırken Fransa’ya çıkan ve polisten kaçan küçük bir çocuğun trajikomik hikayesini izliyoruz. Olayın mucizevi tarafının abartılışı filmi zedelese de bir Kaurismaki filmi izlediğimiz bir gerçek. Ben de senaryoya pek takılmayıp filmden keyif almaya baktım. Bu arada bu film de, Finlandiya’nın Oscar aday adayı.

Biutiful

Bir film düşünün, yönetmeni Inarritu, başrol oyuncusu da Javier Bardem. Bu iki bilgi bile filmi izlemenize yeter!

Ben de merak edip filme gittim. Gayet güzel pesimist bir hayat filmi. Diğer manasıyla, hayatın tüm karamsarlığını tüm çarpıklığıyla anlatan ve anlatırken de sinemayı başarıyla kullanan bir film. Eğer gerçek bir film izlemek cidden hoşunuza gidiyorsa, sinemadan hoşnutsuz ayrılmanız olası değil. Ama diğer türlü, “Ben oyuncuya bakarım.”, “Hafif aksiyon da olsun.” yada “Kardeşim, cuma akşamı da böyle film izlenir mi?” (Bu cümleyi şahsen duydum) diyen gruptaysanız hiç bulaşmayın.
Sadece ana detaylara gireceğim: Filmin en önemli olayı Bardem, Inarritu’nun bile önünde (ki bu, filmi zedeliyor denebilir). Bardem son yılların en iyi performanslarından birini veriyor. Sırf onu izlemek için bile bu film izlenir. Olağanüstü bir performans, Colin Firth ile James Franco yanına bile yaklaşamaz bunun.
Bir de yönetmeni var filmin, Inarritu. Bence gayet güzel çekmiş, Ameros Perros‘u yakalayamasa da. Ama mesela iki sahnesi var filmin, özgünlük arayanlar defalarca izleyebilir. İlki Barcelona sokaklarındaki kovalamaca, ikincisi de disco sahnesi. Ben ikinci sahneyi ağzım açık izledim. Hele sahnenin bitiminde Bardem’in, bardaki kadınlardan biriyle bir diyoloğu var ki sinema tarihine geçebilir.

Oscarlıklar 2010 – 4

02/03/2010 1 yorum

Uzun süre bloga yazamadığımın farkındayım. Ama son 1 ay oldukça doludizgin geçti. Film bile seyredemediğim ardışık günler oldu. Hal böyleyken oturup rahatça yazı yazamadım. Kaldığımız yerden, Oscar dizisiyle devam ediyoruz.

The Private Lives of Pippa Lee

Bu film, Oscar yarışında değil lakin arada kaynasın. Rebecca Miller, ünlü yazar Arthur Miller’ın kızı ve aynı zamanda günümüzün en usta aktörlerinden Daniel Day Lewis’in karısı. Profesyonel olarak da yazar, senarist ve yönetmen. İlk filmi, The Ballad of Rose and Jack arşivimde nicedir izlenmeyi bekliyor, elbet günü gelecek. Lakin biz son filmine bakacağız.

The Private Lives of Pippa Lee, bir feminist filmi. Gerçi etiket yapıştırmayı sevmem ama nerden bakarsanız bakın, öyle. Tipik bir ev kadınının geçmişiyle beraber günümüzdeki şaşırtıcı durumlarını aktarıyor. Bu durumlar, görünenin arkasında saklı dışavurum reaksiyonları. Film, bunları geçmişte yaşadıklarıyla özleştirerek anlatıyor. Çeşitli okumalar yapılabilir lakin biraz zorlamanız gerek. Ben düz izledim, sıkmadı ama ötesine de geçmedi. Bazı mantık hataları bana göre filmi zedeliyor ama bunları hata olarak nitelemek istemeyebilirsiniz de. Kısacası muğlak bir anlatıma sahip. Enfes oyuncu kadrosuyla nesnelleşmeye çalışıyor ama kafi değil.

Oyuncular: Robin Wright Penn, Alan Arkin, Mario Bello, Mike Binder, Winona Ryder, Keanu Reeves, Blake Lively, Julianne Moore, Robin Weigert – Görüntü Yönetmeni: Declan Quinn – Müzik: Michael Rohatyn – Senaryo: Rebecca Miller (kendi romanından) – Yönetmen: Rebecca Miller – ***

New York, I Love You

Ben Paris, I Love You’yu çok sevmiştim. Ama bu konseptin 2. ürünü olan New York ayağı ilkinin yanından bile geçemiyor, gerek duygusal gerek teknik anlamda. İlk filmden aklımda kalan rahat 5-6 bölüm var. Bu filmde ise sadece 1! O da Brett Ratner’ın lise balosuna mecburen tekerlekli sandalyede bir kızla giden şaşkın bir oğlanı anlattığı bölüm. Diğerleri unutulmaya mahkum, sıradan kısa filmler. Fatih Akın ile Uğur Yücel’in işbirliği ise rezalet bence.

