Başlangıç > gezi yazısı > Belçika İzlenimleri

Belçika İzlenimleri

Belçika ilginç bir ülke. Gezmek için akla ilk gelenlerden biri değil asla. Köklü bir geçmişe sahip de değil. Açıkçası bu gezi sırasında merak edip biraz araştırana kadar 19. yüzyılda kurulmuş sunî bir devlet gözüyle bakıyordum. Son yıllarda devlet ve ülke kavramlarına bakışım çok değişse de Belçika, düşündüğüm kadar da köksüz değilmiş. Mesela Sezar’ın bu bölgeye Belçika dediği biliniyor ama Belçikalı diye bir halk, kavim, klan var mı derseniz gayet tartışılır.

Günümüzdeki Belçika anayasasına göre ülkenin üç resmi dili (Flemekçe, Fransızca ve Almanca) var ve bu dillerin konuşulacağı bölgeler belli. 60’larda değiştirilen anayasayla bu yapı güvence altına alınmış. Yani Belçika, tipik bir ulus-devlet değil. Farklı dillere ve dolayısıyla kültürlere sahip insanların bir arada, -en azından görünürde- sorunsuz yaşadığı bir devlet. Aslında bir monarşi ama 2. Dünya Savaşı’ndan beri kral sembolik.

Brüksel tarihi meydanından bir kare

Bunlara bir de ülkenin başkenti Brüksel’in, Avrupa Birliği ve kurumlarının ile NATO’nun merkezi olduğunu da eklememiz gerek. Flemenkçe ve Fransızca’nın ortak resmi dil olduğu Brüksel ve çevresinde, üçüncü resmi dil de İngilizce aslında. Kısacası Belçika, insanların modern devlet şartlarına uygun olarak yaşadığı tam bir 21. yüzyıl ülkesi görünümünde.

Peki bir ülkeyi 5-6 günde anlayabilmek mümkün müdür? Tabii ki yok böyle bir şey. Bizim tek amacımız, kişisel yaşantımızdan birazcık uzaklaşıp kafamızı dinlemekti. O müzeden diğer kente koşturduğumuz aşırı planlı bir tatil de istemediğimizden gayet esnek planlı bir program oluşturduk kendimize.

Brüksel

25 Şubat 2023 Cumartesi günü Brüksel Havalimanı’na uçtuk. Buradan kente inmek 15 dakika bile tutmuyor trenle. Brüksel, zaten devasa büyüklükte bir şehir değil. Birkaç modern yapı dışında her şey merkezde veya biraz etrafında bulunuyor. Bu yüzden Brüksel (veya Belçika’nın diğer şehirlerinde) toplu taşıma kullanmanın turistler açısından bir manası pek yok. Merkez bölgenin tam ortasında ve iki ucunda birer gar yer alıyor ve havaalanı treni üçünde de duruyor.

Biz kuzey garına yürüyerek 10 dakika uzaklıktaki Marivaux Hotel’de konakladık. Otelden gayet memnun kaldık. Fiyatı makuldü, her yere yürüyerek rahatlıkla gidebildik. Oda da gayet geniş ve konforluydu. Bir de iç tasarımın sinema temalı olması hoşuma gitti. Odada çeşitli klasiklerden kareler vardı, otelin konferans salonlarına da Welles, Tati gibi usta yönetmenlerin isimleri verilmişti.

İşeyen Oğlan Heykeli
İşeyen Kız Heykeli

Brüksel’de açık alanda görülecek neredeyse her şey yürüme mesafesinde. Tam merkezdeki şehrin meydanı, 19. yüzyılın ortalarında planlı bir şekilde inşa edilmiş ve günümüze kadar itinayla korunmuş. Bu yüzden, gündüz de gece de gidip etrafa bakınmak, fotoğraf çekmek, etrafındaki bar/kafelerde bira eşliğinde meydandaki insanları gözlemlemek hoş birkaç aktivite. Meydanın çevresi tamamen dükkanlar, restoranlar, barlar, vs’den ibaret. Yine meydanın birkaç dakika yürüme mesafesinde meşhur ‘işeyen çocuk heykeli’ var. Hiçbir anlamı olmayan bu heykelin kız versiyonu da Delirium’un sokağında.

Belçika’da Yemek, Bira ve Çikolata

Bira ve Delirium demişken Belçika demek, bir anlamda bira demek. Çikolatadan sonra dünyada Belçika’yla en fazla özdeşlemiş ürün diyebiliriz, yanı başındaki Almanya’ya rağmen. Her mekânda bira menüsü, bira tadım seçenekleri mevcut. Tabii her meşrebe uyan barlar da çeşitli. En ünlüsü ve sanırım en büyüğü Delirium, orta uzunlukta bir sokağın bir yanını tamamen kaplayan bir mekân. Biz sırf görmek için gittik, ayıp olmasın diye bir bira içtim. İçerisi karışık biraz, tabii birden fazla bar (tezgâhı) mevcut ve anladığım her bira hepsinde yok. Ama hepsini toplarsanız yüzlerce bira çeşidi olabilir.

