Neden Türk Dizisi Seyretmiyorum?

Türk dizisi seyretmemek, kimileri için özünü inkar etmek, kimileri içinse elitist olmakla eşdeğer. Ben bu iki yaklaşımı ve hatta yapılan diğer mesnetsiz yaklaşımları da reddediyorum. Çünkü ortada ciddi bir anlayış eksikliği var bence.

Bir kere şunu belirtmem gerek, dilediğiniz kadar ‘entel’ yaftası yapıştırın bana ama kendimi standart bir Türk insanından farklı görüyorum. Bu, bir aşağılama değildir, öyle bir hakkı kendimde asla görmedim, görmeyeceğim de. Ama yetiştiriliş tarzımdan (İngiliz sistemiyle orta okul, Amerikan sistemiyle de üniversite okudum, tamamen Türkiye sınırları içinde olmama rağmen!) ve bunun getirdiği bakış açısı farklığından (ki bundan son derece memnunum) standart bir Türk insanından farklı düşünüyorum, çoğu konuda. Televizyona ve içindeki ürünlere bakış açım da bu açıda.
Yaklaşık bir yıl sonra, ilk defa oturup tamamen bir Türk dizisi seyrettim. Esas sebebi, diziyi yazan ve yönetenin bir İTÜ mezunu olmasıydı. Benimle aynı havayı teneffüs etmiş birinin, bana yakın bir şeyler yazacağını düşündüm. Kısmen de haklı çıktım, benim de, herkes gibi, diziyi fark etmemi sağlayan ‘İTÜ Makine’deki Bıyıklı Kızlar’ caps’i* çok ses getirdi. Ardından da diziyi incelediğimde teknik ekibin iyi olduğunu, oyuncu kadrosunun da Öner Erkan, Tülin Özen, Erdal Tosun, Erkan Can gibi sevdiğim oyunculardan olduğunu gördüm. Başladım 1. Bölümden izlemeye. Ben daha 8’deyken dizinin 13. bölümde final yaptığını öğrendim. Dün de o bölümü izledim. Dizinin adı Üsküdar’a Giderken, bazılarınızın tahmin ettiği gibi.
Dizi konseptinden önceleri memnun kalsam da ilerledikçe daha da saçmalamaya başladığını fark ettim. Bazı yerler gerçekten komik ve iyi bağlanmış olsa da (absürd komedi sevmediğimden olsa gerek) saçmaladığı yerlerde oldukça sıkıldım ki bölümleri reklamsız izledim ve dizi, normal bir Türk dizisinden gayet kısaydı, 1 saati biraz aşıyordu.
Sonra dizide sevmediğim tüm unsurların, Türk dizilerinin genel sorunu olduğunu fark ettim. Bu yüzden de bir liste ile durumu açıklamaya karar verdim:
1) Diziler, dizi konseptine uygun yazılmıyor: Dizi konsepti, anlatmak istediğin hikayeyi, uzun zamana yayarak anlatma biçimidir. Ama bu zaman, önceden bellidir. Yoksa senin hikayenin giriş-gelişme-sonuç bölümleri ya olmaz ya da tüm bölümler birbirine girer ve ortaya acayip bir şey çıkar. Bizim Türk dizilerimiz aynen böyledir, ucube gelişme ve sonuç bölümleri bulunur, zaten giriş diye bir şeyden habersizdirler. [Üsküdar’a Giderken, besbelli 13 bölüme göre ayarlanmamış bir dizi, bunun sonuçları son 3 bölümde gayet belli oluyor.]
2) Süreleri çok uzun: Bu problemin herkes farkında ama problemin (şimdilik) çözümsüzlüğünün farkında değiller. Bununla ilgili eski bir yazım bulunuyor. Ama olay şu: Zaten belirsiz bir ömrü olan, dolayısıyla geleceği olmayan bir hikaye yazıyorsun, bir de bunu uzatmak için gereksiz karakterler, gereksiz olaylar ve gereksiz diyaloglar ekliyorsun. Senaryonun içi tamamen boşalıyor. [Buna her diziden sürüyle örnek verilebilir, Üsküdar’a Giderken’de Selçuk ve Külhan karakterleri güzel iki örnek.]
3) Konu basiretsizliği: Bu, ya tutmuş bir konudan nemalanmak istenmesinden kaynaklanıyor ya da akla bir şey gelmemesinden. 1. şık kapitalizmin engellenemez bir koşulu ama 2. şık bariz bir tembellik. Türkiye gibi kültürler beşiği ve her an aktif bir ülkede nasıl konu sıkıntısı çekiliyor anlayamıyorum. Bu madde, ana konularda geçerli olmasa bile yan konularda mutlaka kullanılıyor. 2. Maddenin getirdiği bir sonuç olarak da çıkıyor.
4) Anlatım tekniği basiretsizliği: Üsküdar’a Giderken bu konuyu animasyonlarla biraz atlatabilmişti ama sona doğru olan bölümlerde, parasal sıkıntıdan olsa gerek, animasyonlar tamamen bitti. Tüm diğer Türk dizileri bu sorunu çekiyor çünkü ekonomik ve zaman kısıtı bulunuyor. Boşuna riske ve yatırıma girmek istenmiyor. Klasik çekimle tüm dizileri çekiyorlar. Hal böyle olunca, gayet sıkıcı ve basit planlar seyrediyorsunuz. Buna senaryonun zayıflığı da eklenince dizi, 2-3 bölüm sonra sizi (en azından beni) soğutuyorlar.
*: Caps, bir film, dizi, vb. görsel yayının bir bölümüdür.

