Arşiv

Archive for the ‘yorum’ Category

Empire-UK Vs. Empire-Tr

Şu anda önümde aynı derginin Eylül sayısına ait iki kopyası var. Lakin iki kopya da farklı çünkü bir orijinal Empire baskısı (İngiltere), öbürü ise Türkçe edisyonu. İki baskının da diğerine göre iyi tarafları var. Şimdi bunlara bir göz atalım:

Empire-tr, Aralık 2006’da basılmaya başlanan aynı adlı İngiliz dergisinin Türk versiyonu. Doğal olarak Empire-tr’nin çoğu kısmı orijinalinden kopyalanmış ve çevrilmiş. İlk dikkat çeken, kapağı. Eylül sayısının kapağı aynen Empire-UK’nin ağustos sayısı kapağı. Empire-UK’nin eylül kapağını da muhtemelen ekim ve ya kasımda göreceğiz (Kapağın ortasında Iron Man, yanlarında Indy ve Batman var). İçeriğe baktığınızda formatın birebir olduğunu görüyoruz ki başka bir format beklemiyorduk zaten. Sayfa sayısına baktığımızda 186 sayfalık doyurucu İngiliz baskısına karşı114 sayfalık nispeten zayıf Türk baskısıyla karşılaşıyoruz.

Türk sinema dergileri içinde en fazla haber sayfasına sahip olan Empire-tr’nin açık ara Empire-UK’den zayıf olması dikkat çekiyor. İçimden Türk versiyonun da bir o kadar doyurucu olması gerektiği geçiyor. Doğal olarak çoğu haber birebir çevrilmiş.

Eleştiri bölümünde Türk baskısı daha iyi. Sebebi basit aslında. İngiltere’de daha çok film vizyon şansı bulduğundan, bunlara ayrılan yer azalmış ki sayfa sayısı daha çok. Keşke Türkiye’de de bu kadar filmi (ve bilhassa klasikleri, Raging Bull vizyona girmiş!) vizyonda görebilsek dedirtse de eleştirilerin hacmi tam yerinde. Sadece tek eleştiri (Knocked Up) çevrilmiş, kalanları Türk eleştirmenler tarafından yazılmış.

Dosya kısmında iki taraf da kıyaslama yapılmayacak kadar iyi. Türk baskısında çeviriler tabii ki var ama bunlar iyi adapte edilmiş. Sadece Jessica Biel röportajı gereksiz (kendisini de sevmem zaten, üstelik iki baskıda da var!). Bourne, Knocked Up yazıları ve Cusack röportajı çok iyi. Yine Türk yazarların hazırladığı dosyalar da iyi. Bilhassa duayen Agah Özgüç’ü okumak heyecan verici. Antonioni-Bergman yazısı da çok güzel. Ama Empire’ın en önemli bölümü kesinlikle ‘Perde Arkası’, bu ay Türk baskısında Roger Corman, İngiliz baskısında da Leni Riefenstahl vardı. İkisi de sinema tarihine damgasını vuran çok özel yönetmenler ve Empire bunu çok iyi yansıtmış. İngiliz baskısındaki diğer yazılar da çok hoştu, bazıları yakında çevrilir bence.

‘Ev Keyfi’ bölümünde İngiliz baskı önde. Belki Türk DVD piyasasının kısıtlığından dert yanabiliriz fakat yazılar da daha iyi. Şu gerçek var ki Empire, dergi olarak DVD ekstralarına hiç değer vermiyor ki DVD alınmasının önemli bir nedeni de ekstralardır. İngiliz baskısı, bu yönden bir gıdım daha iyi. Şöyle söyleyeyim: İngiliz baskısında DVD bölümü üçe ayrılmış; gündem, klasik ve TV olarak ki başarılı bir konsept. Ayrıca Empire-UK’de bulmaca var, çözmesi çok eğlenceli.

Bunlara karşılık İngiliz baskısında hediye yok. Türk baskısı da (diğer dergilerle rekabet edebilmek için, gayet de iyi oluyor) her ay 2 afiş ve 1 DVD veriyor.

Son olarak fiyata gelirsek, Türk baskısı 9 YTL yani £4-4,5 (bunda ana etken DVD) oysa ki İngiliz baskısı £3,7.