Oyuncular: Bradley Cooper, Natalie Portman, Shia LaBeouf, Robin Wright Penn, Ethan Hawke, Orlando Bloom, Blake Lively, Hayden Christensen, Christina Ricci, Justin Bartha, Rachel Bilson, Anton Yelchin, John Hurt, Maggie Q, Chris Cooper, James Caan, Julie Christie, Andy Garcia, Eli Wallach, Cloris Leachman, Eva Amurri, Olivia Thirlby, Jacinda Barrett, Qi Shu, Burt Young, Irrfan Khan, Taylor Geare, Uğur Yücel – Görüntü Yönetmeni: Benoit Debie, Pawel Edelman, Michael McDonough, Declan Quinn, Mauricio Rubinstein – Müzik: Tonino Baliardo, Nicholas Britell, Paul Cantelon, Mychael Danna, İlhan Erşahin, Jack Livesey, Shoji Mitsui, Mark Mothersbaugh, Peter Nashel, Atticus Ross, Leopold Ross, Claudia Sarne, Marcelo Zarvos – Senaryo: Emmanuel Benbihy, Tristan Carne, Hall Powell, Israel Horovitz, James C Strouse, Shunji Iwai, Hu Hong, Yao Meng, Joshua Marston, Alexandra Cassavetes, Stephen Winter, Jeff Nathanson, Anthony Minghella, Natalie Portman, Fatih Akın, Yvan Attal, Olivier Lécot, Suketu Mehta – Yönetmen: Fatih Akın, Yvan Attal, Allen Hughes, Shunji Iwai, Wan Jiang, Joshua Marston, Mira Nair, Brett Ratner, Randall Balsmeyer, Natalie Portman, Shekhar Kapur – **

The Princess and the Frog

Animasyonları severim ama zeki olanları, beni hem şaşırtıp hem de eğlendirebilenleri. Böyle animasyonlar da azdır maalesef. The Princess and the Frog bunlardan biri.

Ama film esas klasını geçmişe nur yağdırarak yapıyor. Şöyle ki Disney’in ne zamandır (hatta herhangi bir stüdyonun) çekmediği 2 boyutlu animasyon tekniğini ve ruhunu geri getiriyor. Siz de geçmişin o enfes animasyonlarını (başyapıtım The Lady and the Tramp’tır) anarak izliyorsunuz. Buna rağmen günümüzün anlatım teknikleri de ustaca yedirilmiş filme. Ben acayip keyif aldım, size de tavsiye ederim.

Seslendirenler: Anika Noni Rose, Bruno Campos, Keith David, Michael-Leon Wooley, Jennifer Cody, Jim Cummings, Peter Bartlett, Jenifer Lewis, Oprah Winfrey, Tereence Howard, John Goodman – Müzik: Randy Newman – Senaryo: Ron Clements, John Musker, Rob Edwards, Greg Erb, Jason Oremland, Chris Ure, Jared Stern, Dean Wellins, Will Csakos, Ralph Eggleston (Ed Baker’ın ‘The Frog Princess’ öyküsünden) – Yönetmen: Ron Clements, John Musker – ****

Everybody’s Fine

Bin filme komedi diye başladım. Birkaç sahne hariç hiç gülmeden (onlar da kıkırdama) filmi tamamladım. Ama film başarılı bir dram. Bir babanın çocuklarını anlama çabasını anlatıyor, elinden geldiğince sadelikle. Kadrosu 10 numara. Bir pazar akşamı izleyecek kaliteli bir film ararsanız, seçeneğiz bu olabilir.

Oyuncular: Robert De Niro, Kate Backinsale, Sam Rockwell, Drew Barrymore, Lucian Maisel, Damian Young, James Frain, Melissa Leo – Görüntü Yönetmeni: Henry Brahan – Müzik: Dario Marianelli – Senaryo: Kirk Jones (Massimo De Rita, Tonino Guerra ve Giuseppe Tornetore’nin senaryosundan) – Yönetmen: Kirk Jones – ***1/2

The Book of Eli

Arka Pencere’deki (harika bir e-dergi, mutlaka ziyaret edin) eleştirisinde nicedir kıyamet sonrasını anlatan eli yüzü düzgün bir film olmadığından yakınılmış. Ne kadar isabetli bir saptama. Aynı yazı, bilhassa kıyameti adım adım beklediğimiz şu günler de böyle bir filmin yapılmamasını da sorguluyor.

Gerçekten de benim gibi kıyameti düşünen kişi sayısının hızla arttığı şu yıllarda kıyamet filmi çekilmemesini manidar buluyorum. Acaba insanlar cennette mi yaşadıklarını farz ediyorlar? Tabii bu konu uzar gider lakin biz filme dönelim.

The Book of Eli başarılı bir kıyamet sonrası filmi ama bunun ötesine de geçmiyor, zaten niyeti de yok. İnsan sayısının azaldığı, dünyanın neredeyse tamamen kuraklaştığı bir dünyada elindeki son İncil’i insanlığa sunmak isteyen bir adamın tehlikeli yolculuğu anlatılıyor. İsa metaforu, Mad Max anlayışı ve insan yozlaşmışlığı felsefesinin aksiyonla birleşimini izliyoruz. Başarılı, ne zamandır bu türde bir film izlenmediğinizden aç da kaldığınızı hissettirecek kadar keyifli de. Türün meraklılarına kesinlikle önerilir.