Bir manastır birası olan Orval
Carbonade flamande tabağı

Yemek derseniz de Belçika’ya has toplamda 6-7 yemek ve bunların çeşitlemeleri var. Çoğunu denedik, içlerinde en fazla Carbonade flamande’yi beğendim. Etçil olduğumdan birayla pişen bu biftek yahnisini sevdim. Yalnız her yerde aynı lezzette olmuyor tabii, kraliyetin adının verildiği büyük pasaj, Galeries Royales’in hemen girişinde bulunan L’Arcadi’de yemenizi öneririm. L’arcadi’nin diğer lezzetleri de, fiyat-performans oranı da gayet iyi.

Çikolataya geçmeden turistlerin mutlaka yediği patates kızartması ve waffle’a da değinelim. Şahsen ikisini de burada yemenin pek farkını bulamadım. Giderseniz neredeyse adım başı göreceksiniz, bence fazla abartılmış iki pazarlama ürünü. Lakin mayonezleri harika!

Belçika’nın kolonist geçmişi sayesinde ülkeyi sanki çikolatanın anavatanı sanıyoruz. Tarihini okurken şaşırdığım başka bir detay da Belçika’nın kıta Avrupasında sanayi devrimine geçen ilk ülke olmasıydı. Yani Belçika, kolonilerinden getirdiği kakao tohumlarını işleyerek seri üretimle dünyaya pazarlamış ve bu sayede adını çikolata markası hâline getirmiş. Bugün Belçika’nın her köşesindeki ‘el yapımı çikolata atölyeleri’ni gezerken biraz da bu acımasız tarihi hatırlamakta fayda var.

Biz tabii ki bir sürü çikolata tattık, hem kendimize hem çevremize bir sürü çikolata aldık. Üzerine Brüksel’de çikolata müzesine gittik. 2 saat sürmeyen bu gezide; çikolatanın tarihi, yapımı, içeriği hakında detaylı bilgileri görseller, notlar, filmer ve ufak oyunlarla ediniyorsunuz. Gezi sonunda 10-15 dakikalık ufak bir canlı çikolata atölyesi de veriliyor. Bu arada Brüksel’deki ile Brugge’deki çikolata müzesi aynı içeriğe sahip, birini programınıza almanız kâfi.

Brüksel Müzeleri

Avrupa’nın çoğu kenti gibi Brüksel de bir sürü müzeye sahip. Hangisine gideceğiniz biraz sizin zevkinize ve zamanınıza bağlı. Biz iki tane seçtik, ama René Magritte gibi dünyaca ünlü Belçikalı ressamların eserlerini barındıran resim ağırlıklı müzeler de mevcut. Biz önce Tenten sevgimizden dolayı Çizgi Roman Müzesi’ne gittik. Açıkçası biraz hayal kırıklığına uğradık çünkü Tenten hariç tüm Belçika çizgi roman tarihi mevcuttu. Tenten ile ilgili sadece birkaç heykel vardı. Diğer türlü Şirinler hakkında fena olmayan bir sergi koridoru vardı.

Tenten’in Hedef Ay albümünden bir heykel ile
Brüksel sokaklarından bir mural

Müzenin Tenten’sizliğine iki olası sebep düşündük. Müzenin girişinde kocaman bir “Irkçılığa hayır!” pankartı vardı ve Tenten’in ilk birkaç albümü ret edilemeyecek kadar ırkçıdır. Bu yüzden kasten “iptal edilmiş” olabileceğini düşündük. İkincisi, Tenten’in çizeri Hergé’nin (Louvain-la-Neuve’de) ayrı bir müzesi varmış. Oraya teşvik amacıyla sergi dışı kalmış olabilir. Ama Tenten-severler üzülmesin, tarihi ana meydana çok yakın Tenten temalı bir dükkan var. Fiyatlar biraz pahalı olsa da Türkçe çevirileri bile mevcut. Ayrıca Brüksel sokaklarında dikkatli gezerseniz bazı binaların duvarlarının bir kısmını kaplayan Tenten murallarını görebilirsiniz, biz sadece ikisini görebildik.

Şirinler köyü
Gerçek bir dinozor iskeleti

Diğer müze seçimimiz, Doğa Tarihi Müzesi’ydi. Konumu, tarihi meydana biraz uzak, 1 saatten fazla yürüdüğümüzü söyleyebilirim. Avrupa Parlamentosu’nun hemen arkasında, buradaki AB müzesi ilgimizi çekmese de binaları görmüş olduk. Müze gayet büyük ve biraz karışık. 5-6 kat var ve her katta birkaç galeri var. Galerilere bazen tek yerden girilebiliyor, bazen de birden çok kapıdan. Böyle olunca bir süre sonra kafalar karışıyor. Biz pazar günü gitmekle çok yanlış bir seçim yaptık çünkü çok çocuk vardı ve artık Avrupa’daki çocuklar da -ülkemizdekiler gibi- olmadık yerde ve zamanda ağlıyor, bağırıyor ve çığlık atıyor. Birkaç tane olsa tolere edilebilir ama müzenin her yerinde, aynı anda birkaç çocuk çığlık atınca tat kaçıyor.