Edirne Gezisi – 3. Kısım: Selimiye Cami ve Dönüş Yolculuğu

Edirne gezisinin üçüncü ve son yazısı bilerek gecikti. Çünkü biraz fotoğraf eklemek istedim. Onlar da geç kalınca ertelendi bayağı. En son Karaağaç’tan dönerken Japon gezgin Kohey’i arabamıza almış, Edirne merkeze dönüyorduk. Devam edelim:

Aracı uygun bir yere park ederek Filiz’in yoğun isteği üzerine tavuk döner yemeye gittik çarşıda. Et döner varken tavuk olanı hiç beni cezbetmez, Filiz en iyi tavuk dönerin Edirne’de olduğunu ısrarla savunsa da ben farkını bulamadım. Ucuza karın doyurma yemeği işte, 3 tl’ye içecek dahil kalkıyorsunuz.

Ardından hep beraber Selimiye’ye gittik. Mimar Sinan’în ustalık eseri olan, şehrin her tarafından mutlaka görünebilen bu göz kamaştırıcı mimari esere kelimeler yetersiz. Hakkında anlatılan onlarca rivayet bile büyüsünün yanında sönük kalıyor. Mimar Sinan, sanırım Osmanlı’da gerçek manasıyla sanatını icra edip karşılığını görebilen ve yapıtlarına hala değer verilen nadir dehalardan.

Selimiye çıkışında Engin’in arkadaşı Martı Uçtu bizi karşıladı. Adı üzerinde gezgin bir martı kendisi. Gezdiği yerleri de benim gibi kendi blogunda anlatıyor, okuyabilirsiniz.
Daha fazlasını oku…

Kategoriler:gezi yazısı Etiketler:

Bir Yaz Gecesi: MFÖ Konseri ve Thales Room

31/07/2011 1 yorum

İstanbul’da şu sıralar boğucu bir nem ve sıcak var. Hal böyle olunca insanlar güneş tepedeyken dışarı çıkmıyor. Çıksalar da kapalı ve klimalı mekanlarda pineklemeyi tercih ediyorlar. Biz de dün öğlen buluşsak da bir süre sonra klimalı yer diye sayıklayarak Ortaköy Starbucks’a kendimizi attık.

6’dan sonra hava biraz ateşini kaybetmeye yüz tutunca, Taksim’e çıktık, yemek için. Minda’ya gittik Sıraselviler’de. Çok şirin bir lokantadır, temizdir ve lezizdir. Canınız mantı veya ev yapımı zaytinyağlı/meze çekerse gidebilirsiniz. Biz açıldığından beri gideriz arkadaşlarla. Mantımı yiyerek geceye hazırlığımı tamamladım.

