Arşiv

Archive for the ‘aşk filmi’ Category

Nick and Norah’s Infinite Playlist

23/01/2009 1 yorum

Sinema büyüleyici bir deneyim. Siz ne kadar film izlerseniz izleyin, öyle bir film geliyor ki karşınıza sanki sinemayı yeniden keşfediyormuşsunuz gibi hayranlıkla izliyorsunuz. En son Issız Adam’da böyle bir deneyim yaşamıştım. Kendinizi kaybediyorsunuz. O süre boyunca koltuklar, diğer seyirciler, hatta aradaki hava bile ortadan kalkıyor. Gözünüz kamera oluyor. Öylece tüm film akıp gidiyor. Gerçekten fizik kanunlarıyla açıklanamayacak bir deneyim. İşte ancak böyle bir filmde, sinema bir büyü haline geliyor!

Aslında izlediğimiz klasik bir romantik-komedi, gençlik filmiyle harmanlanmış. İki türün de tüm kurallarını harfiyen uygulayan, bu açıdan bakınca biraz hayal kırıklığına uğratan, bir yapı söz konusu. Ama bu kuralları o kadar şirin uyguluyor ki, defalarca izleseniz bile, kalbiniz eriyiveriyor. Ayrıca doğru noktalarda vurgu yapması, destekleyici unsurlara da sahip olması filme önemli artılar getiriyor. Destekleyici unsurlardan biri olan samimi, akılda kalıcı diyaloglar konusunda çok cömert mesela. Sayabileceğim bir sürü sahnede gayet zeki diyaloglarıyla aklınızı başınızdan alıyor. Tabii filmin ana elementinin müzik olması ve müziği tüm film boyunca kararında ve zekice kullanması diğer bir özelliği (akıllara High Fidelity’yi getiriyor).
Daha fazlasını oku…

Issız Adam

12/11/2008 2 yorum

Kalbimi ılık suda yıkadıktan sonra iyice temizleyen, sonra keskin bıçak darbeleriyle ince ince doğrayan, ardından süt ve kekikle terbiye eden, yayvan bir tavada doğranmış biber, domates ve soğanla kızgın ateşte pişirdikten sonra kare tabakta servis eden film.

Stephen Frears’ın çektiği 2000 yapımı bir film vardır, High Fidelity diye. Hiçbir zaman çok popüler olmadı ama çok sıkı hayranları bulunur, ben dahil. Filmin özelliği erkekler için bir romantik film olmasıdır. Yani daha çok aksiyon, komedi ve korku seven erkek cinsine yapılmış bir filmdir. Bu yüzden de genelde kıyıda köşede izlenir.

Issız Adam’ı izlerken High Fidelity’nin kulaklarını çok çınlattım. Çünkü Issız Adam, kadınlardan çok erkekleri ön planda tutuyor. Zaten film de bir erkeği anlatıyor tamamen. Dünyaya onun gözünden bakıyor. Ama kadını da ihmal etmiyor, ona da söz veriyor. Çünkü sonuçta erkeği tamamlayan unsur kadındır. İşte bu özelliğiyle de High Fidelity’nin önüne geçiyor.

High Fidelity’de bir monolog vardır, sizinle paylaşmak istiyorum: “Fantezilerden sıkıldım çünkü onlar gerçekte varolmayan şeyler. Onlarda sürprizler yoktur ve onlar sonuç vermez. Bütün bunlardan sıkıldım ama senden sıkılmıyorum.”

Bu cümleler aslında Issız Adam’ı da anlatıyor. Çünkü onun da derdi şehirli bir erkeğin bağlanma sorunu. Kadınlar belki anlamaz ama bu sorun hatta ikilem çok önemlidir. Çünkü fiziksel özelliklerinden dolayı biz erkekler; her an, her yerde, her kadınla birlikte olabiliriz ve bundan vazgeçme düşüncesi bile çıldırtabilir. Tek eşli yaşamak, sadece ona ait olabilmek. Bu, kadın fizyolojisine ne kadar uygunsa, erkek fizyolojisine de o kadar terstir. İşte bu yüzden aşk bir mucizedir. Erkeğin bu özelliğini tersine çevirebilen yegane duygudur. Ama tabii bir de durumu anlayabilmek olayı var. Yani erkeğin, aşkın bu özelliğini kavrayabilme yetisi. Daha sade bir ifadeyle, erkeğin doğasına karşı kalbiyle mücadelesi.

