Arşiv

Archive for the ‘gezi yazısı’ Category

Avrupa Gezi Notları – 4: Amsterdam

28 Mayıs Pazartesi sabahı yine otelden kalkıp Müge’nin yurduna gittim. Beraber yine güzel bir kahvaltı yaptık. Sonra Müge, çalışmak için üniversite labaratuarına giderken ben yavaştan havaalanına doğru yola koyuldum. Uppsala merkezine yürürüp havaalanına giden otobüse bindim. Stockholm Arlanda Havaalanı’ndan Scandanavian Airlines ile Hollanda’nın başkenti Amsterdam’a uçtum.

Schipol Havalimanı’ndan otobüse binerek Amsterdam merkeze indim. 1 ay önce rezervazyon yaptırdığım otelimi aramaya koyuldum. Kaldığım yer olan Art Gallery Hotel, Leidseplein Meydanı’na 3-4 dakikalık yürüme mesafesindeydi. Otele girişimi yaptıktan sonra odama çıktım. 3. katta dışarıya bakan küçük bir odaydı. Pencereden ünlü Rijksmuseum görünüyordu. Odada sadece lavabo vardı, tuvaleti kattakilerle ortaktı. Bu dezavantajı hariç şirin denebilecek bir odam vardı. Biraz yerleştikten sonra dışarı çıktım hemen.
Daha fazlasını oku…

Kategoriler:gezi yazısı Etiketler:,

Avrupa Gezi Notları – 3: Stockholm

27 Mayıs Pazar sabahı kaltıktan sonra direkt Müge’nin yurduna gittim. İki arkadaş güzelce kahvaltı ettik, sohbet ederek. Ardından yürüyerek Uppsala merkeze geldik. Müge’nin karnavalda işleri olduğundan bana katılamayacaktı ama ben günübirlik Stockholm’a gidecektim. Müge Hanım 😀 beni trene bindirdikten sonra döndü. 40 dakika sonra Stockholm ana garındaydım.

Zaten Müge’yle kısa bir plan yapmıştık. Hemen onu uygulamaya koyuldum. Önce eski Stockholm’ün olduğu adayı (Gamla Stan) turladım. Bu arada şunu hemen belirtmem gerek, Stockholm adalardan oluşmuş bir kent. Güneyinde de daha binlerce irili ufaklı ada var. Uçak inmeden önce havadan bunu gayet detaylı görmüştüm. Stockholm de bu adalar topluluğunun en kuzeyindeki birkaçından oluşuyor. Dediğim üzeri eski Stockholm’un bulunduğu ada ufacık. Kraliyet sarayı, Nobel Bilim Akademisi bu ada üzerinde. Geriye kalan binalar hep turistik. Dükkanlar, barlar, restaurantlar, vs. Ben kraliyet sarayının önünden geçerken, turistlere yönelik askeri geçit töreni düzenleniyordu. Askerlerin çoğu kadındı. Fazla durmadan yürümeye devam ettim. Daha fazlasını oku…

Kategoriler:gezi yazısı Etiketler:,

Avrupa Gezi Notları – 2

Arlanda Havaalanı ahşap zeminiyle beni mest etti. Pasaport kontrolüne kadar gayet mutluydum. Kontrole görevli memur, dönüş biletimin çıktısı olmadığından bana zorluk çıkardı. Allah’tan davetiyemi götürmüştüm. Zorla inandırdım memuru.

Neyse çıktım havaalanından. Uppsala otobüsünü bekliyorum. Birden biri “Artun!” diye seslendi. “N’oluyor?” diye arkamı döndüm. İTÜ’den bölüm arkadaşım Mehmet Ali karşımda! Tesadüfün böylesi! Dünya gerçekten küçükmüş. Çarşamba günü Stockholm’de yüksek lisans mezuniyeti varmış. Ailesini almaya havaalanına gelmiş. Telefonunu verdi ve onlar Stockholm’e gitti. Ben de Uppsala’ya yollandım.

Uppsala ana istasyonunda Müge beni bekliyordu. Sarıldık, özleştik. Yürürken konuşmaya başladık hayatlarımızdan. Bu haftasonu karnaval varmış Uppsala’da. Beni direkt oraya götürdü. Çimenlerde oturduk biraz. Sonra arkadaşlarının yanına gittik.  Orta ölçekli bir parkta patika üzerlerinde çeşitli şeyler satıyordu satıyordu insanlar. Yiyecek, içecek, incik boncuk, vs.