Taksim’de aramıza diğer katılacakları da alarak Cemil Topuzlu Açıkhava’ya doğru yürümeye başladık. Konser alanına vardığımızda yavaştan dolmaya başlamıştı koca amfi. Benim Açık Hava’ya ilk gidişimdi ama Bursa Açık Hava’dan çok farklı bulmadım. Biz bu konsere gitmeye son gün karar verdiğimizden merdivene bilet alabildik. Aslında iyi de oldu. 100’lük bilet kesiminin yanı başında 45’e seyrettik MFÖ’yü.

MFÖ konseri de benim için bir ilkti. Sahnede ilk defa izledim onları. Bilindik şarkıları arka arkaya sıraladılar. Benim en sevdiğim 3 şarkıdan ikisini ilk yarıda söylediler, Bazen ve Yalnızlık Ömür Boyu. Ama Sanatçının Öyküsü‘nü çalmamalarına bozuldum. Bana göre MFÖ’yü MFÖ yapan şarkılardandır.

Diğer türlü konser oldukça olağan geçti. 40 yıldır konser veren profesyoneller olarak, nerede ne yapacaklarını iyi biliyorlar ve her şey önceden belirlenmiş. Sıralamadan sapılmıyor: Mazhar’ın çakırkeyif saçmalamaları, Fuat’ın dinginliği ve babacan tavrı ve Özkan’ın deli şovu. Her şey şov ve bu yapaylık, biraz sizi olumsuz etkiliyor açıkçası. Mesela biste Mazhar mikrofon desteğini fırlatıyor, daha saniye dolmadan asistanı gelip yerden alıp yerine koyuyor. Bırak kalsın o orada işte.

Konserden sonra, daha da kalabalık bir grup halinde (10 kişi filandık) İstiklal’e yürüdük. Genel karar çerçevesinde Thales Room’a gittik. Burası, artık Taksim’de içki içmek için tercih ettiğim ilk ve belki de tek yer haline geldi. Uygun fiyatları, nispeten rahatlığı ve temizliği, servisi ile Nevizade ve Asmalımescit mekanlarından çok daha iyi.

Zaten mekana oturabildiğimizde saat yarım olmuştu. Gırgır, şamata, içki derken saatler ilerledi. Fire punch isteyerek gecenin tepe noktasına ulaştık saatler 2’yi gayet geçerken. Fire punch, bol buzlu küre bir kap içinde Sex on the Beach’ten ibaret. Ama sunumu çok fiyakalı, bol pipetle ve ateşle beraber geliyor. Grup gaza gelip, herkes aynı anda içmeye başlıyor. Grup olarak gidildiğinde eğlenceli oluyor. Tadı da çok iyi, hele yazın buzlu olarak iyi geliyor.

3.5 civarıydı, mekan kapanıyormuş, biz de kalktık. Bir Bambi yaparak geceyi sonlandırdık. Bambi’ye girerken 4’e geliyordu ve zor yer bulabildik, her yer doluydu. Yalnız tavsiyem Bambi’ye Taksim hariç diğer şubelerine gitmemeniz. Geçen hafta gece Suadiye’dekine girmiştik, her şeyiyle berbattı. Taksim’dekiler ise hala belli bir düzeyi koruyabiliyorlar.

Gerçekten güzel ve eğlenceli bir geceydi. Bu sıcak aylarda galiba dışarıya çıkıp eğlenmek için tek seçenek, geceler! İstanbul geceleri dopdolu!

Kategoriler:eğlence, gece hayatı, konser, mekan Etiketler:,

The Borrower Arrietty

Studio Ghibli, insanın içini ısıtan bir marka artık. Hangi filmi olursa olsun, size yeni bir şeyler söyleyebilen, dünyaya dair uyarılarda bulunan, bunları yaparken de animasyonun sıcaklığını, sevimliğini ve şirinliğini unutmayan bir stüdyo.Çoğu kimse Japonya’nın Pixar’ı dese de, Pixar’dan daha olgun, samimi ve en önemlisi birbirini tekrar etmeyen filmler yapıyorlar.