Buradaki amaç hangisi iyi hangisi kötü değil, sakın yanlış anlaşılmasın. Elime her 2 baskı da geçince bir değerlendirme yapmak istedim sadece. Bahaneyle dergiyi yorumlamış oldum. Neredeyse 8 yıldır düzenli sinema dergisi okuyan biri olarak gayet doğal hakkım herhalde.

Kategoriler:sinema, yorum

Harry Potter ile Büyümek

Harry Potter serisi 10 yıllık bir dönemi kapsıyor. Son kitap, Harry Potter ve Ölümcül Takdis, ile birlikte bu seri de nihayete erdi. Öyle bir seri ki her kitabın çıkışı yeni bir satış rekoru kırdı. Yazarını alt-orta sınıftan en üst sınıfa çıkardı. Rowling şu anda İngiltere’nin en çok kazanan ve belki de Kraliçe’den sonra en güçlü kadını. Hatta öyle ki çevirenleri bile zengin etti. Sevin Okyay bunca yıl sonra para kazandı. Bir sürü makale ve yazıya konu oldu. Hollywood hala daha filmleri çekmekle meşgul ki o filmler gişe rekorlarını allak bullak etti. Oyuncaklar, temalı ürünler derken kendi ekonomisini yarattı bir nevi. Bu ekonomi de sona ereceğe hiç benzemiyor. Kısacası Harry’ciğimizin daha çok kulağını çınlatacağız.

Seri 97’de başladı. Gazetelerde çıkan haberleri hayal meyal hatırlıyorum. ABD ve İngiltere’nin genç bir büyücünün maceralarını merakla takip ettiği yönünde ilginç haberleri her medyada kendine yer buldu. O zamanlarda da ben fantastik edebiyatla gayet içli dışlıydım. Aradan 3-4 yıl geçti, filmlerin çekileceği duyuruldu, ben de bir okuyayım dedim. Kitabı alış, o alış. Daha yeni bırakabildik işte. İlk kitabı, Harry Potter ve Felsefe Taşı, ne kadar sürede bitirdim, tam hatırlamıyorum ama 5 günü geçmediğine kalıbımı basarım.

Kitap inanılmaz sürükleyiciydi, elinizden bırakamıyordunuz resmen. Bunda da deneyimli edebiyatçımız Ülkü Tamer’in başarısı unutulmamalı. Hemen ardından kitapçıya gidip ikinci kitabı, Harry Potter ve Sırlar Odası, aldım, sadece 2 gün sürdü okumam. Ben okumaya başladığımda yurt dışında 4. kitap yeni çıkmıştı. Dolayısıyla 3. kitap, Harry Potter ve Azkaban Tutsağı, bir ay içinde, dördüncüsüyse, Harry Potter ve Ateş Kadehi, 3 ay içinde çıkmıştı. Vesselam 6 ay içinde Harry Potter fanatiğine dönüşmüştüm. Her kitabın öncekine göre daha iyi ve doyurucu olması harikaydı. Bu arada Ülkü Tamer çevirmen koltuğunu sinema eleştirmeni Sevin Okyay’a bırakmış ama çeviri pek zarara uğramamıştı. 4. kitaptan itibaren Okyay’a, kendi oğlu ve yine sinema eleştirmeni Kutlukhan Kutluk yardım etti.

6 aylık sürede 4 kitabı arka arkaya okumam bir devamlılık yaratmıştı ve galiba bu, kitapları daha çok sevmemi sağlamıştı. En çok sevdiğim kitap 4. kitaptı (ve hala öyle) ve bir daha aynı tadı alamadım. Geri kalan 3 kitap beni heyecanlandırsa da hep bir şeyler eksik kaldı. Bu durumun ana etkeni kitapların çıkması sırasında geçen ara sırasında büyümem (diğer manasıyla olgunlaşmam) olabilir. Ama esas etken zamanla kitabın büyüsünden uzaklaşmış olmam. 4. kitabı lise 2’de sıra altında okuyordum. 7. kitabı ise üniversitenin son yaz tatilinde okudum. Aradaki zamanda geçirdiğim değişim çok büyük. Belki Harry de her kitapla büyüyordu ve dolayısıyla kitap daha karmaşık bir hal alıyordu ama bu büyümeyle, gerçek hayattaki büyüme birbirinden ayrılıyordu. Sonuçta Harry’nin hedef kitlesi belliydi, bir çocuk kitabından bir polisiye kitabındaki karmaşıklığı bekleyemezdiniz. Ayrıca Harry bir Yüzüklerin Efendisi ve ya ardından gelen FRP kitaplarına da benzemiyor. Sonuçta Harry bir masal kahramanı olarak çocuklara hitap ediyor. Evet, alışageldik bir kahraman değil, biraz daha gerçekçi, fantastik edebiyatın ekmeğini yiyen bir kahraman ama bu, onun esas kitlesini hiç değiştirmedi.