Küçük sahnede Müge’nin arkadaşı Cecilia’nın göbek dansı gösterisini seyretmeye gittik. Gayet kalabalık bir topluluk gösteriyi zevkle izledi. Şu çok garibime gidiyor: Batılıların Doğululardan bu kadar tiksinirken (politik, tarihi ve sosyal olarak) Doğu kültürünü bu kadar sevmeleri bana göre büyük bir paradoks! Bunun diğer bir kanıtı da ilerlerleyen saatlerde ortaya çıktı. Daha fazlasını oku…

Kategoriler:gezi yazısı, konser Etiketler:,

Avrupa Gezi Notları -1

Şu anda Estonya hava sahasına girmek üzereyiz. 2.5 saati aşkın süredir uçaktayım.

İlk 1.5 saat sadece uyudum. Dün gece hiç uyuyaamadım çünkü. Yurt dışına tek başına çıkacağım vakit, hep böyle oluyor nedense. Kafama türlü türlü düşünceler geliyor. “Ya uçağı kaçırırsam?”, “Ya şuraya yetişemezsem?” gibi… Zaten kafam çok dolu. Bu tatilde düşünüp taşınacağım sürüyle konu var. Bazı şeyleri kafamda oturtmam gerekiyor.
Daha fazlasını oku…

Kategoriler:anı, gezi yazısı

Her Devrin Şehri, Adana – Bölüm 2

Adana’daki 2. günümüze kapıdaki tıkırtıyla uyandık. Öğretmenevi’nde kalmanın kötü tarafı, belli bir saatte çıkma zorunluğunuz. Böylece Engin ile hemen giyinip dışarı attık kendimizi. Hava oldukça güzeldi ama bir önceki günden daha serindi.

Öğretmenevi’nin tam arkasında 5 Ocak Stadı var ve sabah olmasına rağmen çevre kalabalık. Belli ki Adana Demirspor’un maçı var. Takım 2. ligde belki ama taraftarın hiç yalnız bırakmadığı aşikar takımını.

Vali Konağı’nın yanında keyifli bir kahvaltı yaptık Engin ile. Sonra müzeleri bitirmeye karar verdik ve Adana Etnografya Müzesi’ne doğru yollandık. Müzeyi bulduğumuzda kapıda bir sürpriz bizi bekliyordu: Türkiye’nin en eski müzelerinden biri olan bu müze, tamamen kapanmıştı! Tadilat filan da değildi, bina yerindeydi ama kapanmıştı. Bekçi, bahçeye bir göz atabileceğimizi söyledi. Gelişigüzel lahitlerin yanyana serpiştirilidiği bahçeyi geçerek müzeden çıktık.
Daha fazlasını oku…

Kategoriler:gezi yazısı, mekan, yemek Etiketler:

Her Devrin Şehri, Adana – Bölüm 1

18/03/2012 1 yorum

Politik literatürde ‘her devrin adamı’ diye bir sıfat vardır. Her koşula uyum sağlayan ve her koşulda öne çıkan insanlar için söylenir. Hatta Fred Zinnemann’in bu konuya hususi yapılmış A Man for All Seasons isimli bir klasiği bile vardır. Adana hakkındaki ilk izlenimim de bunu çağrıştırıyor. Dümdüz bir ova ve ortasından geçen bir ırmak ile oldukça ‘bereketli topraklar üzerinde’ kurulmuş bir kent. Düzenli bir şehir planlaması ile birbirini dik kesen büyük bulvarlar/caddeler, geniş kaldırımlar, rahat insanlar ve ılıman bir iklim.

Oldukça karlı geçen bir kışın son demlerini yaşarken Adana’da havanın 20-18 derece arasında olacağını öğrendiğimde direkt paltomu yanıma almamayı kafama koymuştum. Nitekim, cumartesi sabahı 9 buçuk gibi Adana Havaalanı’na indiğimde ılıman bir hava beni karşıladı. Üst üste giydiğim t-shirt, yünlü hırka, polar üçlüsü fazla gelmeye başlamıştı bile. Önümü tamamen açarak ilk adımı attım.