Stüdyo Ghibli’nin son mahsülü Kari-gurashi no Arietty (Aşırıcılar/The Borrower Arrietty) de bu çizginin güzide bir devamı. İngiliz yazar Mary Norton’un romanından uyarlanan film, insanlara görünmeden kendi hayatlarını yaşamaya çalışan tırnak boyutundaki küçük insanları merkeze alıyor. Bahçeli bir banliyö evinin bodrumunda kendi evlerinde yaşayan ve insanların dert etmeyecekleri küçük şeyleri aşırarak hayatlarını idame ettiren bir aile vardır. Ailenin kızı Arrietty, 14 yaşına girdiğinde artık eve çıkıp aşırmayı öğrenmesi gerekmektedir. Aynı zamanda, evin sahibinin küçük yeğeni Sho kalp ameliyatı olmadan dinlenmek için eve taşınır. Arrietty ile Sho’nun birbirini görmesi ve aralarında oluşan dostluk ikisi için de yeni kapılar açmaya başlar.

Daha fazlasını oku…

Mildred Pierce

Perşembe günü Emmy adayları açıklandı. Emmy, Amerikan televizyonlarında yayınlanan her şeyin en iyisini seçen prestijli bir ödül. Kategori sayısı 50’nin üzerinde ama genel olarak dizi ve TV filmleri için olan kategoriler önemseniyor. Belirtmeliyim ki bahsedilen Emmy sadece primetime için olanı. Ayrıca gündüz kuşağı için ayrı bir ödül gecesi düzenleniyor.

Bu yılki adaylar zaten göz önünde olan diziler: Mad Men, Boardwalk Empire, Glee, Dexter,… Dizilerde sadece Game of Thrones‘un da yarışa katılması beni sevindirdi. TV filmleri ve mini dizilerde ise birkaç ismi kenara not ettim: Mildred Pierce, The Kennedys, Cinema Varite ve Too Big to Fall önümüzdeki 1 ayda gündeme alabileceklerim. Açıkçası TV filmlerine mesafeli yaklaşıyorum ama içlerinde izlenmeye değer olanları oluyor. Mini-dizler ise ayrı bir format. Başarılı olursa tadından yenmeyenleri hep olmuştur.

Ben de bu haftasonu oturup Mildred Pierce‘i izledim. HBO’nun yayınladığı 5 bölümlük bir mini-dizi. Aslında 5 saatlik bir film de denilebilir. Hatta ben öyle bakmayı tercih ederim.

1930’larda orta sınıfa mensup Mildred Pierce’in iş ve özel hayatına odaklanıyor. Dizi başladığında sıradan bir ev hanımı olan Mildred’ın boşanmasıyla beraber kendine ait restaurantlar zinciri kurmasını adım adım izliyoruz. Bu sırada kendi özel yaşamı ve kızlarının da bu hayata etkisini görüyoruz.

Daha fazlasını oku…

Kategoriler:Emmy Ödülleri, mini-dizi Etiketler:

Edirne Gezisi – 2. Kısım: Edirne Turu, Karaağaç, Sağlık Müzesi

16/07/2011 2 yorum

Kırkpınar Güreşleri’nden sonra Filiz’in annesini almaya eve döndük. Biraz oturup dinlendikten sonra dışarı çıktık. Yürüyerek merkeze inip Necati’nin Yeri diye bir lokantada ciğer ve tatlı yedik. Edirne’nin en meşhur yemeği olan ciğer, bilhassa Kırkpınar Restaurantları ile daha da ünlendi son zamanlarda. Açıkçası Kırkpınar’da yediğimi daha çok beğenmiştim. Damak tadım ona daha uygun olabilir tabii. Tatlı olarak da peynir hevlası ile dondurmalı irmik denedik. Ben hevlayı daha çok beğendim ama kızlar tutturdu “Peynir hevlası asıl Çanakkale’de yenir.” diye. Valla Çanakkale’ye gitmediğimden bilemeyeceğim ama madem öyle, bir de Çanakkale yapmak gerek!