Harry hiç cinsellikle uğraşmadı, hiç mastürbasyon yaptığını okumadık, tek düşündüğü Zo Chang’i ya da Ginny’yi öpebilmekti ve öptü zaten ama ileriye gitmedi. Ron’un Hermione’yi sevdiğini herkes biliyordu ama el ele tutuşmadılar bile. Kitaplarda da hiç gri karakter olmadı, ya kötü vardı ya da iyi. Bazı iyi karakterlerin kötü taraflarını öğrendik (Harry’nin babası herkese yukarıdan bakarmış mesela) ama bu yönleri onların iyi olmasına gölge düşürmedi hiçbir zaman. Kötüler de hep kötüydü, ancak son anda tövbe edip iyi olabilenler vardı (Dudley bile son kitapta iyi olabildi). Ayrıca hiçbir kitap edebi kitap mertebesine ulaşamadı, ileride klasik çocuk kitapları arasına girebileceğinden bile şüpheliyim.

Ama tüm bunlar kitabı heyecanla okumamı engellemedi. Son kitapta bile Snape hakkındaki gerçeği okurken çok heyecanlandım. Rowling’in hakkını vermek gerek, harika bir evren yarattı ve bu evrene karakterlerini sağlam yerleştirdi. Tek hayal kırıklığım kitabı çok klasik bitirmesi. Tamam, Voldemort’u öldüreceği belliydi ama bunun ceremesini de çekmesini bekliyordum. Hatta Voldemort’un Ginny yoluyla şantaj yapmasını bekliyordum, tabii fos çıktı. Seri fazla iyi bitti. 3. kitap bile 7’den daha karanlıktı.

Bu arada 5. kitap, Harry Potter ve Zümrüdüanka Yoldaşlığı, okuduğum son çeviri oldu. Son 2 kitabın çeviri süresine dayanamayarak orijinalini okudum, daha iyi olduğu gerçekti. 6. kitap, Harry Potter ve Melez Prens, daha insani geldi bana ve kesinlikle en karanlık kitaptı. Sonuçta koskoca Dumbledore ölüyordu, çoğu hayran (ben dahil) 7. kitap, Harry Potter ve Ölümcül Takdis, çıkana kadar Dumbledore’un öldüğüne kesin olarak inanmadık. Hatta 7. kitaba ilk başladığımda Fransız arkadaşım Louis ile Dumbledore’un nasıl geri gelebileceğini tartıştık.

Filhakika, 7 kitaplık Harry Potter serisi sona erdi. Çok konuşuldu ve konuşulmaya devam edecek. Belki elle tutulur bir şey bırakmayacak geriye fakat popüler kültüre yaptığı büyük katkı es geçilmemesi gerek. Sonuçta Harry’yi benim babam bile biliyorsa bir şeyler başarmış demek. Beyaz zamanında Hayri Pıtır diye az mı dalga geçti, hem?

Kategoriler:kitap, yorum Etiketler:

Demokrasi Kavramı

Demokrasi nedir? Gayet ciddiyim. Bana demokrasinin tam manasını verebilir misiniz? Siz demokrasi ile yönetiyorsunuz, hiç onun hakkında düşünüp kafa yordunuz mu? “Kardeşim, ben demokrasi ile yönetiliyorum ama bu demokrasi denen ithal şey de neyin nesi?” dediniz mi? Yoksa hala ilkokul tanımlamasıyla mı yetiniyorsunuz? Yani, sizce demokrasi halkın kendi kendini yönetmesinden mi ibaret?
Siz hala demokrasinin antik Yunan’dan sonra 1789’da aniden ortaya çıkan bir kavram olduğunu mu düşünüyorsunuz? “Ben oyumu verip işime gücüme bakarım, öyle alengirli işlere kafam çalışmaz!”diyenlerden misiniz? Ama bütün bunlara rağmen kendini demokrat görüp, her güncel tartışmada görüş belirtenlerden misiniz?