Genellikle kadınların daha duygulu oldukları ifade edilir. “Erkekler ağlamaz!” geyikleri filan yapılır. Oysa en güzel biz ağlarız. Çünkü gerektiğinde ve derinden ağlarız. Çünkü içimizde birikir bizim, duygu yoğunluğu oluşur. O yüzden erkekler daha iyi aşk şiiri yazar. Issız Adam, bu duyguları da betimliyor. Erkeğin daha güzel kek yapması mesela. O kekin içinde umut vardı, aşk vardı. Biliyor musunuz, bazen bir bakış milyonlarca “Seni seviyorum!”a bedeldir. İşte bunu da filmde görüyoruz.

Bunun için sinema en sevdiğim sanat. Bazı şeyler vardır, harflerle, notalarla, imgelerle anlatamazsın. Hepsinin birleşimi ancak o duyguyu verir. Çağan Irmak bunu yapıyor. Önce metnini yazmış, sonra bunu kameraya çekmiş ve bunu görüntüsüyle, oyuncunun performansıyla, müziğiyle süslemiş. Mesela sonlara doğru adamın sahilde yürüyüp bir kız çocuğu gördüğü bir sahne var. Gökhan Tiryaki o kadar iyi bir iş çıkarmış ki görüntü konuşuyor. Başka bir sahnede bir şarkı çalıyor, sizi sizden alıyor.

Bizim ülkemizde aşk tabudur, ayıptır. Aşık olmak tedavi edilmesi gereken bir hastalıktır. Bu yüzden çok az yapıt aşkı anlatabilir (gerçek aşkı kastediyorum). Ben sinemada 3 Türk filminde aşkı görebildim: Selvi Boylum Al Yazmalım, Soğuktu ve Yağmur Çiseliyordu ve Vesikalı Yarim. Şimdi ne mutlu ki bunlara Issız Adam ekleniyor.

Oyuncular: Cemal Hünal, Melis Birkan, Yıldız Kültür, Aslı Aybars, Şerif Bozkurt, Gözde Kansu – Görüntü Yönetmeni: Gökhan Tiryaki – Müzik: Aria (Cengiz Onural, Bora Ebeoğlu, Cenk Erdoğan) – Yazan ve Yöneten: Çağan Irmak

Kategoriler:aşk filmi, film eleştirisi Etiketler:

Away From Her

Bu bir aşk filmi ama kız ve erkeğin gelgitlerle dolu hikayesini anlatmıyor. Çok daha ilerisini, artık yaşlanmış olan iki aşığın öyküsünü izliyoruz. Julie Christie’nin muazzam canlandırdığı Fiona, Alzheimer hastası. Kocası Grant, eşinin hastalığı ilerlediği için onu bir kliniğe yatırmaya karar veriyor. Birbirinden hiç ayrılmamış çift, klinik kuralı gereği 1 ay kalıyor. Ayın sonunda karısını özleyip kliniğe giden Grant, bambaşka bir Fiona ile karşılaşıyor; başkasına aşık bir Fiona…

Film belki çok basit ama bu basitliğini çok iyi kullanıp bir avantaja dönüştürmeyi başarıyor. 46 yıllık bir evliliği başka bir bakış açısıyla izliyoruz. Grant’ın dramı, bilhassa hala aşık olduğu kadına dokunamamanın acısı yürekleri dağlıyor. Diğer taraftan Alzheimer olan Fiona’nın yeni aşkının sebebi ahlaki bir ikilem, acaba Fiona Grant’ı artık sevmiyor mu yoksa hastalığının etkisi olarak onu unuttu mu? Buna eşlik eden beyaz görüntüler, usta işi oyunculuklar ve abartısız bir senaryo.

Nadir bulunan filmlerden biri daha. Tür meraklıları kaçırmamalı.

Oyuncular: Julie Christie, Gordon Pinsent, Olympia Dukakis, Deanna Dezmari, Alberta Watson, Andrew Moodie – Görüntü Yönetmeni: Luc Montpellier – Müzik: Jonathan Goldsmith – Senaryo: Sarah Polley (Alice Munro’nun ‘The Bear Came Over the Mountain’ aslı kısa öyküsünden) – Yönetmen: Sarah Polley

Across the Universe

Beatles dinlemeye ben lise 1 sıralarında otururken çıkan ‘1’ albümüyle başlamıştım. 2-3 ay devamlı onları dinleyip kendimden geçmiştim. Halen daha ‘Hey Dude’ başucu şarkılarımdan biridir. Bana göre 20. yüzyılı etkileyen en önemli gruptur. Tabii bu saptamayı yaparken Pink Floyd, Queen veya Nirvana’yı bir kenara atmıyorum. Neyse, Beatles’ın bu öncelikli konumu başta bir dönemin yaşam tarzı olmak üzere tüm hayatımızı etkilemiştir. İşte Julie Taymor da zor olanı yapmış ve bu hayatlardan birini sinematografik şekilde perdeye yansıtmış. Perdedeki çalışma tek kelimeyle olağanüstü. Daha önce yapıldığını da zannetmiyorum.

Jude ile Lucie’nin Beatles şarkılarıyla bezeli aşkını izliyoruz perdede. Arka planda da ünlü 68 dönemini seyreyliyoruz. Dönemin politikası, müziği, yaşam biçimi, modası ve ruhunu içimizde hissediyoruz. Üstelik Beatles’ın güzelim şarkıları o kadar güzel yakışıyor ki görüntülere heyecanlanmamak, izlerken şarkıları söylememek elde değil.

Film hakkında fazla bir yorumda bulunamayacağım çünkü izleyip gerçekten bu şahesere tanık olmanız gerekiyor. Tek kelimeyle enfes.

Oyuncular: Evan Rachel Wood, Jim Sturgess, Joe Anderson, Dana Fuchs, Martin Luther, T. V. Carpio, Spencer Liff, Lisa Hogg – Görüntü Yönetmeni: Bruno Delbonnel – Müzik: Eliot Goldenthal – Senaryo: Dick Clement, Ian La Frensis (Julie Taymor, Dick Clement ve Ian La Frensis’in öyküsünden) – Yönetmen: Julie Taymor

Kategoriler:aşk filmi, film eleştirisi Etiketler:

My Bluebarry Nights

Bazı filmler vardır, sadece belli bir kitleye hitap eder. Onun dışındaki kesim, filmden resmen nefret eder. Çoğu sıkıcı, anlaşılmaz, çok yavaş gibi sıfatlar kullanırlar. Oysa ki hitap edilen kesim için bambaşka anlamlar yüklüdür film. Filmi bağrına basıp, başucu filmi yapanlar dahi vardır. İşte My Bluebarry Nights böyle bir film. Bu filmin seveninden çok sevmeyeni olacaktır ama bu, filmin –bence- aşk üzerine yapılmış bir başyapıt olmasını engellemez.

Her şey Lizzie’nin aldatılmasıyla başlıyor. Daha doğrusu zaten dünya dönüyor, bizim o dünyaya konuk olmamız aldatılma ile başlıyor. Lizzie önce New York’ta bir barmenle arkadaş oluyor, onunla dertleşip huzur bulmaya çalışıyor. Ama bakıyor içindeki yara kapanacak gibi değil, bir araba için para biriktirme bahanesiyle yola düşüyor. Bazı yerlerde kalıp garson olarak çalışmaya başlıyor. Doğal olarak değişik, garip ama bir o kadar da hayatın içinden insanlarla karşılaşıyor. Biz bunlardan sadece üçünü tanıma şansına erişiyoruz. İlk ikisi ayrılmış olan bir çift. Öbürü de baba hasreti çeken poker manyağı bir kız. Böylece hayatında yeni bir evreye başlayan Lizzie, kah yarasını kapatmaya çalışarak kah da yeni deneyimler elde ederek yola devam ediyor.