Oradan çıkarak yürüyerek Meriç’in kıyısına gittik. Bu arada Tunca ve Meriç nehirlerinin üzerinde harika köprüler var. Bunları zamanında Mimar Sinan yapmış. Taştan, hafif kavisli bu köprülerin tam ortasında birer çıkıntı bulunuyor, nehri dolasıya izleyebilmek için. Hala kullanılabilmesi de çok hoş. Bana İskoçya’da gördüğüm eski ama hala kullanılan köprüleri hatırlattı. Keşke Türkiye’de daha fazla yerde eski köprüler kullanılsa.

Meriç kıyısında belediyeye ait bir çay bahçesinde. Ortalık çok huzur doluydu yada bana öyle geldi. Tek sorun, inanılmaz bir sivrisinek popülasyonunun bulunması nehir çevrelerinde. Oturduğumuz yerdeki bina, Lozan Antlaşması öncesi Yunanlılar tarafından gümrük binası olarak kullanılmış bu arada.
Daha fazlasını oku…

Kategoriler:gezi yazısı Etiketler:

37°2 Le Matin (Betty Blue)

7-8 aydır erişemediğim sabit diskime sonunda erişince, kıyıda kalmış bazı filmleri de tekrardan hatırladım. Betty Blue (37°2 le Matin) filmi de bunlardan biri. Daha bunun gibi sürüyle film var, The Last Detail gibi.

37°2 le Matin 1986 yapımı bir Fransız filmi. O yıl tüm dünyada da oldukça popüler olmuş. Hala da hatırlayan var (ki ben de bir dergiden okuyup radarıma almışımdır). Ama izledikten sonra IMDB’den yapıtığım kısa araştırma sonrasında o yıl Oscar dahil tüm ödüllere aday olmasına rağmen çok da beğenilmediğini gördüm. Hatta yönetmeni Jean-Jacques Beineix’in ikinci yapıtı olan bu film, aynı zamanda kendisinin son popüler filmi.

Filmin fazlasıyla erotik, şimdiden belirtiyim. Hatta ilk sahnesi gayet hardcore diyebileceğimiz bir sevişme sahnesi. Film boyunca da iki ana kahramanımız, bol bol çıplak kalıp sevişiyorlar. Bu arada ‘film boyunca’ tanımım gayet geniş çünkü tam 180 dakika sürüyor. Sinemalarda sanırım 2 saatlik kurgusu oynamış ama o kurguyu bulmanız bence çok zor. DVD olarak direkt yönetmenin kurgusu var.
Daha fazlasını oku…

Bloguma Facebook Butonları Eklenmiştir

15/07/2011 2 yorum

Kabul ediyorum, mühendis olmama rağmen, çok teknik işlere kafam basmıyor. Facebook eklentilerini bloga ne zamandır yüklemeyi düşünüyordum ama üşengeçlikten kurcalamıyordum.

1 ay önce Facebook’ta bir ‘page’ oluşturup blogu takip edenler görünsün istedim. Ama çok verimsiz oldu yada ben yapamadım. Sonuçta tamamen kaldırdım bugün.

Bugünkü asıl değişiklik ise ‘Like’, ‘Send’ ve ‘Share’ bağlantılarını eklemeyi başarmam oldu! Yani artık beğendiğiniz yazıyı facebook’ta paylaşabileceksiniz, beğenebileceksiniz veya bir arkadaşınızın e-posta’sına direkt gönderebileceksiniz. Bu 3 butonu da yanyana yapmaya uğraştım ama yemedi. Şu anki haliyle idare edin. Artık hep böyle kalacak: ‘Like’ ve ‘Send’ butonu yazının yukarısında ve ‘Share’ butonu da yazının sonunda artık.

Fena da olmadı aslında. Ama bu blogun amacı hep belli: Öncelik her zaman içeriktir. Bu tarz görsellik numaraları çok az olacak bundan sonra da.

Kategoriler:blog, facebook, tasarım

İki Kalp ve Titreşim (NVH) Analizi

13/07/2011 1 yorum

Hepimizin aslında iki kalbi vardır. Bir maddi, bir manevi. Bu iki kalp, bizi oluşturan iki olguyu temsil eder. Biri beden, biri ruh. Bu iki olgu birbirine bağımlıdır, beraber olmadan maddi dünyada bir başlarına var olamazlar. Ruh olmadan beden yaşayamaz, beden olmadan ruh nefes alamaz.