Oyuncular: Danzel Washington, Gary Oldman, Mila Kunis, Ray Stevenson, Jennifer Beals, Evan Jones, Joe Pingue, Frances de la Tour, Michael Gambon, Tom Waits – Görüntü Yönetmeni: Don Burgess – Müzik: Atticus Ross, Lepold Ross, Claudia Sarne – Senaryo: Gary Whitta – Yönetmen: Albert Hughes, Allen Hughes – ***

Un Prophete

Bu yıl Oscar yarışında öne çıkan 2 yabancı film var: İlki Haneke’nin Das Waisse Band’ı. Geçtiğimiz kasımda filmi izlemiş, 2009’un en iyi filmi demiştim ki bence hala öyle. İkincisi Fransız Anneud’un Un Prophete’i. Bu da harika bir film.

Film, basit bir suçlu olarak hapse giren Malik’in 6 yıl içinde, istemese de karşısına çıkan çeşitli durumları lehine çevirerek bir suç dehası haline gelmesini anlatıyor. 2.5 saati aşan süresine rağmen 1 saniye bile sarkmıyor ve asla sıkmıyor. Çünkü akıcı kurgusuyla her dakikasını oldukça verimli kullanıyor. Üstelik bunu yaparken ne karakter gelişiminden ne senaryo dinamiklerinden ne de oyuncularına imkan tanımaktan feragat ediyor. Kısacası önümüzde harika bir senaryo var. Klişe bir cümle ama bir örümcek ince ince örmüş sanki. Öylesi!

Üstüne Anneud çok iyi bir yönetim sergiliyor. Hapishane soluyoruz resmen. Ama daha da önemlisi oyuncu yönetimi harika. Tahar Rahim’den aldığı performans sinema tarihine geçecek kadar harika.

Karşımızda bir başyapıt olduğu kesin. Hapishane alt türünün 1 numarası olacak kadar. Bu filmden sonra The Shawshank Redemption çok temiz gözükecek.

Oyuncular: Tahar Rahim, Niels Arestrup, Adel Bencherif, Hichem Yacoubi, Reda Kateb, Jean-Philippe Ricci, Gilles Cohen, Pierre Leccia, Foued Nassah – Görüntü Yönetmeni: Stéphane Fontaine – Müzik: Alexandre Desplat – Senaryo: Thomas Bidegain, Jacques Audiard, Abdel Raouf Dafri, Nicolas Peufaillit – Yönetmen: Jacques Audiard – ****1/2

Son Zamanlarda İzlediklerimden

06/12/2009 1 yorum

Yine ne zamandır sinema yazmadım. Yazılmayan filmler de giderek dağ olmaya başladı. Onun için her biri için 1-2 paragraf halinde toplu geçide buyurun:

Zombieland, bir korku-komedi filmi. Zombilerle ciddi biçimde dalgasını geçen ama bunu yaparken de zombi kültürüne saygıda kusur etmeye bir film. Üstelik bunu belli bir üslupta ve tempoda yapınca da iyi bir film pozisyonuna giriyor. Zombieland, yılın en matrak filmlerinden bir olmayı başarıyor. Kadrosu da, esprileri de, görsel tarzı da çok yerinde.

Oyuncular: Woody Harrelson, Jesse Eisenberg, Emma Stone, Abigail Breslin, Amber Heard, Bill Murray – Görüntü Yönetmeni: Michael Bonvillain – Müzik: David Sardy – Senaryo: Rhett Reese, Paul Wernick – Yönetmen: Ruben Fleischer – ***1/2

Funny People, benim adıma ciddi bir hayal kırıklığı oldu. Böyle bir kadrodan böyle sıradan bir film! Apatow, tamam, ölüm hakkında ciddi bir komedi yapmak istedin de fazla ciddiye kaçmışsın be abi. Bu ne yani? Basit bir kavgayla böyle bir filmi sonlandırmak ne kadar mantıklı? Onu bıraktım, karakterlerinde gerçekçilik can çekişiyor ki biz seni komediye gerçekçilik getirdin diye sevdik (bkz. Knocked Up, Freaks & Geeks, Undeclared). Yanlış mıyım?

Oyuncular: Adam Sandler, Seth Rogen, Leslie Mann, Eric Bana, Jonah Hill, Jason Schwartzman, Aubrey Plaza – Görüntü Yönetmeni: Janusz Kaminski – Müzik: Michael Andrews, Jason Schwartzman – Senaryo ve Yönetmen: Judd Apatow – **1/2

The Ugly Truth, klişeler bombardımanı olmasına rağmen eğlenceliydi. Vasatın üzerine çıkması bile yeterli. 2 saat beni eğlendirdi ve gitti.