Film çok yavaş. Ama bu yavaşlık bir süre sonra bir anlam kazanmaya başlıyor. İşte o anda filmden keyif almaya başlıyorsunuz. (Ne yazık ki o anın biraz sonrasında antrakt giriyor) Bu keyif, country müziğin teskin edici yanını barındıran, sizi gözlemci durumuna sokan ama bunu gayet seviyeli ve iyi anlamda kullanan ve sanki aşka dair kırıntılar barındıran bir tür duygu sanki. Film, o kadar güzel akıyor ki sanki güzel, hayat ve canlılık verici bir şey içiyorsunuz ama onu hızlı veya yavaş değil, her yudumundan keyif alırcasına boğazınızdan geçiriyorsunuz. Eğer benim gibi filmin frekansını tutturursanız, enfes bir tat sizi bekliyor demektir. Ama doğal frekansınız bayağı düşük olmalı.

Filmin performansları harikulade. Norah Jones gayet tatminkar bir ilk oyunculuk deneyimi yaşıyor. Ama esas alkış yan kadroya: Jude Law, Natalie Portman ve Rachel Weisz görülmesi gereken performanslar armağan ediyorlar. David Strathairn ise filmin zirvesini yaparak muazzam bir oyunculuk gösterisinde bulunuyor. Buna ünlü görsel üstat Darius Khondji’nin yağlı boyaya benzer resimleri ve enfes bir ses kaydı eşlik ediyor. Hele filmin başlarında yine Wong Kar Wai’nin In the Mood for Love filminin o yürek burkan tınısı mandolinle çalınınca… Ama tüm alkışlar Wong Kar Wai’ye. Kusursuz bir yönetim gerçekleştirmiş, ne denilebilir ki? Atilla Dorsay filmin eleştirisinde Amerika’yı en iyi yabancı yönetmenlerin anlatabildiklerini düşündüğünü yazıyor. Örnek olarak Wim Wenders’in beni koltuğa çakan filmi Paris, Texas’ı gösteriyor. Hiç haksız sayılmaz.

Oyuncular: Norah Jones, Jude Law, David Strathairn, Natalie Portman, Rachel Weisz, Hector A. Leguillow – Görüntü Yönetmeni:: Darius Khondji – Müzik: Shigeru Umebayashi – Senaryo: Wong Kar Wai, Lawrence Block – Yönetmen: Wong Kar Wai

Kategoriler:aşk filmi, film eleştirisi Etiketler:

Atonement

Sonunda izleyebildim. En sonunda. Keira Knightley’i o nefis yeşil elbisesiyle şöyle bir süzdüm. Filmin savaşı da anlattığının tek kanıtı olan 5 dakikalık tek planı da dünya gözüyle seyreyledim. Bu sahneyle Joe Wright’ın adını ustalar arasına yazdırmasına ramak kaldığını da anlamış oldum. Sonra, daktilo sesli o enfes ses kaydının filmle nasıl da bütünleştiğini izledim ve dinledim, sonrasında da ruhuma işledim. Saoirse Ronan’ı I Could Never Be Your Woman gibi ikinci sınıf bir romantik-komediden sonra izleme şansını buldum, umut vaat ettiğini gözlemledim. James McAvoy’un artık 2. sınıf rollerde oynamacağını ve bunun da ona yakıştığını fark ettim. Vanessa Redgrave’in 10 dakikayla kendini nasıl fark ettirdiğini görünce şaşırdım.

İşte Kefaret’in bende bıraktığı etkiler. 2007’nin en iyilerinden olduğu kesin.