İkisinin de hayati organına kalp denir. Maddi kalp durursa beden ölümü gerçekleşir. Manevi kalp durursa da… Hayır o durmaz, ama çoğu insan onu maddi kalp şeklinde çizer, sanki kan pompalıyormuş gibi attığı söylenir. Metafor olarak güzel dursa da bir eğretilik de taşır. Manevi kalp çok daha karmaşıktır.

Bazen maddi kalp, maneviyi taşıyamaz, ayak uyduramaz. Manevi kalp, kurtulmak ister ondan, zincirlerini kırmak ister ama yapamaz. Bir yaşam süresi boyunca bu iki kalp, birbirine hep bağlı kalacaktır.

İkisi de birbirinin suyuna gitmek yerine zıtlaşırlar, kavga ederler çoğu zaman. Bu kavga da en çok onlara zarar verir. İçten içe çürümeye başlarlar. Böylece diğer kalplerin saldırısına açık olurlar. Çünkü genelde, manevi kalp, maddiyi beğenmez, hor görür, aklına gelmez ki var olmak için ona muhtaçtır. Maddi kalpse, verimli ve etkin bir çalışma için maneviye muhtaçtır. Lakin o da bunun farkında olmaz.

Benim iki kalbim de, uzun zamandır ortak çalışmıyor. Biri diğerinden nefret ediyor, öteki de diğerini dinlemiyor. Bu durumun farkına varalı 2-3 yıl oluyor ama ikisini barıştırmak inanın ki çok zor. Ama galiba bir çözüm yolu buldum. Yada bulduğumu sanıp kalplerimi oyalıyorum. Durumu ilerleyen zamanlarda anlayacağız. En çok da ben merak ediyorum, ateşkes ne zaman imzalanacak diye.

Çözüm mü? Hakkında biraz daha araştırma yapmam gerek, size yazmadan önce. Haftasonu onunla ilgili şöyle bir özdeyiş okudum, eski bir ataya ait: “…, zihnin titreşimlerinin kontrolüdür.”

Hayat ne kadar garip değil mi? Maddi kalbimin geçinebilmek adına yaptığı uğraş, aslında maneviye de bir ipucu veriyor: Rahatsız edici unsurları engellemek için, önce bir analiz yap, sorunu tespit et ve sonra da o sorunu izole edip yok et!

Edirne Gezisi – 1. Kısım: Varış ve Kırkpınar Güreşleri

Son 1 aydır uyku sınırlarımı zorluyorum. Bedenime ısrarla işkence uyguluyor gibiyim. Mesela dün toplantıda müdür yardımcımın yanı başında uyukluyordum, zor kendime geldim. İşte böyle bir zaman diliminde, hem de bir cumartesi sabahı, tam uyunacak bir sabahta, 8 buçukta kalktım. Mısır gevreğimi yiyip, sırt çantamla kendimi dışarı attım. Neden mi? Çünkü Edirne’ye gidecektim.

Otobüs-metrobüs-metrobüs-tramvay sıralamasında sonra Esenler’e vardım. Birazcık erken gelmişim. Engin ile Hilal’i beklerken oturayım dedim. Ama ne mümkün? Esenler’de 10’a yakın Metro yazıhanesi var! Hepsi de otogarın farklı köşelerinde. Edirne için olan yazıhaneyi bulunca biraz oturdum. Ardından benimkiler geldi, otobüsün önünde buluştuk. Esenler gerçek bir kaos!

Hilal’in ev arkadaşı Esma da bize katılmış, yada ben yeni öğrendim. Otobüse doluştuk dördümüz ve 2 saat 15 dakikalık otoban manzaralı bir yolculukla Edirne’ye vardık. Yol gerçekten çabuk geçti, kah sohbetle kah kitap okuyarak.

Edirne ‘de bizi Hilal’in babası Ömer Amca karşıladı. Hemen ardından başka bir otobüsle gelen Filiz ve annesi aramıza katıldı. Böylece Trakya’nın en büyük şehri Edirne’ye adımımızı attık.
Daha fazlasını oku…

Kategoriler:gezi yazısı Etiketler: