Arşiv

Archive for the ‘fikir’ Category

Yarışma ve Sonrası

01/03/2012 30 yorum

Bu yazı yayınlandığında bir sürü kişi beni beyazcamda görmüş olacak ve herkesin kafasında farklı bir düşünce oluşacak. Bir önceki yazımda, yarışmaya kendim için katıldım derken ciddiydim. Yarışmayı yüz bin kişi izlediğini varsaysak (“Yetmiş milyon beni izliyor!” geyiği yapmayacağım) yüz bin farklı düşünce demektir bu. Oysa bunlardan kaçı benim önemlidir diye sorarsanız. Sıfır demem gerek.

Teoride kimsenin düşüncesinin benden daha önemli olmadığını bildiğim halde, zihin yine negatif düşünüyor. “Aman benim hakkımda ne derler?”, “Bana acırlar mı?”. “Acaba yanlış mı anlaşılırım?”, “Joker kullanmadığım için herkes üzerime çullanacak!”, … Peki ne kadarı doğru yada ne kadarını dikkate almalıyım? Bu düşünceler gerçekten beynimin düşünceleri mi yoksa zihnin ürettiği boş kaygılar mı?

Yayın saati yaklaştıkça kafamda düşünceler artıyor. Stüdyoya çıkarken bile aklıma gelmeyen sorular bunlar. Ama beynimim bir köşesi ısrarla direniyor: Başkalarının düşüncelerini dikkate alma, kendini birinci sıraya koy!

Bugün kafamda Andy Warhol’un ünlü sözü dolaşıp durdu: “Herkes 15 dakikalığına ünlü olacak!” Evet, bu gece çoğu kişi beni izleyecek ve ahkam kesecek. Yani? 1-2 hafta sonra kim hatırlayacak ki? Eminim, bir süre zarfında beni görenler bir sürü yorumda bulunacak. N’olmuş ki? Ben 10 gün önce olayı bitirmişim, çıkıp yarışmışım zaten. Kafamda muhasebesini yapıp bir kenara koymuşum.

Yine de buraya yazmam gerek: Neden hiç  joker kullanmadığımı? (seyirci jokerini saymıyorum)

Benim borcum yok şükür, alacağım vereceğim de yok. O yüzden daha yarışmaya gitmeden, belli yere kadar risk alacağımı kafamda belirlemiştim. Benim için asıl önemli olan, orada heyecandan yoksun olarak kendim olarak yarışmaktı ve saçmalamamaktı. O yüzden çıkınca ve ilk 7 soru da kolay gelip hiç düşünmeden cevaplayınca ben rahatladım. Şu var, Kenan Işık’ın engelimi öne çıkarmak istemesini anlayınca rahatsız oldum biraz ve mevcut heyecanımı arttırdı ne yazık ki.* Ama soruları düşünmeme engel olmadı neyse ki.

Geldik 8. soruya: “Semerkant  kitabı kimi anlatmaktadır?” Bana ters bir soru. Modern edebiyatı takip ettiğim söylenemez yazar adları dışında. Ama 2 şıkka indirmişken ve kaybedecek para ödülüm yokken risk almak istedim. Seyirci jokeri hataydı ama zaten hiç umursamadım. Sonuçta Semerkant’a Cengiz Han çok daha yakındı, Ömer Hayyam’dansa (yaşam yeri olarak). Son raddede yanlış cevaplayıp, 15000 TL’yi alıp çıktım. Allah bereket versin.

İçim oldukça rahat. Tek korkum gelecek saçma sapan yorumlar. Onların da bir çaresine bakacağım artık.

Benim için çok ilginç bir deneyim olduğunu söylemem gerek. Kendimle hesaplaşma adına ve bir nevi kendimi kanıtlama adına önemli bir adımdı.

Son olarak, herkes parayı ne zaman vereceklerini merak ediyor: Anlaşmaya göre yayından 90 gün sonra verecekler.

*: Bugün gördüm ki televizyonda, gazetelerde ve internette ‘engelli’ oluşum öne çıkarılıyor. Eminim ki yarışma sonrasında da bunu öne çıkaracaklardır. Kendini her zaman öncelikle ‘insan’ olarak tanımlayan biri olarak bu bakış açısı, bana çok ters gelse de; TV’nin bu pazarlama stratejisini çok da önemsemediğimi söylemem gerek. İsteyen istediği gibi düşünür, isyen beni aciz bir engelli olarak görür, isteyen bilgisini ve beynini kullanmaya çalışan bir insan. Size kalmış.

Kategoriler:fikir, popüler, TV, yorum Etiketler:

İlişki Türleri

Son zamanlarda aklıma bir şey takıldı. Bir ilişki sırasında kendini değiştirme mevzusu. Bilmiyorum, hiç ilişki yaşamamış biri bunu nasıl açıklayabilir ama son zamanlardaki gözlemlerim şunlar:

Bir ilişki (doğal olarak) iki kişiden oluşuyor ama bu çift iki kişilik aktivite değil, tek kişilik bir eylem yapıyorlar. Çok mu tanıma boğdum. Galiba. Olay şu: Normalde kendi kendine takılan iki kişi bir ilişki kurunca, birlikte oldukları zamanda beraber takılıyorlar. Bunda açıklanacak ne var, diyebilirsiniz. Olay bunun nasıl yapıldığı!
Çiftin ortak zevkleri varsa önce onlar yapılıyor. Ama iki kişinin tüm hayatları bir olamayacağına göre bir yerden sonra bir tarafın istedikleri veya sırayla iki tarafın istedikleri yapılıyor. Sonuçta bir seferde, ilişkinin bir tarafı kendinden fedakarlık etmek zorunda kalıyor. Bu da çok doğal ama tam da bu nokta, ilişkinin karakteristiğini belirliyor.
Şöyle ki: A ve B kişileri olsun, bunlar da AB çiftini oluştursun. (Bir mühendisin çift örneği de bu kadar olur yani!) İlişkinin ilerleyen safhalarında üç yol izlenebilir: Ya A’ya göre bir hayat çizilir ve hep A’nın dediği olur; ya tam tersi B’nin dediği olur ya da ortak bir paydada buluşulup beraber bir hayat çizilir. Aslında ilk ikisi okuyunca kötü gelse de çevremizdeki çoğu ilişkinin sahip olduğu bir karakteristiktir, bilhassa Türkiye’deki çoğu ilişkinin ilk iki türde olduğu kanısındayım.
Buradaki önemli faktör üçüncü yol, çünkü farklı şekillerde uygulandığında farklı sonuçlara götüren bir yol. Çoğu çifti bunu heterojen bir karışım olarak uyguluyor bence. Biraz ondan, biraz bundan. Fedakarlık, vefa, sevgi var lakin birbiri içinde çözülme yok. İki taraf da kişisel özelliklerini hala korurlar. Bir çiftlerdir ama aslında bireyliklerini de korumaktadırlar. Bir sorun çıktığında ya da aradaki bağ kaybolduğunda ayrışmaları da çok kolaydır. Çünkü zaten hiç gerçek birer çift olmamışlardır, sadece -miş gibi yapmışlardır. Bir önceki paragrafta bahsettiğim iki türde de belki çift özelliği yoktur lakin çiftin bir tarafı çift olmanın tüm sorumluğunu üstlenerek kendi kişiliğini kaybedip tamamen diğer kişiye bağlanır. Yani tek taraflı olsa da, gerçek bir çifte dönüşürler. (Karşıdaki kişi, bundan sıkılıp bu ilişkiyi bitirmediği müddetçe!)
İşin zor kısmı ise, üçüncü yolun başka bir versiyonudur. Bu sefer ilişkinin sonucunda AB çifti oluşur ama ne A’nın ne B’nin özelliklerini taşır. (Biraz abartı oldu ama anladınız, siz) Demek istediğim A ve B birbirlerine tamamen, homojen bir şekilde bağlanırlar (ying-yang durumu). Artık kişisel arzuları kalmaz, her şeyi çift olarak düşünürler. Tabii, yalnız zaman geçirip eski arkadaşlarını görüler fakat hayatı artık bir çift olarak görürler, bir çift olarak yaşarlar.
Güzeli son söylediğim olsa da çok nadir bulunduğundan insanlar gittikçe bir mit olduğunu düşünüyorlar artık. Bu yüzyılda, bu kirlenmiş dünyada, gözleri para hırsıyla dönmüş insanlar arasında gerçekten bir mit haline geliyor, aşk.
İlk filmimin (Sümüklü Kız) ilk ve ana cümlesi şuydu: “Aşk, limiti sonsuza giderken kendisi sıfıra giden bir fonksiyondur.” Filmin berbatlığı da benim bu cümleyi layığıyla anlatamamamdan kaynaklanmaktaydı. İşte, 6 yıl sonra olsa da demek istediğim buydu: Aşık bir insan kendi kişiliğini kaybeder lakin daha önemlisini kazanır; başka bir insanla beraber oluşturduğu yepyeni bir kişilik.