Oyuncular: Keira Knightley, James McAvoy, Saoirse Ronan, Brenda Blethyn, Romola Garai, Vanessa Redgrave, Brenda Blethyn – Görüntü Yönetmeni: Seamus McGarvey – Müzik: Dario Marianelli – Senaryo: Christopher Hampton (Ian McEwan’ın romanından) – Yönetmen: Joe Wright

Vesikalı Yarim

31/10/2007 1 yorum

Nice zamandır ismini duyup izleyemediğim Türk filmlerinden sadece biri. Türk Sineması’na yapılan nankörlük ve umursamazlıktan ötürü genç nesil kendi sinemasının nelere kadir olduğunu bilmiyor, ne yazık ki. Oysa, öyle güzel filmler var ki izlemeye doyamazsınız. İşte bunlardan biri: Lütfü Ö. Akad ustanın eşsiz melodramı, Vesikalı Yarim.

Hikaye basit Yeşilçam yapısıyla başlıyor: İşinde, gücünde, kendi halinde bir manav olan Halil, bir gün arkadaşlarıyla Beyoğlu’ndaki meyhanelerden (aslında pavyon daha uygun olur) birine gider. Normalde sağa sola yaradılışı icabı bakmayan Halil, Sabiha’ya görür görmez tutulur. Sabiha da normal müşterilerine hiç benzemeyen bu adama yakınlık hisseder. Ertesi gün, Halil kendini tutamayarak yine meyhaneye gidince büyük aşkları başlar. Ama Sabiha, Halil’in evli olduğunu öğrenince ilişkileri sarsılmaya başlar…

Buna benzer hikayeleri belki de yüzlerce kere izlediğinizin farkındayım ama bu seferki çok farklı. Klişelere fazla bulaşmayan, kendi derdini sadelikle anlatan bir hikaye. Zaten film, ünlü hikayecimiz Sait Faik Abasıyanık’tan uyarlanmış. Senaryo yazma rekoruna sahip Safa Önal tarafından da senaryolaştırılmış. Hikaye ve film öyle tatlı akıyor ki izlemeye doyamıyorsunuz. Temposu hiç düşmeyen, mantık çerçevesini hiç aşmayan bir film. Sonunda da harika bir final yaparak klişelerle uğraşmadığını yine kanıtlayan bir yapım. Final sahnesi bana nedense Casablanca’yı hatırlattı, büyük bir aşkın hüzünlü bir finali gibi. Halbuki finali çift taraflı olarak da yorumlayabiliriz. Her ne kadar mutsuz gibi gözükse de bir açıdan da mutlu bir final izliyorsunuz.

Diğer taraftan 1968 yapımı film, dönemini harika kullanıyor. Mahalleleri, daracık sokaklarıyla enfes bir İstanbul filme fon oluyor. Ses kaydında ise birbirinden güzel şarkılar: Şükran Ay’ın (Savaş Ay’ın annesi) sesinden “Kimseye Etmem Şikayet”, “Kalbimi Kıra Kıra” ve niceleri. Filmin karelerine de öyle güzel uyuyorlar ki bambaşka diyarlara yolculuk ediyorsunuz. Ve tabii ki oyuncular: Güzeller güzeli, Sinemamızın Sultanı Türkan Şoray, enfes bir performans veriyor. Ağır abi de İzzet Güney, tüm duygularını tek bakışıyla ekrandan taşırıveriyor. Yıllardır Kadir İnanır-Türkan Şoray ikilisinden bahsedenler, bir de bu filmi izlesin. Yan rollerde Yeşilçam’ın emektarları. Ama nedense Aydemir Akbaş bir başka dikkatimi çekti.

Bu siyah-beyaz klasiği seyredip ülkenizin sinemasıyla gurur duymalısınız.

Oyuncular: İzzet Günay, Türkan Şoray, Ayfer Feray, Semih Serezli, Salahattin İçsel, Aydemir Akbaş – Görüntü Yönetmeni: Ali Uğur – Müzik: Metin Bükey – Senaryo: Safa Önal (Sait Faik Abasıyanık’ın hikayesinden) – Yönetmen: Lütfü Ö. Akad

***** Y.T.: 31 Ekim

No Reservations

Film adları çok önemlidir. Aslında genelleme yaparsak her şeyin adı çok önemlidir ama bu, film bazında bir adım öne çıkar. Çünkü filmi tanımlamak isteğinizde ilk önce adını söylersiniz ve bu ad size film hakkında birkaç ipucu verir. Bu yüzden gerek yapımcılar (Abdullah Oğuz Mustafa Hakkında Her Şey’in adına karşıymış) gerekse dağıtımcılar adlara mutlaka müdahale ederler. Bu yüzdendir ki Türkiye’de gösterime giren çoğu romantik-komedinin Türkçe adında ‘aşk’ kelimesi vardır. Seyircinin adı görür görmez filmin yapısını anlaması amaçlanır böylece. Ne yazık ki her Türkçe ad, orijinali kadar yerinde olmuyor. Filmimize dönersek ‘Aşkın Tarifi’ adı filme uymuyor çünkü aslında film tersini söylüyor: “Aşkın tarifi yoktur!” Oysa ki orijinal adı olan ‘No Reservations/Rezervasyon Yok’ filmdeki birkaç konuyla örtüşüyor. Mesela Kate’in hayatında aşka yer olmaması gibi ve ya Zoe’nin annesinin aniden ölümü gibi. Bunun için ad konusuna biraz daha dikkat edilmesi gerekildiğini düşünüyorum.

Filme bakarsak vasat bir romantik-komedi olduğunu görüyoruz. Bir romantik-komedinin tüm işlevlerini başarıyla gerçekleştirse de bunu bir adım öteye götüremiyor. Ama bunu yan unsurlarıyla destekleyerek vasatın üstüne çıkmayı başarıyor. Buradaki en önemli yan unsur, müzikler. Philip Glass’ı ne zaman dinlesem hayran kalıyorum zaten ve yine kendisine hayran bıraktı. Adam film müziği nasıl yapılır çok iyi biliyor. İkinci unsur, oyuncular. Catherine Zeta-Jones yaşlanma emareleri göstermesine rağmen zevkle izlettiriyor kendini. Aaron Eckhart yine rolünün hakkını veriyor. Ve Abigail Breslin Oscar adayı olmasının hakkı veriyor. Yan kadro da iyi oluşturulmuş ama Patricia Clarkson rolüne uymamış. Üçüncü ve son unsur ise Shine ve Hearts in Atlantis gibi iki sıra dışı film yöneten Scott Hicks.

Ama bu üç unsur, filmin vasat olmasını pek değiştiremiyor. Çünkü şablon çok önceden belli zaten: Kate yalnız yaşayan, işine aşık, başarılı bir aşçıdır. Kardeşi ölünce yeğenine bakmak zorunda kalır, aynı zamanda da mutfağına bir yardımcı gelir, opera sevdalısı, Kate’in zıddı Nick. Bu hikayeyi daha önce izlediğinizin farkındayım ama bu 3 unsur için değişiklik yapmaya değer.

Oyuncular: Catherine Zeta-Jones, Aaron Eckhart, Abigail Breslin, Patricia Clarkson, Bob Balaban – Görüntü Yönetmeni: Stuart Dryburgh – Müzik: Philip Glass – Senaryo: Carol Fuchs (Sandra Nettelbeck’in Bella Martha adlı senaryosundan) – Yönetmen: Scott Hicks

**1/2 G.T.: 7 Eylül Y.T.: 21 Eylül

Kategoriler:aşk filmi, film eleştirisi Etiketler:

The Fountain ve Aronofsky

Bu filmi izlediğim günün sabahında bir arkadaşımla Darren Aronofsky hakkında konuşuyorduk. Arkadaşım önceki gün Requiem For a Dream’i izlemiş, ne kadar sıkıcı olduğunu anlatıyordu. Anlayışla karşılasam da filmin bir başyapıt olduğunu değiştirmez bu sonuç. Evet, çok depresif ve yer yer sıkıcı ama kesinlikle çok iyi bir film. Buna rağmen filmin sıkıcılığını Aronofsky’nin kişiselliğine bağlayabiliriz. Requiem’den sonra Pi’yi çok merak etmiştim. Ama benim için tam bir hayal kırıklığıydı, o kadar kişiseldi ki içine giremiyordun. The Fountainikisinin tam ortasında, güzel tarafları da var ama Aronofsky kafasında filmi o kadar güzel çözmüş ki bize anlatmasına gerek kalmamış.