Şehrin fazlasıyla içinde kalan havaalanında, ilk önce tek seçenek taksi gibi gözükse de aslında hiç öyle değil. Havaalanı kapısından en fazla üç dakika yürüyüp ana caddeden üzerinde ‘Meydan’ yazan minibüslere bindik. 1.5 TL’ye 15 dakika sürmeden ünlü Taşköprü’nün önündeydik. Bu köprü, yüzyıllara dayanan gücünü hemen belli ediyor. Seyhan Nehri’nin üzerindeki bu en eski köprü, şehre ilk defa bakmak için de ideal bir başlangıç noktası. Köprü üzerinden çevremize biraz göz attık. Sonra da Engin’le karşıya geçtik. Köprünün hemen bitiminde yer alan Hilton’un önünden dönüp bir sonraki köprüden yine geri geçtik. Bu sefer bizi, Türkiye’nin en büyük camisi olan Sabancı Merkez Camisi karşıladı.
Daha fazlasını oku…

Hatay’da Bir Ocak Kaçamağı – Bölüm 3

15/01/2012 1 yorum

Sabah kalkınca istikamet belliydi: Çınaraltı Künefe! Şapır şapır yağan yağmur bile beni bu kararımdan döndüremezdi. Kahvaltıda tatlı yiyip bir marjinallikle güne başlayacaktık. Ama Uzun Çarşı’da tam çınarlı avluya döndük ki kapalı avlu kapısı bir gardiyan gibi karşımızda belirdi. Halbuki önceki gün garsona bilerek sormuştum, pazar açıklar mı, kaçta açılıyor diye. 9 buçuk deyince, ikinci kere teyit bile almıştım hatta. Saat 10 olmuş, hala kapalı! Bu, bana yapılır mı sayın okuyucu?

St. Pierre Kilisesi’nin Girişi

Mecburen kahvaltılık bir şeyler yemeye Simit Saray’ına girdik. Orası da ağzına kadar asker doluydu. Hemen tıkınıp kalktık. Arabayla Reyhanlı yolu üzerindeki St. Pierre Kilisesi’ne gittik. 1. bölümde size yazmıştım ya, havarilerin Filistin’den kaçıp Antakya’ya geldiğini. İşte o havariler, ilk kiliseyi (dünyadaki ilk kilise!) Habib-i Neccar Dağı’nın eteklerine kuruyor. Biz de artık müze olan bu 2000 yıllık yapıyı ziyaret ettik. Aslında görülecek çok şey yok.  Geniş bir salon büyüklüğünde bir yer, dağa oyulmuş. İç duvarında Hz. Meryem ve Hz. İsa heykelleri var. Önünde de papazın çıkması için lahitten bir kürsü var. Sağ köşede dağdan sızan suyun biriktiği küçük bir taş boşluk var. İlk vaftiz törenleri bu suda yapılırmış. İçerdeki yazıda, depremler nedeniyle suyun azaldığı yazıyordu. Sol köşede de mağaralara giriş var. İlk Hrıstiyanlar, Pagan Romalı’lardan kaçmak için bu mağaraların içinde saklanırmış. Depremlerde yıkılmış tabii. Her yılın 29 Haziran’ında burada ayin yapılıyormuş. Daha fazlasını oku…

Kategoriler:gezi yazısı, tarih Etiketler:, ,

Hatay’da Bir Ocak Kaçamağı – Bölüm 2

Harbiye’den sonra Samandağı’ndaki Beşikli Mağara’ya gitmek istedik. Aslında pek mantıklı bir karar değildi, çünkü havanın kararmasına 1 saatten az kalmıştı. Nitekim, daha Samandağı’na varmadan hava karardı. İşin daha da ilginçliği, haritamızı odada unuttuğumuzdan nasıl gideceğimizi de bilmeyişimizdi. Yol alırken, Onur internetten Samandağı hakkında bilgiler okudu. İlçenin, tamamen solcu olduğunu öğrenmek ve hatta ÖDP’nin belediye seçimlerini kazandığını duymak ilginçti. Zaten Harbiye’de de Ahmet Kaya ve Deniz Gezmiş posterleri ilgimizi çekmişti.

Sora sora Bağdat bulunurmuş. Biz de sora sora Çevlik ve Titus Tüneli/Beşikli Mağara’yı bulduk, üstelik zifiri karanlıkta. Mağaralara daha gelmeden, sol yanımızda deniz olduğunu anladığımızda arabayı durdurduk ve sahile indik. Gayet uzun olduğu anlaşılan kumsalı, yaklaşık 1.5 metrelik dalgalar tüm hırsıyla dövüyordu. Deli bir rüzgar vardı ve oldukça üşütüyordu. Ama ortam oldukça benzersizdi. Sanki İstanbul’da hiç deniz görmüyormuşuz gibi, denizin sesi bizi coşturmuştu. Gökteki dolunay ise göz kamaştırıyordu. Tüm soğuğa rağmen biraz sahilde yürüdük, uzun uzun çığlık attık dalgalara cevap olarak. O ıssız ve kapkaranlık kumsalda tılsımlı bir hava vardı. Eminim, yazın da çok hoştur.

Daha fazlasını oku…

Kategoriler:gezi yazısı, tarih, yemek Etiketler:, ,

Hatay’da Bir Ocak Kaçamağı – Bölüm 1

10/01/2012 3 yorum

Hatay, hep ilgimi çekmiştir. Gerek kişisel hayatımda, gerek okul sıralarında karşıma çıkmıştır. Coğrafyada en güneydeki ildi, Anadolu’da olmayan tek yerdi (fiziki olarak Arabistan Yarımadası’ndadır). Tarihte, Atatürk’ün son anda yurda kattığı topraktı. Aynı zamanda, ben küçükken eniştemin yaptığı künefenin memleketiydi. Uzun aile yemeklerinden önce dil peyniri ve kadayıf tepsiye basılıp, ısıtılmak üzere bekletilirdi. Yemeğin sonlarına doğru ocakta güzelce pişirirdi, sonlara doğru da tüm künefeyi havaya fırlatıp tepside ters çevirirdi (herkes yapamazdı). Afiyetle de yenirdi.

İşte belki de bu memleketin gizeminden, hep gitmek istediğim bir yerdi. Ağustos ayında uçaklarda indirim olunca da hemen aldık, ta Ocak ayının ilk haftasonuna. Ne hava belli, ne de ortam. Olsun, biz yemeğe gitmiyor muyduk?
Daha fazlasını oku…

Kategoriler:gezi yazısı, mitoloji, tarih, yemek Etiketler:,

Tiflis Notları – 2. ve Son Kısım

Hostelde biraz dinlendikten sonra arkadaşımız Soppa ile buluşmak için Freedom Square’e (Barış Meydanı) doğru yola koyulduk. Soppa’yı İstanbul’da tanımıştık, can dostum Müge’nin arkadaşı olarak Engin’de 10 gün kalmıştı. Blogta da bahsettiğim Bir Yaz Gecesi‘nde o da bulunuyordu.

Soppa ile buluştuktan sonra yemek için mekan aradık lakin festival yüzünden adım atacak yer yoktu. Sonra Soppa ve arkadaşı Theo bizi, tenha bir sokakta bulunan tabelası sökülmüş bir bara götürdü. İçerisi Jimi Hendrix, Beatles gibi efsanelerin fotoğraflarıyla doluydu ve 90’lar rock parçaları çalıyordu. Bir köşede bir Commodore 64 duruyordu ve Mario Bros açıktı, isteyen oynasın diye. Bu ilginç mekanı iki orta yaşlı kadın çalıştırıyordu. Yani Türkiye’de pek benzerine rastlayamayacağınız bir mekandı, gayet de hoştu. Soppa’nın bir sürü arkadaşı da bizim masada oturdu lakin bizimle pek muhatap olmadılar. 2-3 saat orada oturduk, ben 2 tost yedim, yerel bir bira daha denedim, bu seferki daha sertti.


Oradan çıkınca hostelimize döndük. Hilal çay demledi, yoldan aldığımız ama pek beğenmediğimiz keki yedik. Ben lobide Ordu’yu tanıtan Türkçe-İngilizce bir kitap buldum, kim bilir kim bırakmıştı oraya, adı da ‘O2’nun Yurdu – Ordu’ydu.


Sabah biraz daha dinlenmiş uyandık. 1 civarında yine Soppa ile bulaşacaktık ama öncesinde biraz ddolaşmak istedik. Hostelin yakınında yerel bir pazar bulduk. İki adımda bir mangalları yakmışlar domuz şiş satıyorlardı. Meyve, pestil, vb şeyler satılıyordu. Sonra bir köprüyü geçerken bir bit pazarına rastladık. Çok garip şeyler satılıyordu: Otel terlikleri, abaküs, eski anahtar kilitleri, eskimiş madalyalar, … Otel terliği ile abaküsü alan çıkıyor mu diye merak ettim.


Tuttuğumuz yol bizi yine Freedom Square’e çıkarırken yol üstünde şekerli hamur işi alıp mobil kahvaltımızı ettik. Sonra da dondurmacıya gidip birer dondurma aldık.

Soppa ile buluşunca şehrin ana caddesinde yürümeye başladık. Parlementonun, opera binasının, teknik üniversitenin, posta merkezinin, konser salonunun önünden geçtik. Hemen hepsi, komünizmde devletin üstünlüğünü hatırlatan görkemli yapılardı. Yorulunca otobüse binerek devam ettik.

Bir yerde başka bir otobüse daha binerek rakım aldık biraz ve bir mesire yerine ulaştık. Ortalık cıvıl cıvıl kalabalıktı. Küçük konserler, çocuklar için çeşitli oyunlar, küçük otantik köy kulübeleri vardı. Asıl garibimize giden, her yerde, meyvesinden etinden şarabına kadar yemek açıkta ve bedavaydı. Soppa, önce halka açık bir etkinlik dedi ama sonra öğrendik ki belediye çalışanlarına özel bir etkinlikmiş ve davetiye gerekiyormuş ama biz arada kaynamışız. Canımıza minnet, karnımızı doyurduk, şarabımızı içtik, etrafı gözlemledik.


Ordan çıkıp yine merkeze indik. Bu sefer Tiflis’in eteklerine yayıldığı dağın tepesindeki parka çıktık. Bu düzenli ve daha çok çocuklara hitap eden park, ücretsizdi ama içindeki dönme dolap ve rollercoaster için para vermeniz gerekiyordu ama biz onlara binmedik. Parkta biraz yürüdük, Tiflis’e tepeden baktık, gerçekten çok geniş olduğunu gördük (umduğumuza göre). Sonra ağzına kadar kalabalık bir otobüsle aşağıya indik ki oturmama rağmen başımdaki üç velet hiç rahat vermedi, sağ olsunlar.


Merkezde, yine yemek için yer aradık ama her yer yine doluydu. Soppa sonunda bir tavernaya götürdü bizi. Türkiye’de hiç gitmemiştim, artık gitmedim demem. Dönen ışıklarıyla, şantörüyle ve garip dekoruyla pavyondan hallice bir mekandı ama gayet aileler gelmişti. Hatta çocuklarıyla gelen iki kadın vardı. Bu olabildiğince garip ortamı gözlemlemek fena halde ilginçti. Bir de bir kadınla iki erkek durmadan şantöre para verip şarkı çaldırıyordu ve dans ediyorlardı. Bir şarkıyı tam 3 kere çaldırdılar ki Soppa ve arkadaşı Theo çıldıracaktı.

Yemeğe gelince o, enteresan bir şekilde iyiydi! Önce tavuklu bir çorba içtim. İçinde tavuğun kemiklerini de koymuşlardı, etleri çorbaya tiftilmişti. Bol sarmısaklı bu çorba enfesti. Çok beğendim. Sonra da peynirli bir hamur işiyle peynir rendeli mantar geldi ortaya. Burası biraz daha fiyatlıydı, 5 kişi için (Soppa ile Theo çok az yedi) 80-90 tl arası ödedik.

Ardından merkezde biraz daha turladık. Yine modern köprüden geçtik. Yanındaki parkta, festivalin son etkinlikleri yapılıyordu. Ufacık bir amfide elektronik müzik şovu yapılıyordu, diğer tarafta da bir çeşmedeki sular belli bir düzenle fışkırtırıp üzerine bale gösterisi yansıtılıyordu. Oturacak yer çok azdı. Pazar gecesi olmasına rağmen, insanlar her yerdeydi. Soppa kendisinin de şaşırdığını, normalde hiç böyle olmadığını anlattı. Herhalde insanlar yazdan kalma son günün keyfini yaşıyorlardı.

Biraz orada vakit geçirince Soppa’lara veda ederek hostelimize döndük, o gece orada uyumayacaksak da. Hostel bahçesinde parti vardı. Hostel sahibesinin kızının doğumgünüydü. Bizi de ısrarla masaya oturttular. Pasta, şarap ve meyve çoktu. Masada biraz vakit geçirdikten sonra bir kanepeye çöküp azıcık uyumaya çalıştık. En azından ben çalıştım, Engin ile Hilal direkt uyudu. 2 buçukta taksi hostele gelip bizi havaalanına götürdü. Uçağa binmeden kalan son ‘lari’lerimizle de şarap aldık birer tane, evde içmek için.

Böylece keyifli bir haftasonu geçirmiş olduk. Gürcistan gibi normalde pek seçeneklere girmeyen bir ülkeyi gözlemledik. İyi de oldu. Olabildiğince rahat takılan, her adımda sigara içen (kapalı mekanlarda serbest), arkadaş canlısı oldukları oldukça belli olan Gürcüleri tanıdık. Komünizm döneminin ve onu izleyen iç savaşın izlerini taşıyan, bu dönemleri atlatıp Batı’ya açılmaya çalışan ve daha çok değişecek olan Gürcistan’da iki gün böylece geçti. Yol dostlarım Engin ve Hilal’e saygılar, bizi gezdiren Soppa ve Theo’ya da çok teşekkürler! (Many thanks to Soppa and Theo who show us around in Tbilisi!)

Kategoriler:gezi yazısı Etiketler:,