Kadın-Erkek İlişkisi Hakkında bir Gözlem (Ordinary People)

Bu akşam Ordinary People‘ı izledim. Robert Redford’un 1980 yapımı filmi. Çoğu insan bu filme karşı önyargılıdır. Çünkü 1981 Oscar’larında Raging Bull‘u alt etmiştir, Scorsese’nin efsane filmini ki aynı yıl David Lynch’in en normal filmi The Elephant Mande yarışmıştır.

Neyse, işte bu nedenle pek göz önüne çıkarılmayan bu film, beni çok şaşırttı. Çünkü çok ama çok iyi bir film. Bir başyapıt kesinlikle. Nedeni de aile içi ilişkilerine getirdiği çok farklı bakış açısı. Belki de şu an içinde bulunduğum moddan da olabilir filmin içine alabildiğine girebildim.
Yaklaşık 1 ay önce, bir kız arkadaşımla Beşiktaş’ta bir yere oturduk. Hayatın genel halinden söz ederken kız-erkek farklarına geldi konu. O an içimden şöyle bir düşünce geçti ve direkt söyledim. Sonra üzerinde düşündüğümde ani bir fikre göre son derece tutarlı olduğunu gördüm. Karşı çıkabilirsiniz, bu benim görüşümdür:
Erkekler günlük yaşantı bakımından basit bir hayatları vardır. Kalkar, işe/okula gider, futbol izler, maç yapar, oyun oynar, mastürbasyon/seks yapar ve uyur. Genel olarak bir erkeğin nasıl bir hayat yaşadığını 1 haftada çözersiniz. %90 aynı şeyleri yapar, rutinini bozmaz. O yüzden de erkekler basit görülür. Ama işin derinine inildiğinde, yani bir erkeği gerçekten tanıdığınızda, ki bu kolay değildir, her erkeğin son derece karmaşık ve kendine özel bir iç dünyası vardır. Çözmek için onun özel iznine ihtiyacınız vardır. Eğer bir erkek istemezse, o derin iç dünyasına kimseyi sokmaz. Bundan ötürü de zaman zaman rutinini bozar, gerçek tepkisini gösterir ama karşı taraf bunu çakamaz.

Daha fazlasını oku…

5×2 – Evlilik Üzerine

Artık yaş kemale ermeye başladı ya, evlilik konusu daha çok gündeme geliyor artık. İstemesem bile karşıma çıkıyor pat diye. Artık umursamıyorum lakin daha fazla düşünüyorum “Evlilik nedir?”, “21. yüzyılda evlilik nasıldır?”, vs…

Dün François Ozon’un 5×2‘sini izledim. Gösterime girdiğinden beri bildiğim, kah izlemekten vazgeçtiğim kah izlemem gerektiğini hissettiğim bir filmdi. Sonunda izlemekten memnun kaldığımı söylemeliyim. Ama harika bir film olduğundan değil. Gayet izlenebilir ama çok da aham şaham olmayan bir film.

Filmin olayı, modern evliliğe gayet tarafsız bakabilmesi. Bu açıdan, önem arz ettiğini bile iddia edebilirim. Çünkü kim ne derse desin, ‘evlilik’ artık hiç de eskisi gibi değil. 20-30 yıl öncesinin ataerkil yapılı evliliklerinin tarihe karıştığını söyleyebilir. Tabii, bunu toplumun belli bir kesmi için söylüyorum. Diğer türlü “Ya yüzde %58 hayır kim dedi?” diyen gruba katılırım ki hiç niyetim yok.