Hiç utanıp sıkılmayın. Hiç yalnız değilsiniz. Üstelik tahminlerime göre ülkenin yaklaşık %80’ini temsil ediyorsunuz. Peki suçlu musunuz? Hayır. Bilmemek değil, öğrenmemek ayıp demişler. Size öğreten mi vardı da öğrenmediniz. Vatandaşlık derslerini okulun en salak hocalarını verdirdiler, “Çocukların kafasını niye bulandıralım, nasılsa yönetilecekler, öğrenseler ne olur?” dediler, tanım öğreteceklerine antlaşma tarihleri gibi hiçbir yararı olmayan bilgilerle kafaları doldurdular. Kendi adına öğrenenleri “Pis komünist!” etiketiyle yıldırdılar. Çünkü politika 50 yaş üstünde yapılabilirdi, 18’lik gençler için sakıncalıydı. Peki 21. yüzyılda olmamıza rağmen neden hala bu vaziyetteyiz? Batı, nasıl öğrendi de biz öğrenemedik?
Bir kere şöyle bir saçmalık olmadı: 1789’da ihtilal olur olmaz tüm Avrupa demokrasi ile yönetilmeye başlanmadı. Peki noldu? Avrupa yaklaşık 100 hatta 150 yıla yayılan bir süreçte demokrasinin ne olduğunu yavaş kavradı. Yani bir geçiş dönemi yaşadı, üstelik çok sancılı bir geçiş. Uğruna kim bilir kaç bin kişi öldü, kaç düzine ayaklanma yapıldı? Türkiye’deki gibi hep aydın kesimin halka verdiği bir ayrıcalık olmadı, çünkü halk bunu istedi ve elde etti. Onun için tüm batı halkları şu an demokrasinin ne olduğunu biliyor. Türkiye’deki gibi ağlamadan alınan bir oyuncak değil onlarınki; ağlayarak, küfrederek, kavga ederek alınan bir değer. Kimileriniz cumhuriyetin Kurtuluş Savaşı sonucu kazanıldığını zannedip hala hayal görüyor olabilir. Kurtuluş Savaşı adı üstünde bir bağımsızlık mücadelesiydi. Cumhuriyet, Mustafa Kemal Atatürk tarafından, Osmanlı İmparatorluğu’nun artık tamamen çökmesinden faydalanılarak Türk halkına verilen bir armağandı. Ama ülke halkı, belki de, hiçbir zaman bu armağanın ne olduğunu anlamaya çalışmadı. Nasıl padişah zamanında Tanzimat Fermanı ve ardından Islahat Fermanı’nı yayınlayarak halkına lütfedip hak ve hukuk verdiyse Gazi Paşa da kurtarıcı olması dolayısıyla halkın gözünde bir nevi padişah olduğundan halkına lütfedip halkına demokrasiyi vermişti. Kimse Mustafa Kemal Cumhuriyet’i ilan ettiğinde sözlüğü açıp “Yahu bu cumhuriyet de neyin nesi?” dememiştir herhalde. (O zamanda sözlük mü vardı diyenler olabilir, isteyen gider öğrenirdi gayet.) Tam tersine padişahlık sistemi bir anlamda devam etmiştir (tabii halkın kafasında). Zaten 18. yüzyıldan beri ülkeyi yerel bazda ayanlar yönetmekteydi. Bunlar kimdi? O yöredeki zengin kişiler ve tarikat mensuplarıydı. 1. Meclis’in mensuplarına baktığınızda bu dediğim gayet rahat anlaşılabilir. Mensuplar şeyhlerden, tarikat liderlerinden, zengin aile üyelerinden (ağa, aşiret reisi) ve bir kısım batıda eğitim görmüş entelektüellerden ile batı tarzı eğitim almış askerlerden oluşmaktaydı. Yani halkın gözünde pek bir şey değişmemişti, sadece adı değişmişti, monarşi demokrasi oluvermişti. (Aslında ayan yapısı tüm Türk tarihinde görülebilir, oba reisine denk bir unvandır)