Oyuncular: Katherine Heigl, Gerard Butler, Bree Turner, Eric Winter, Nick Searcy, Jesse D. Goins, Cheryl Hines – Görüntü Yönetmeni: Russell Carpenter – Müzik: Aaron Zigman – Senaryo: Nicole Eastman, Karen McCullah Lutz, Kirsten Smith (Nicole Eastman’ın hikayesinden) – Yönetmen: Rubert Luketic – ***

Paper Heart, romantik komedi mockumentery’si (kurmaca belgesel) yapmaya çalışan bir deney ama olmamış. Baştan itibaren belgesel gibi sunulan film, bir süre sonra bu temposundan kurtuluyor. Ortaya saçma sapan bir şey çıkıyor. Michael Cera’nın kız arkadaşı için düştüğü hallere bakar mısınız? Sayın Charlyne Yi, bu filmi kendiniz izlediğinizde gülebiliyor musunuz? (Michael Cera ile Yi film çekilirken harbi çıkıyorlardı, işin esprisi sözde bu ama sırf bu fikirden film çıkmaz ki kardeşim zaten çıkmıyor da! Cera, film gösterime girdikten sonra Yi’yi bırakmış. Eeee, böyle bir filmden sonra çok normal!)

Oyuncular: Charlyne Yi, Michael Cera, Jake M. Johnson – Görüntü Yönetmeni: Jay Hunter – Müzik: Michael Cera, Charlyne Yi – Senaryo: Nicholas Jasenovec, Charlyne Yi – Yönetmen: Nicholas Jasenovec – *1/2

Beni tanıyanlara biraz garip gelebilir ama ben 2012’yi ciddi manada beğendim. Film tamamen klişelerle örülü. Hatta bir eleştiride okudum, Emmerich’e artık birer tane bile yetmiyor ki üçer tane kullanıyor her klişeden, yazıyor. Çok doğru, her aksiyon filminde gördüğünüz tüm klişeleri üçer defa kullanmış Emmerich. Ama buna rağmen film keyif veriyor. Çünkü adam dünyanın sonunu harika resmetmiş. Efekt kullanımı olağanüstü. Los Angeles’ın çöküşünü görüyorsunuz. Şahane bir sahne ya! O efektler için bu film sinemada seyredilir, para da verilir.

Oyuncular: John Cusack, Amanda Peet, Chiwetel Ejiofor, Thandie Newton, Oliver Platt, Thomas McCarthy, Woody Harrelson, Danny Glover, Liam James, Morgan Lily, Zlatko Buric, Beatrice Rosen, Johann Urb – Görüntü Yönetmeni: Dean Semler – Müzik: Herald Kloser, Thomas Wanker – Senaryo: Roland Emmerich, Herald Kloser – Yönetmen: Roland Emmerich – ***

Julie & Julia, bir blog üzerine çekilmiş dünyadaki ilk film. Julie Powell, 2002 yılında Julia Child’ın (Amerika için) ünlü yemek kitabındaki tüm tarifleri bir yıl içinde yapmaya karar veriyor ve bu deneyimlerini günlük olarak bloguna yazıyor. İşte bu blog, bu filme dönüşüyor. Film, Julie’nin blogu tutarkenki olayları anlatırken hem de Julia’nın 50’lerde Fransa’ya gidişini, orada ünlü bir yemek okuluna katılışını ve sonunda da ünlü kitabını yazışını gösteriyor. Eğlenceli ve karın acıktırıcı bir film. Yapılan yemeklerin haddi hesabı yok ve hepsi çok leziz görünüyor ama hepsi tereyağlı, uyarayım.

Oyuncular: Amy Adams, Meryl Streep, Stanley Tucci, Chris Messina, Linda Emond, Helen Carey, Mary Lynn Rajskub, Jane Lynch – Görüntü Yönetmeni: Stephen Goldblatt – Müzik: Alexandre Desplat – Senaryo: Nora Ephron (Julie Powell’ın ‘Julie & Julia’; Julia Child ve Alex Prud’homme’un ‘My Life in France’ adlı kitaplarından) – Yönetmen: Nora Ephron – ***

Bu yılı Zooey Deschanel yılı olduğunu farz edersek Gigantic’i izlememek ayıp olurdu. Farklı bir romantik komedi olduğu kesin ama ciddiliği çok ağır kaçmış. Kendini fazla ciddiye almış ki sonuçta romantik bir film çekmeye çalışmışlar. Yatak satıcısı çelimsiz oğlan ile sengin babanın özgür kızı arasındaki aşk da pek inandırıcı değil. Hele oğlanın çocukluktan beri Çinli bir bebek evlat edinmek istemesi hiç inandırıcı değil. (Ya anlamadığım Amerikalıların, milyonlarca Asyalı çocuğu keyifleri uğruna çalıştırırken bir tane çocuk kurtararak nasıl bir vicdan hesabına giriştikleri. Çok salakça geliyor bana.)

Oyuncular: Paul Dano, Zooey Deschanel, Edward Asner, Jane Alexander, John Goodman, Sean Dugan, Brian Avers – Görüntü Yönetmeni: Peter Donahue – Müzik: Roddy Bottum – Senaryo: Matt Aselton, Adam Nagata – Yönetmen: Matt Aselton – **1/2

Sezonun beklediğim birkaç filminden biriydi 7 Kocalı Hürmüz. Şahsen Ayten Gökçer’in o ünlü kompozisyonunu görebilecek kadar yaşlı biri değilim. Ama hikayeyi az çok bilirdim. ‘Tanrım’ şarkısını bilmeyen yoktur zaten.

Ezel Akay’ın işlerini de takip ederim yakından. Kendisi grotesk komedi yapan tarihteki tek Türk yönetmendir. Zaten dünyada da sayılıdır. Groteskliği, gerçeği fersah fersah yok saydığından pek sevmem lakin yerinde yapılırsa da tadından yenmez (bkz. Tim Burton filmleri).

Akay, bu işe baş koymuş, ısrarla mükemmeli arıyor. Ama bence bir türlü tutturamıyor. Teknik aksaklıkların da bir nevi kurbanı oluyor çünkü hep ilklerle uğraşıyor. Bu sefer de nice zamandır ilk defa tamamen stüdyoda çekilen filmi çekti. Ama yine dekor çok yabancı duruyor ve benim filme girmemi ısrarla engelledi. Dekorun sahteliği her açıdan belliyken masal da anlatsa ben keyif alamıyorum. Bu güzel müzikal da, kadro da heba oluyor böylece!

Oyuncular: Nurgül Yeşilçay, Gülse Birsel, Haluk Bilginer, Erkan Can, Mehmet Ali Alabora, Öner Erkan, Sarp Apak, Cengiz Küçükayvaz – Görüntü Yönetmeni: Hayk Kirakosyan – Müzik: Sunay Özgür, Ender Akay – Senaryo: Gürsel Korat (Sadık Şendil’in oyunundan) – Yönetmen: Ezel Akay – **1/2

Chan-wook Park, Oldboy efsanesinden beri izlenecek yönetmenler listesinde. Ne çekse izliyoruz. Bu sefer ciddi bir vampir film çekmiş. Çok kanlı olmasına rağmen korku filmi değil. Bildiğiniz dram, hatta hafif komediye de kaçıyor ama çok görünür değil. Bir rahibin istemeden vampir olmasını ve sonrasında bu durumla başa çıkmasını anlatıyor, Bakjwi (Thirst). Vampir türünde çekilmiş en ciddi filmlerden biri. Ama geçen yılın efsanesi Lat den Ratte Komma in kadar sinematografik olamıyor. Bunun yerine basit vampir klişeleriyle (bence) vakit öldürüyor. Filmdeki aşk da ayrı bir anormallik. İzleniyor ama tam olmamış.

Oyuncular: Kang-ho Song, Ok-vin Kim, Hae-sook Kim, Ha-kyun Shin, In-hwan Park, Dal-su Oh, Young-chang Song – Görüntü Yönetmeni: Chung-hoon Chung – Senaryo: Seo-Gyeong Jeong, Chan-wook Park – Yönetmen: Cham-wook Park – ***1/2

Ve son olarak dün gece Love Happens’ı izledim. Yine ciddi olmaya çalışan bir romantik komediydi. Ama bunu bildik stüdyo kurallarıyla ve türün klişeleriyle beraber yürütmeye çalışınca tüm film çökmüş. Ortada izlenecek bir hikaye bile kalmamış. Oyuncu kadrosu çok hoş oluşturulmuş halbuki. Yazık!

Oyuncular: Aaron Eckhart, Jennifer Aniston, Dan Fogler, John Carroll Lynch, Martin Sheen, Judy Greer, Frances Conroy, Joe Anderson, Sasha Alexander – Görüntü Yönetmeni:Eric Alan Edwards – Müzik: Christopher Young – Senaryo: Mike Thompson, Brandon Camp – Yönetmen: Brandon Camp – **

Das Weisse Band

Üniversitedeki tarih hocam Eminalp Malkoç, iki dünya savaşı arasında Avrupa’daki politik durumu anlatırken Almanya’yı haylaz bir çocuğa benzetmişti. Daha doğrusu, İngiltere ve Fransa’nın Almanya’yı haylaz bir çocuk gibi gördüklerini söylemişti. Ailenin haylaz çocuğu bazen dozu kaçırabilirdi ama her zaman ailenin içinde kalmaya devam edilecekti. Aile cezasını kendi verecekti lakin aile dışında bir farklılık olmayacaktı.

Bu dersten yaklaşık 5 yıl sonra Haneke’nin yeni filmi de aynı sözleri söylemeye başlayınca bir an irkildim. Aklım o ders ile film arasında gidip gelmeye başladı. İşte bu sebeple ki film beni çok etkiledi.

1. Dünya Savaşı’nın arifesinde feodaliteyle yönetilmeye devam eden bir Alman köyü. Herkes huzurlu ve halinde memnun. Herkes görevini kabullenmiş, ses etmeden uygulama çabasında. Ama her sessizlikten sonra bir fırtına gelir. Daha doğrusu bir anda gelmez ama belirtileri görülse bile kâle alınmaz.

İşte bu küçük köyde önceleri pek de kimselerin umursamadığı küçük ama hepsi dikkatlice düşünülmüş suç olayları meydana gelmeye başlıyor. Bir atın ince, gergin bir iple düşürülüp sahibinin sakatlanması misali. Giderek artan bu olaylar köyde huzuru bozmaya başlıyor ama hiçbir şekilde sorumlu veya sorumlular bulunamıyor. Yaklaşan siyasi fırtına öncesi herkes olayları anlamaya başlasa da birbirlerine itiraf edemiyorlar. Çünkü en başta kendilerine açıklayamıyorlar.

Das Weisse Band, bu Alman köyünün üzerinden aslında 20. yüzyıl başındaki Avrupa’nın mikrokosmozunu ortaya koyuyor. Çoğu bazı şeylerden huzursuz olsa da hayatlarına devam etmeye çalışıyorlar. Israrla statükonun korunacağını farz ediyorlar. Yaklaşmakta olan değişimi fark etmek istemiyorlar. Hatta daha da ileri gidip, değişimi zapt altına almaya çalışıyorlar. Ama değişim bir kere başladı mı durduramazsınız. Üstelik ona karşı kullanılan şiddet, daha çok geri teper. Değişimin daha sancılı, daha acı verici olmasını sağlar.

İşte Avrupa bu sancılı yollardan çok önceleri geçmiştir. Bunlardan hatalarını öğrenerek yoluna devam etmiş, sağlıklı bir toplumsal yapının temelini atmıştır. İşte 21. yüzyıl Avrupası bu temel üzerinden yükselmektedir. Türkiye’nin her alanda ezilmesinin, her hareket altında kavgaya tutuşmasının nedeni de budur. Çünkü Türkiye bu sancılı yolların hiçbirinden geçmemiştir, daha yeni yeni emeklemeye başlamıştır. İçinde yaşadığımız kaosun sebebi de bundan ibarettir.

Esas konumuza geri dönersek, yaşayan en büyük yönetmenlerden biri olan ve her filmiyle daha da ustalaşan Michael Haneke, yine olağanüstü bir deneyim yaşatıyor bize. Olağanüstü kelimesi belki klişe kaçıyor lakin türdeşlerinden fersah fersah farklı bu yapıta başka bir sıfat bulamıyorum.

Her Haneke filminde olduğu gibi diken üstünde izlenilen eser; incelikli senaryosu, abartısız oyunculukları ve gönüllerde huzur verici ama kasvetli bir duygu bırakan siyah-beyaz görüntü çalışmasıyla bambaşka bir dünya sunuyor bize. Aldığı Altın Palmiye’yi bu kadar hak eden bir filmi nicedir izlememiştim. İleride adı 2009 ile anılacak birkaç filmden belki de birincisi!

Oyuncular: Michael Kranz, Christian Friedel, Leonie Benesch, Marisa Growaldt, Ulrich Tukur, Susanne Lothar, Mercedes Jadea Diaz, Josef Bierbichler – Görüntü Yönetmeni: Christian Berger – Senaryo ve Yönetmen: Michael Haneke – ****1/2

Üç Maymun

Ben bu filme Türkiye’nin American Beauty’si desem abartmış mı olurum? Çünkü nasıl o film, Amerikan aile değerlerinin nasıl yozlaşmış olduğunu ortaya çıkarıyordu. Üç Maymun da Türk aile yapısının yozlaşmış olduğunu ispatlıyor. Yaş yavaştan kemale eriyor ya, evlilik kurumunu daha fazla inceliyorum artık. Açıkçası gördüklerim pek iç açıcı şeyler değil. Herkes bir evcilik oynuyor gidiyor. Evliliğin tarafları (çocuklar da dahil) hayali bir görev tablosu çizmişler, herkes onu uyguluyor. Tabloyu ihlal eden kapı dışarı ediliyor. Evlilik artık sosyal bir statü halini almış. Bu durumda, statüko harici bir olay tüm yapıyı yerle bir edebiliyor. Nitekim artan boşanma davaları da bu saptamayı destekliyor.

Filme dönersek, Nuri Bilge Ceylan’ın bu sefer daha açık olduğu kesin. İzleyici filme daha fazla hakim olabiliyor lakin bu, alışık olunan konvesiyonel sinema tarzı kadar değil. Yine film, izleyiciyle kendisi arasında belli bir mesafe bırakıyor. Tabii filmin daha yakın olmasının bir sebebi de Ceylan’ın ilk defa profesyonel oyuncu kullanması. Normal hayattan alışık olunan bu simalarla özdeşleşmeniz daha kolay oluyor.

Ceylan, bu filmde tipik bir Türk ailesi içindeki iletişimsizliği sorguluyor. Herkesin bir görevi olduğu bir ailede, normalin değişmesiyle ortaya çıkan olayları gösteriyor. Doğal olarak bu tarz durumlarda, bilinçaltına atılan birtakım anılar da gün ışığına çıkıyor. Yavaş tempo, ne yükseliyor ne de azalıyor. Öykü aynı hızda akarken çeşitli kayalara çarpsa da bu çarpmaların etkisi anlık kalıyor.