Film, üç ayrı zamanda (geçmiş, günümüz ve gelecek) 2 sevgilinin hüzün dolu hikayesini anlatıyor. Budizm tarzı ruhsal dinlerden oldukça beslenen senaryo, fena halde sürrealist. Ama bu sefer Aronofski biraz seyirciye neyi anlatmak istediğinin hakkında ipucu veriyor ama yetmiyor. Çünkü film zaten 3 ayrı zaman/mekana yayılmış, üçünün de ayrı derdi var ve üçünün de ana karakterleri aynı; bunları hazmetmek filmin zamanına oranla çok zor. Mesela filmin sanat çalışması ve görüntü yönetimi mükemmelle boy ölçüşüyor, keza filmin alt metinleri çok doyurucu. Oyunculuklar, bilhassa Hugh Jackman harikalar. Ama film sizi içine sokmadıkça hepsi boş kalıyor.

Hitchkock bir keresinde “Ben filmi kafamda çeker bitiririm, kalanı çok sıkıcıdır, seyirciye filmi göstermek.” demiş. Ama her zaman da kafasındakini perdeye tamamen aktarabilmiştir. Aronofsky de bir aktarabilse ne başyapıtlar çıkaracak.

Oyuncular: Hugh Jackman, Rachel Weisz, Ellen Burstyn, Mark Margolis, Stephen McHattie, Ethan Suplee – Görüntü Yönetmeni: Matthew Libatique – Müzik: Clint Mansell – Senaryo: Darren Aronofsky (Darren Aronofsky ve Ari Handel’in hikayesinden) – Yönetmen: Darren Aronofsky

*** G.T.: 11 Mayıs Y.T.: 31 Mayıs

Casablanca

15/05/2007 1 yorum

Tartışmasız başyapıtlardan biri. Nice akademik yazıya konu olmuş, nice en’ler listesine girmiştir. Hollywood basit bir ticari film çekmek isterken beklenmedik bir şey olmuş, Micheal Curtiz o filmden bir başyapıt yaratmıştır. Aslında söylenenlere göre film gösterime girdiğinde hedefine uygun bir yolda seyrediyormuş, gişe başarısı yüksek kaliteli bir film. Yıllar sonra Humphrey Bogart öldükten sonra onun anısını yaşatmak isteyenler eski filmlerini yeniden izlemeye başlayınca film de o esas popülaritesine ulaşıyor ve o efsane günümüze kadar geliyor. Casablanca’yı izleyip de etkilenmemek pek mümkün değil. Bir vakit ünlü bir sinema eleştirmenine sormuşlar, Casablanca’nın neden bu kadar popüler olduğunu. O da 3 unsur var demiş: Final sahnesi, müzikleri ve esprili dili.

Film, 2. Dünya Savaşı’nın tam ortasında geçiyor. Aslında bu yönden de ilginç bir film çünkü film o zamanda çekiliyor yani daha savaşın sonucu belirsiz. Hatta Almanların hala önde olduğu vakitler. Adını da aldığı Fas’ın Casablanca şehrinde geçer film. Yine gerçek bir olaydan destek alır film. Savaş halindeki Avrupa’dan Amerika’ya kaçmak isteyenler Lizbon’a ulaşmak zorundadır. Lizbon’a da ulaşmanın tek yolu Casablanca’dır. Film bu bilgiyi bize vererek başlar. Kamera Casablanca’nın genel profilini verdikten sonra şehrin en ünlü barı Rick’s American Cafe’ye çevrilir. Sonradan öğrensek de geçmişi belirsiz, kadınlara önem vermese de şehrin en gözde bekarı olan Amerikalı Rick tarafından işletilmektedir bu bar. Gerek ünlü piyanisti Sam ile gerekse arkasındaki gizli ama açık kumarhanesiyle çok popülerdir. Olaylar önce Rick’in gizli işler çeviren arkadaşının barda öldürülmesi ve Rick’e önemli bir belge vermesiyle başlar. Ertesi gün de Alman karşıtı grupların lideri Victor Laszio’nun Casablanca’ya gelmesiyle gerilim artar. Ama esas gerilim Victor Laszio’nun eşi Lisa ile Rick karşı karşıya gelince doruğa çıkar. Burada bir flashbackle öğreniriz ki Lisa ile Rick Paris’te birbirine aşık olmuşlardır. Tam evleneceklerken de, tam da Nazilerin Paris’i işgal ettiği gün, Lisa’nın ortadan yok olmasıyla ilişkileri bitmiştir. Anlarız ki Rick’in kadınlara ilgisizliği meğerse Lisa’ya olan aşkıymış ve o gizli belge Victor Laszio’nun Lizbon vizesiymiş. Böylece hem siyasi olarak hem de romantik olarak ilginç bir üçgen kurar film ve bu çatının üzerinde yol alır. Tabii başta polis şefi ve Alman kumandan olmak üzere birbirinden ilginç karakterler de hikayeye eşlik eder.