Atatürk’ten sonrada, halk demokrasiyi anlamaya çalışmadı. Bunun en bariz örneğini İnönü’de görürüz. İsmet İnönü, Cumhurbaşkanı olduğunda kendi adına para bastırıp, ülkeyi kendi kadrosuyla yönetmeye kalkışmıştı. Yani İnönü bile kendini padişah zannetmişti. İnönü’nün anlayamadığı demokrasiyi halkın anlaması çok zordu. (İlginçtir, İnönü demokrasinin ne manaya geldiğini belki de Demokrat Parti zamanında muhalefete düşünce anlamıştır.) İnönü’den sonra da halkın çok farklı olmasını beklemeyin. Demokrat Parti de kendini hanedan zannetmiştir. Hanedanın yıkılması ancak darbeyle sağlanabilmiştir, çünkü halkın hanedanı nasıl devirebileceğinden haberi yoktu çünkü demokrasiyi bilmiyorlardı. Zaten Türk darbelerinin özelliği de budur. Halk, sistem karşıtı bir hareket gördü mü, ayaklanmaz ama şikayet eder ve güçlü bir kurumun bu karşıtlığa müdahale etmesini ister. Türkiye’de bu kurumun karşılığı da ordudur. Yani demokratik hakkını kullanmaz ama bu hakkı başkasının kullanmasını ister, çünkü hala demokrasinin ona verdiği hakları bilmemektedir.

Yıl 2007. Hararetli bir yaz geçirmekteyiz. Hem küresel ısınma kendini ciddi olarak gösteriyor, hem de üst üste gelen siyasi olaylarla boğuşuyoruz. 22 Temmuz seçimlerinde laik kesimin beğenmediği bir sonuç çıktı ve hemen darbe dedikoduları başladı. “Tek umudumuz ordu!”, “Yakında kesin darbe olur!” gibi söylemler her yerde söylenmeye başladı. Hele Abdullah Gül’ün cumhurbaşkanı olmasıyla iddialar katmerlendi. Halk, yine haklarını kullanmak yerine dede-babadan duyduğu anti-demokratik yöntemleri uygulamak niyetinde. Söz konusu eylemin ülkeye kaça patlayacağını hesap bile etmeden icraat istiyor.
Tabii durum o kadar da kötümser değil, demokrasiyi layığıyla sindirebilen insanlar hızla artıyor. Bunun en önemli kanıtı da nisan ve mayısta yapılan ‘Cumhuriyet Mitingleri’dir. Batılıların 1815’te Fransız İhtilali’ni daha yeni yeni sindirip imparatorlara karşı ayaklanmalarını biz daha 2007’de yaşıyoruz. Çin ile Japonya bile bu yollardan 19. yüzyılın sonlarında geçmiş. Biz daha Boxer Ayaklanması yapacak kadar bile bilinçli değiliz çünkü bizim tarihimizde hükümdara karşı gelmek sakıncalıdır, törelere uymaz.

Eğer 21. yüzyılda medeni devletlerin altında eğilmeden yaşamak istiyorsak öncelikle nasıl yönetildiğimizi öğrenmeliyiz. Demokrasinin ne olduğunu başta gençler olmak üzere tüm kuşaklara öğretmeliyiz. Her şeyin başı eğitimdir. Demokrasiyi bilen kişi, ancak kendini yönetmeye muvaffak olabilir.

Kategoriler:politika, tarih, yorum

MİTOZ DÖNEMİ

Dünya çok ilginç dönemlerden geçiyor. Durumu kah gülerek kah üzülerek izliyorum. Geçen hafta okuduğum Belçika’nın muhtemel bölünme haberi bunlardan biri. Durum tam trajikomik. Zaten İngiltere ve Fransa tarafından kurulan bir tampon devleti yani fikirsel bir devlet olan Belçika, içindeki iki halkın uyuşmazlığı yüzünden ayrılma noktasına gelmiş. Hemen örnek de bulunmuş, Çekoslovakya modeli ayrılacaklarmış.