Daha fazlasını oku…

Ötenazi Hakkında Birkaç Fikir

Demokrasinin ana cümlelerinden biridir, “Bir başka bireyin özgürlüğünün başladığı yerde, bireyin özgürlüğü biter.” Çok önem verdiğim ve kişisel hayatımda da uyguladığım bir tanımdır.

Başkasının hayatına müdahale etmediğin müddetçe, istediğin şeyi yapmakta özgürsündür. Tabii, burada cümlenin ilk kısmı daha önemli çünkü genelde dikkat edilmeyen taraf bu kısım.

İnsanlar çift taraflı olarak bu hakkı ihlal etmeye pek meraklı. Mesela özgürlüğüne düşkün bir birey, başkalarını hayatını engellemediği halde, sırf hareketi genel düşünceye ters düştüğü için tepki görebiliyor. Bireyin özgürlüğü toplum tarafından keyfi olarak sınırlanıyor. Bu olaya Türkiye’de daha spesifik olarak ‘mahalle baskısı’ deniliyor. En bariz örnekle, kendi halinde balkonunda içki içmek isteyen biri içemiyor.

Diğer yandan bazı insanlar gayet keyfi olarak başkalarının hayatlarına müdahale ediyorlar ve bu hareketini doğal addediyorlar. Genelde savunmaları toplum veya dini kurallara sahip çıkmak istemeleri.

Burada vereceğim örnek, çok tartışılan bir konu: Ötenazi. Demokrasinin bireye verdiği en temel hak, yaşama hakkıdır. Bu hak, tamamen bireyin kendisine aittir. Eğer birey, bu hakkından vazgeçmek istiyorsa vazgeçebilmelidir.

Hayat, harikulade bir şeydir. Kelimelerle anlatılamayacak, iyiyle kötünün yan yana olduğu, en önemlisi her anı belirsiz olan ve bu yüzden de tüm sürprizlere açık bir boyutlar kümesidir. Ama bazı nadir durumlarda hayatın özelliği kalmaz.

Burada depresif durumları asla kastetmiyorum. Aşk acısı, ölüm acısı, vb. üstesinden zor gelinebilen durumları kastetmiyorum. Bir şekilde bunlardan sıyrılabilir insan, çünkü hayat sürprizleriyle unutturur. Ben ölümcül bir hastalık sonucunda, artık iyileştirilemez durumda bulunanları kastediyorum.

Örneğin amansız bir kanser hastasısınız, öldürmeyip süründüren cinsinden. Şimdi hayatın hiçbir keyfini alamadan, işkence çekerek yaşamınızı sürdürmeniz ne kadar mantıklı?

Tabii, tüm bu durumda olanlara ötenazi uygulanmalı diye bir iddiam yok. Ama eğer bu durumdaki bir kişinin ötenazi hakkını kullanmasına izin verilmeli. Tek iddiam bu!

Diyeceksiniz, “Hayrola, durup dururken nerden aklına geldi?” diye. Pazar sabahı, Al Pacino’nun ilk TV filmi olan You Don’t Know Jack‘i izledim. Film, hastalarına ötenazi hakkı sunan Dr. Jack Kevorkian’ın karşılaştığı engelleri anlatıyor. Demokrasi hakkında biraz kafa yormak ve ötenazi hakkında düşünmek için birebir. Bir de oyunculuklar süper.

Kategoriler:fikir, TV, yorum Etiketler:

Yeni Yıl Dileklerim

30/12/2009 2 yorum

Her yılbaşında; büyük, iddialı ve çoğu gerçek dışı dileklerde bulunuluyor. İnsanlar böyle yetiştirildiklerinden mi, yoksa hayali diyarlara olan aşırı ilgilerinden mi bilemiyorum. Tek bildiğim böyle iddialı dileklerde bulunmak istememem. Tabii isteyen, istediği dileği dilemek de özgürdür.