Müzenin bilhassa dinozor bölümü çok görkemli ve bilgilendirici. Diğer galeriler açıkçası daha çok çocuklara yönelik düzenlenmiş ama müzenin kapsamı gerçekten çok iyi. Bir yerden sonra çocuk çığlıklarını kafamız kaldırmadığından tüm galerileri gezemedik ama çocuklu aileler için gerçekten gidilmesi gereken bir müze.

Brugge: Sokaklar, Kanallar

Gelelim gezimizin Brugge kısmına. Ben 10 yıl önce bu kendine özgü şehri gezmiştim tek başıma. Ama Brugge’ün, başka bir yerde olmayan kendine has bir ruhu var. Açıkçası Avrupa’da çok az kentte böyle bir şey hissedebildim. Mesela Paris, Berlin gibi metropollerin kendine has özellikleri olsa da büyüklükleri onları benzerleştiriyor. Bu yüzden Brugge’ü gezmek kısa sürse de sizi ona çeken bir güç var. Ayrıca Orta Çağ yapılarını çoğunlukla koruyabildiği ve bozulmadığı için çok romantik bir kent. O yüzden eşimi mutlaka bu büyülü kente götürmek ve sokaklarını birlikte arşınlamak istiyordum.

Brugge’ün tarihi meydanı ve saat kulesi
Brugge’den bir kare
Başka bir kare

Hotel Ter Brughe’de kaldık. Eski bir Brugge evinden dönüştürüldüğünden samimi ve sıcak bir havası vardı. Lakin bu eskilik, odanın büyüklüğü ile ses ve ısı yalıtımını negatif etkilemiş tabii. Yine de bu tarz butik bir otelde gördüğümüz en iyi kahvaltıyla karşılaşmak şaşırtıcıydı. Somon tartarından ufak kaplarda lezzetli meyve salatalarına kadar güzel seçenekler barındırıyordu.

Brugge gayet ufak bir şehir olsa da sokaklarında dolaşmak o kadar keyifli ki aynı sokaktan birkaç defa geçmek bile alınan tadı eksiltmiyor. Çünkü her seferinde farklı bir detayı görüyorsunuz. Arnavut kaldırımlı sokakları, umulmadık yerlerde karşınıza çıkan hoş kanal manzaraları, çeşitli şekil ve tarzdaki köprüleri ile Brugge sokaklarında yürümek çok keyifli. Yürümek ve her adımda karşınıza çıkan farklı bir güzelliğin keyfini çıkarmak dışında yapabilecekleriniz sınırlı.

Brugge’ün gözü

Tekneyle kanal turu, şehri farklı açılardan görebilmek açısından mutlaka yapılması gerekenlerden. Zaten merkezde önünüze, bu teknelere binebileceğiniz birden fazla iskele çıkıyor, herhangi birine binebilirsiniz, tur standart zaten. Turda tekneden gördüklerinizi sonradan yürürken bulmaya çalışmak da hoş oluyor.

Brugge’de birkaç müze olsa da biz sadece bira müzesine gittik. Burası da tamamen bilgi ağırlıklı bir müze, elinize verdikleri birer tabletten bilgileri sıralamak haricinde hiçbir şey yapmıyor. Hele Kopenhag’taki Carlsberg Müzesi gibi yerleri gezmişseniz size daha da boş gelecektir.

Mozart’ta domuz kaburga tabağı

Restoran ve barların çoğu turistik, vasat ile vasatın biraz üstü arasındalar. Birkaç Michelin yıldızlı mekân var ama ön ödemeli rezervasyon istediklerinden bulaşmadık. Bir akşam, Belçikalı bir zincir olan Mozart’a gittik, burası kaburgacı. 20 € civarına istediğiniz kadar domuz kaburgası yiyebiliyorsunuz. Açıkçası yemesi çok meşakkatli, tadı da efsane değil. O yüzden denemek adına güzel tercih olsa da bir daha domuz kaburgası tercih etmem.

Biz en çok, sadece öğlenleri açık olan bir sandviççiye bayıldık. Tattie’s adındaki bu mekânda kahvaltı ve öğle yemeği seçenekleri mevcut. Biz hem bir öğle yemeğimizi burada yedik, hem de Brüksel’e dönerken trende yemek için paket yaptırdık.

Bu Belçika gezisi bizim için geziden ziyade, bir dinlenme tatiliydi. Açıkçası Belçika’yı da bu yüzden seçmiştik. Hem çok gezilecek yer olmasın, hem değişik olsun, hem de yaya olarak rahat takılalım diye. Amacımıza da ulaştık 😊 Benzer bir tatil rotası arayanlar tercih edebilir.

Fotoğraflar: Damla Kotiloğlu Bötke & Artun Bötke

Kategoriler:gezi yazısı Etiketler:, ,
  1. Henüz yorum yapılmamış.
  1. No trackbacks yet.

Yorum bırakın