Filmin en öne çıkan unsuru, görüntüleri. Gayet çarpıcı olan kareler haricinde gösteriş yapan bir öğe bulmak zor. Oyunculuklar da, reji de kurgu da gayet sade. Böylece Ceylan esas olarak hikayeyi ön plana çıkarıyor. Bu da önceki filmleriyle önemli bir fark teşkil ediyor.

Ceylan, aslında çok doğal olarak lakin genel Türk yapısına göre şaşılası bir biçimde, giderek olgunlaşıyor. Böylece, Üç Maymun Ceylan’ın gelecekte çekeceği başyapıtlar öncesinde önemli bir durak görevi görüyor.

Oyuncular: Yavuz Bingöl, Hatice Aslan, Rıfat Şungar, Ercan Kesal – Görüntü Yönetmeni: Gökhan Tiryaki – Senaryo: Nuri Bilge Ceylan, Ebru Ceylan, Ercan Kesal – Yönetmen: Nuri Bilge Ceylan

Apocalypse Now

Savaş nedir? Bir güç, iktidar mücadelesi mi? Belki üst düzey yetkililer için öyledir. Ama ya birey için? Bunu sıcak çatışmaya giren her birey için soruyorum. Bu birey için savaş ne ifade etmektedir? Bir gün “Sabahları napalm kokusunu seviyorum.” diyebilmek midir? Modern dünyada Wagner dinleyerek hücuma geçmek midir savaş?