Bunun yerine size küçük şeyler dilemek istiyorum. Küçük ama hayata anlam katan şeyler. Çünkü hayatı güzel kılan da böyle küçük şeylerdir. Karşı çıkabilirsiniz lakin benim en mutlu anlarım hep küçük şeylerle olmuştur.

Onun için, size yeni yılda…

  • Yemyeşil, mis gibi kokan tek şeritli bir yolda yol almanızı;
  • Etrafımı rahatsız ederim diye çekinmeden kahkaha atmanızı;
  • Sevdiğiniz bir şarkıyı yalnızken bağıra bağıra söylemenizi;
  • Zifiri karanlık bir gecede dışarıda yere uzanıp yıldızlara bakmanızı;
  • Çok susadığınız bir anda kana kana su içmenizi;
  • Sessiz bir ortamda kitap okumanızı;
  • En yakın arkadaşlarınızla toplanıp saçma sapan şeyler konuşmanızı;
  • Eski fotoğraflara bakıp hayıflanmak yerine yeni fotoğraflar çektirmenizi;
  • Sevdiğiniz bir filmi seven biriyle tanışıp film hakkında konuşmanızı;
  • Yeni bir hobi edinmenizi veya var olan hobinizi geliştirmenizi;
  • Yeni yerler görmenizi (yaşadığınız şehirde de olabilir);
  • Tüm ailenizle yemek yemenizi;
  • Aşıksanız aşkınıza sahip çıkmayı;
  • Değilseniz aşkı bulmanızı;
  • Değişik şeyler yapmaktan korkmamanızı;
  • Canınız istediğinde doya doya uyumanızı;
  • Bir dağ yürüyüşü yapmanızı;
  • Sevdiğiniz bir ünlüyle sohbet etmenizi ve
  • … (Bu da sizin kendiniz için bir dileğiniz olsun)

    DİLİYORUM.

    YENİ YILINIZ KUTLU OLSUN.

Kategoriler:fikir Etiketler:

‘The One’ın Türkçesi!

29/10/2009 1 yorum

İngilizce’de ‘the one’ tabiri var ya. Hani ‘hayatında aşık olabileceğin tek kişi’ anlamındaki. İşte o tabir, Türkçe’de yok. Sanırım Türkler kavrama alışkın değil!

Aslında geçmişe bakınca mantıklı da geliyor. Düşünsenize, hayatını sadece çocuklarının annesi sıfatı için evlendiği kadınla bilumum metresleri arasında geçiren Türk erkeği. Diğer tarafta da, mahallenin koca karısının bulduğu ilk erkekle evlenen Türk kızı. Zaten ortada aşk diye bir şey yok ki! Nerede ‘the one’ kelimesine ihtiyaç duyulacak?

Hal böyleyken, bizim neslimiz de aynı hastalıktan mustarip hayatını mahvediyor. Hastalığın tanımı şu: Her heyecanı aşk zannetmek. Ama duyduğunuz her duygu aşk değil ne yazık ki! Zaten öyle olsaydı, aşk bakkalda da satılırdı. Hiç unutmuyorum, bir arkadaşım günde 5 kere aşık olduğunu savunuyordu. Yüzüne salak gibi bakmıştım. Meğerse okul-yurt arasında otobüste gördüğü her kıza aşık olduğunu sanıyormuş!
Daha fazlasını oku…

Kategoriler:aşk, felsefe, fikir, hayat

İş Hayatı Yorumları #1

4 aydır bifiil çalışıyorum.8-6 mesaisinden hareketle haftanın 5 günü iş yaşamındayım ve dikkatlice gözlemliyorum, nasıl bir şey diye bu yaşam. Umduğum şeyler de çıkıyor mutlak, şaştığım olaylar da. Gerçek ve profesyonel hayata girdiğinden detaya girmekten kaçınıyorum ama genel hatları hangi şirkette çalışıyorsam çalışıyım sizlerle paylaşmaya çalışacağım. İlk dikkate değer konu, kişilerin kendi işlerinden çok diğerlerinin işlerini nasıl ve ne kadar yaptığını gözlemlemesi. Diğeri hata yaptı mı onun da hata yapma hakkı olduğunu sanması.

Aslında olay tamamen tembellik üzerine kurulan bir kültürden besleniyor. Şöyle ki kimse işinden memnun değil! Hayat savurmuş onları bir şekilde ve bulundukları yere gelmişler. Eğer gerçekten sevdikleri mesleği yapsalardı çalışırlardı, hayatlarını onun üzerine kurarlardı. Şu an Türkiye’de iş sadece hayatı geçirmek için bir araç. O sevilen mesleğe neden ulaşılamadığını ve ya öyle bir şeyin bile aranmadığını sorgulamayacağım bu yazıda.

Derdim, kimsenin işini layığıyla yapmaması. Belki bu cümle size önemli gelmeyebilir okuduğunuzda lakin hayatın belki de özü. Çünkü herkes işini adam gibi yapsa dünyada sorun kalmaz! Düşünsenize; politikacı gerçekten politika yapıp halkını temsil etse, doktor para peşine düşmeyip hayat kurtarsa, çöpçü caddeleri düzgün temizlese, futbolcu şike yapmayıp spor yapsa, şoförler taşıdığı her yolcunun canını yüreğinde hissedip aracını kullansa, müteahhit malzemeden çalmayıp binasını muntazam dikse… Uzar gider!

Her meslek, makine mühendisleri dahil, işini beynini vererek, vicdanını dinleyerek yapsa bu dünyanın nasıl bir yer olacağını hayal bile edemiyorum. Edemiyorum çünkü bu bir ütopya! En az komünizm kadar, hatta ondan da yukarıda bir ütopya! (Hayır, komünizmin bir ütopya olduğunun bilincinde olduğum için komünist değilim!)

Ama ben hiç olmazsa bir denizyıldızı hayata dönsün diye kendi işimi elimden geldiğince değer vererek yapmaya çalışıyorum. Hatalarım olsa da her geçen gün her birinden ders çıkarıp bir daha yapmamaya çalışıyorum. Benden de bu kadar, ey ahali!

Kategoriler:fikir, günlük

Aşk

Ne kadar garip değil mi? Tüm hayatımız onun peşinde koşmakla geçse de aslında ona hapsolmak hiç istemiyoruz. Korkuyoruz ölesiye. Tüylerimiz diken diken oluyor karşılaşacağız diye. Ama her yerde ondan bahsediyoruz. Onun hakkında kitaplar okuyup, şiirler döktürüp şarkılar dinliyoruz. Yetmiyor klişelerle dolu filmleri onun için ilk defa izliyormuşçasına seyre dalıyoruz. Hatta işi daha da sapıtıp kendimize zarar veriyoruz onun uğruna!
Daha fazlasını oku…

Kategoriler:aşk, fikir

Zaman Kavramı ve Hayatıma İzdüşümü

Zaman dediğimiz kavram inanın çok garip. Tanımlar yetmiyor açıklamaya. Bir zaman biriminin açıklamasını mutlaka görmüşünüzdür mutlaka bir yerlerde. Çok detaylı bir tanımdır, diğer temel birim tanımlarına hiç benzemez.* Keza zamanın algılanışı bambaşka bir olaydır. Günümüze kadar kaç aklı başında bilim adamı kafa yormuştur üzerine bilinmez ki delileri hiç saymıyorum. Bir süre önce ‘kum saatindeki zaman akışı’ diye bir kavram duymuştum mesela, beni çok şaşırtmıştı. Şaşırtan yanı okuyunca saçma gelse de hayata inanılmaz şekilde ‘cuk’ oturmasıydı.**

Şahsi hayatlardaki zaman akışları da değişkendir nitekim. Çocukluk genelde yavaş geçer mesela. Büyüdükçe de akış hızlanır. Bir bakarsın, lise bitmiş! Diğer göz açışında üniversite mezunusun! Ama aralarda geçen bazı zaman dilimlerinde akış hızı değişebilir. Aşık olursun mesela, ışık hızıyla zaman geçer. Hemen ardından terk edilirsin, saniyeler geçmez olur.
Daha fazlasını oku…

Kategoriler:felsefe, fikir