Gelelim şu ünlü final sahnesine. Lisa Rick’i mi seçecek, kocasını mı ikilemine. Bunun hakkında tonlarca yazı, konuşma bulabilirsiniz. Sonuçta filmin mutlu sonla bitmediği aşikar. Herkes de bunun üzerinde duruyor zaten. Mutlu sonla bitse Casablanca bu kadar popüler olabilir miydi? Bence hayır çünkü filmin esas ünü bu sahneden kaynaklanıyor. Hatta When Harry Met Sally’de bu sahneyle ilgili çok komik bir diyalog da mevcut. Olayın kadın ve erkek arasındaki iki farklı yorumunu duymak için bu sahneyi şiddetle öneririm. (Hatta işin ucu cinselliğe kadar varır.) Yine ilginç bir rivayete göre Lisa’yı oynayan Ingrid Bergman çekimler boyunca finali bilmiyormuş, yani hangisini seçeceğini ve bu, performansını pozitif yöne etkilemiş.

Filmin espri kalitesi bence mükemmel. Bugün birçok Hollywood filminde duyamayacağınız kadar güzel espriler mevcut, hala daha güncelliğini koruyan espriler üstelik. Senaryoya çok güzel yedirilmiş olması ayrı bir yetenek ayrıca, mesela Rick ile Lisa’nın pazardaki kavgasında pazarcının fiyatını %80 indirmesi seyirciyi siyasi tonlu bu filmde gayet rahatlatıyor.

Ve gelelim o muhteşem şarkıya: ‘As Time Goes By’. Filmi izlemeden de duysanız içinizi ısıtacak bu şarkı filmle, başka hiçbir filmde olmadığı gibi, örtüşüyor. Zaten şarkıyı mutlaka bir yerlerde duymuşunuzdur. Neredeyse her şarkıcı söylüyor çünkü. Ama benim tercihim orijinali olan Dooley Wilson versiyonu. Ayrıca filmde şarkının ilk defa çalınışındaki replik de en iyi replikler listesinde: “Bir daha çal Sam ‘As Time Goes By’ı.”

Gerek saydığım nedenler gerekse oyuncu kadrosunun sağlamlığıyla defalarca izlenebilen nadide klasiklerden. Yalnız orijinal versiyonu olan siyah-beyaz versiyonunu izlemenizi öneririm. Renklendirilmiş versiyonu çok göze batıyor, o büyüyü azaltıyor.

Oyuncular: Humphrey Bogart, Ingrid Bergman, Paul Henreid, Claude Reins, Conrad Veidt, Sydney Greenstreet, Peter Lorre, S. Z. Sakal, Madeleine LeBeau, Dooley Wilson – Görüntü Yönetmeni: Arthur Edeson – Müzik: Max Steiner, M. K. Jerome, Jack Scholl, Herman Hupfeld (‘As Time Goes By’) – Yapım Yılı, Ülkesi: 1942, ABD – Senaryo: Julius J. Epstein, Philip G. Epstein, Howard Koch, Casey Robinson (Murray Burnett ve Joan Alison’un ‘Everybody Comes to Rick’s’ adlı oyunundan) – Yönetmen: Micheal Curtiz

***** Y.T.: 16 Haziran