Apocalypse Now savaşı hiç olmadığı şekilde anlatıyor, 30 yıl önce çekilmesine rağmen. Bu filmde, çatışma görmüyorsunuz, düşman da yok, sadece üstlerinin bunları öldürün dediği birtakım insanları katletmek var. Filmdeki teknenin kaptanı Chief’in dediği üzere, birey sadece denileni yapmakla yükümlü, yargılamakla değil. Ama bu yükümlülük öyle bir şey ki sonuçta birey bireyliğini yitiriyor.
İsterseniz en baştan alalım. Apocalypse Now, 70’lerde ardı ardına iki The Godfather ve The Conversation olmak üzere üç başyapıt çeken Francis Ford Coppola’nın bu dönemdeki son filmi. Çünkü bu filmin ticari olarak batmasının ardından bambaşka diyarlara yelken açacaktır. İşte bu Coppola, hem ticari hem eleştirel anlamda büyük başarılara imza atan üç filminin ertesinde çok zor bir işe girişir: Joseph Conrad’ın 19. yüzyılda Kongo için yazdığı ‘In the Heart of Darkness’ adlı romanını Vietnam’a uyarlamak. Roman daha önce hiçbir edebi eserin değinmediği bir kavramı sorgular: Bireyin iç dünyasında, aydınlıktan karanlığa olan yolculuğu. Pantolon giyen, kitap okuyan, çağdaş bir insanın bir takım olaylar neticesinde taş devri insanına dönüşümü anlatılır. Bu birtakım olayların en alenisi de savaştır. Çünkü evinde kitabını okuyan, eğitim gören, insani münasebetlere giren bireyi alıp bilmediği bir coğrafyada eline bir silah verip “Öldür ya da öl!” dersin ve o adam zorunlu olarak bir evrim geçirir. Ölmemesi için öldürmesi gerekiyordur ve bunun için de tıpkı 1000-2000 yıl önce atasının yaptığı gibi vahşileşmesi gerekiyordur. Asıl çarpıcı olan taraf da bu evrimde geri dönüşün olmamasıdır.
Coppola bize ilk karede aslında sonu gösterir, insanlığın sonunu. Yemyeşil ağaçlarla kaplı canlı bir ormanı görürüz. Ses kaydından mekanik bir helikopter sesi gelir. Burası bir cennettir ama garip bir ses onu tehdit etmektedir sanki. Derken birkaç helikopter perdede belirerek napalm bombalarını bırakırlar. Ortalık bir anda ateş çemberine dönüşür ve ses kaydında da The Doors’tan ‘The End’ dönmeye başlar. Burası, artık hiç şüphe yok ki, kıyamettir!
Sonra bir erkek yüzü görürüz. Yatakta sele serpe uzanmış, vantilatörün mekanik sesini dinleyen biri. İç ses konuşmaya başlar. Eve döndüğünü ama bu vahşeti özlediğini anlatır ve bu vahşette de evi. Şimdi Saygon’dadır ve amirlerinden gelecek görevi beklemektedir. Sabah kapısı çalınır ve görevi gelir. “İsteyen er geç amacına ulaşır.” Görevi gizlidir, tıpkı daha önceki görevleri gibi. Ondan istenilen, Vietnam’dan çıkıp Kamboçya’da kendini tanrı ilan eden ordunun en iyi subaylarından Albay Kurtz’u öldürmesidir. Bunun için emrine bir tekne ve dört mürettebat verilir. Nehir boyunca içeri gidecek, hedefini bulacak ve dönecektir. Tabii iş o kadar basit değildir. Öldürmesi gereken kişinin yeri belirsizdir ve en önemlisi geçmişi inanılmaz askeri başarılarla doludur. Yolda bilgileri okurken kendini sorgular. Kurtz, tam bir ölüm makinesidir ve bunu, artık medeni yollarla yapmıyordur. Çünkü karşısındaki düşman medeni değildir ve öyle savaşıyordur. O da aynı yöntemi uygulayınca kendi amirleriyle ters düşer ve elindeki güçle kendi krallığını ilan eder. Aslında ondan istenen de tam olarak budur çünkü ABD’nin Vietnam’da yaptığı budur. Ama bunu ancak devlet yapabilir, birey yapmamalıdır. Bu yüzden de görev gizlidir.
Adamımız, Yüzbaşı Williard, nehir boyunca ilerlerken savaşın farklı yüzlerini görür. İlk olarak Wagner bestesini hücum borusu olarak kullanan Yarbay Kilgore ile tanışır. Kilgore da bir nevi vahşidir, önüne gelir öldürür ve bütün bunlar ona normal gelmektedir. Bir yandan operasyon yaparken bir yandan sörf yapmak amacındadır. “Sabahları napalm kokusunu seviyorum.” ve “Ben bu denizde sörf yapılabilir diyorsam bu deniz güvenlidir! (arkada bombalar düşmektedir)” onun marka sözleridir.
İşin daha ilginci nehrin içine girdikçe daha garip olaylar görmesidir. Karanlıkta nehir boyunca ilerlerlerken birden ışıklı bir amfi ile karşılaşırlar. Karaya çıktıklarında o gece playboy kızlarının şov yapacaklarını öğrenirler. Denildiği üzere kızlar gelir ve en azdıran danslarını yaptıkça sayısı bini aşan asker topluluğu daha da coşar ve sahneye akın ederler. Kızlar son anda kurtulur ama bu, vahşiliğin başlangıcından başka bir şey değildir.
Birkaç gün sonra buldukları bomboş bir kampta ise aynı kızları deliliğin eşiğinde bulurlar. Üstelik 2 saatlik eğlencenin ücreti sadece 2 bidon yakıttır! Kamboçya sınırına yaklaştıkça delilik sadece kıyıda kalmaz, tekneye de bulaşmaya başlar. Bir köpek yüzünden bir yerli teknesini katleden mürettebat, Williard’dan tek yorum duyar: “Durmamanızı söylemiştim.”
Nehrin son ABD kampında ise başsız bir fare sürüsüyle karşılaşılır. Williard’ın tüm çabasına karşın komutanı bulunamayan kampta askerler, öylesine etrafta kurşun saçıyordur. Bir kısmı ise delilik sınırında tekneye binmeye çalışır. Azimle yola devam eden tekne, kıyıdan yapılan ilk saldırıda Clean’i kaybeder. Bir zaman sonra ise ilginç bir Fransız komüne rastlarlar. Clean’i toprağa veren ekip, bir gün soluklanarak hedefe doğru son adımı atarlar.
Williard’ın Kurtz’u bulması filmin 150. dakikasına denk gelir. Bu zamana kadar medeniyetle vahşiliğin arasındaki her kademeye şahit olan ekip, Kurtz ile son raddeye gelir. Böylece karanlığın kalbine olan yolculuk tamamlanır. Yarı çıplak yerlilerden oluşan bir kitle Kurtz’un etrafında kümelenmiştir. Ekibi karşılayan hippi gazeteci, Kurtz’un ayrı bir varlık olduğuna işaret eder. Zaten ekibin gelmesinin nedeni çok aşikardır. Williard’ı hapseden Kurtz, zaten artık nirvanaya ermiş (vahşileşmiş) olan Lance hariç kalan mürettebatı öldürtür. Burada filmin doruk noktasına gelinir: Williard da nirvanaya erecek midir yoksa içindeki medeni sesi dinleyip Kurtz’u öldürecek midir?
Filmin belgeselinde Coppola, final sahnesinin müziğinin nasıl olması gerektiğini şöyle anlatıyor: “İlk notalar 1968’in ilk kıvılcımlarına işaret edecek, sonra 1950, 1900, 1700, 1500 ve taş devri. Böylece karanlığın kalbine ulaşılacak.”
Filmin sinema tarihinde ismi altın harflerle yazılmış olan bir başyapıt olduğunu yazmama bilmem gerek var mı? Coppola filmi çekerken teknik manada da sınırları zorlamış. 200’ü aşan çekim günü, 1 milyon metrelik negatif uzunluğu filmin çekim şartlarını belki anlatabilir. Bunun yanında çığır açan bir görüntü çalışması, makyaj, kostüm ve bunların yönetimi. Üstüne Dolby Digital’in film uğruna 5+1’i buluşu ve ilk defa kullanması.
3,5 saatlik bu destanı izleyip medeniyet adına uzun uzun düşüncelere dalmalısınız. Kaçmaması gereken, muhteşem bir yapım.