Durumu iyice trajikomik yapan, bu düşüncelerin salt Belçika ile sınırlı kalmaması. Dünya gündemini biraz yakından takip edip gittikleri yerlerde nabız yoklayanlar bilir. Hemen hemen tüm ülkelerde ayrılmak isteyen bir kesim var. İngiltere’de İskoçlar fırsat buldukları anda ayrışacaklar, ama tabii Kraliçe’den kurtulmak o kadar kolay değil. Malum, İspanya’da hem Bask olayı hem de Katalanlar var. İtalyanlar da ikiye bölündü bölünecek, ekonomiyi döndüren kuzey kesim siesta yapan güneyden hiç memnun değil. Almanlar hala 2. Dünya Savaşı ve Soğuk Savaş’ın sancılarını çekmekle meşgul; birleşmenin üzerinden 20’ye yakın yıl geçmesine rağmen iki taraf birbirine hala ısınamadı. 40 yaş üstü doğulular hala sosyalizmi özlüyor, batılılar ise geri kalmışlar etiketi yapıştırarak doğuyu küçümsüyor. Buna Merkel ile yeniden yükselişe geçen Alman Milliyetçiliği’ni eklemek lazım.

Tabii saygıdeğer üyeleri bölünmekle uğraşırken Avrupa Birliği’nin geleceği de o kadar parlak değil. Giderek büyüyen birlikte ufak çatlaklar da giderek büyüyor. Bilhassa İngiltere ve İskandinav ülkeleri 10 yıl içinde ayrılması muhtemel devletlerden birkaçı. Tabii şu anda birlik ağabeyliği için çekişen Fransa ve Almanya da kendi aralarındaki tarihi sorunları hiç unutacak gibi değiller. Birliğin küçük üyeleri ve aday ülkeleri de aynı sorunlarla cebelleşiyor. Balkanlarda neredeyse her 5 yılda bir yeni bir devlet kuruluyor. Karadağ’ı Kosova’nın takip etmesi bekleniyor. Ne yazık ki aday ülkeler arasında olan Türkiye de 200 yıldır küçülmekle uğraşıyor. Kürdistan, Büyük Ermenistan ve Yeni Bizans iddiaları her geçen gün azalacağına çoğalıyor. İlginçtir, ne zaman Batı Devletleri’nden bir şey isteyecek olsak, bu iddialarından en az biri hortluyor. Artık sebebini bilemeyeceğim.

En küçük 6. kıta olan ama en çok ülkeye sahip olan Avrupa, bu sorunlara mustarip tek kıta değil. Tüm kıtalar da Fransız Devrimi’ni takiben kıpırdanmalar devam etmekte. Sessizliğini koruyan tek halk Aborjinler, bir kere James Cook’a teslim olmuşlar, oluş o oluş gık çıkmıyor.

Biz burada hep millet bölünmelerine örnek verdik ama mitoz döneminin sebebi, ne yazık ki, sadece milliyetçilik değil. Din, mezhep ve kısmen bahsettiğimiz ekonomi; diğer sebepler. Ki bunların en açık örneği şu anda Irak’ta yaşanıyor. 10 yıl sonra Irak’ın kaça bölüneceğini hala tahmin edemiyorum.

Bütün bunların üstüne TTK Başkanı Yusuf Halaçoğlu’nun açıklamaları eklendi. Bence Halaçoğlu’nun iddiaları doğru olabilir, hatta büyük ihtimalle doğrudur. Ama adamın söylediklerini yanlış yerlerinden anlamak isteyenler çok zorlanmadı ve olayı ırkçılığa götürdüler. Oysaki ne kadar trajikomiktir ki, kendileri ırkçılık yapıyor. Ülkeyi 20 ayrı kesime bölmek için yanıp tutuşanlar hiçbir fırsatı kaçırmıyor. Ulu Önder’in oldukça basitleştirdiği tanımı nasıl karmaşıklaştırırız diye düşünmekten gözlerine uyku girmiyordur herhalde. Atatürk ne demiş efendim: “Ne mutlu Türk’üm diyene!”. Şimdi de anlamayanlar için bu dört kelimeden oluşan yapıyı açıklayalım: Eğer sen kendine “Türk’üm!” diyorsan Türk’sündür. Başka bir ifadeyle, senin kanının Türk, Kürt, Ermeni, Laz, Yahudi, vs. olması; senin inancının İslam, Hrıstiyanlık, Yahudilik, ateizm, deizm olması; senin mezhebinin Suni, Alevi, Şii, Hanefi, Sebatayizm olması beni ilgilendirmez; eğer sen hür ifadenle “Ben Türk’üm!” yani “Ben Türkiye Cumhuriyeti’nin vatandaşıyım!” diyorsan sen Türk’sündür. Bunun dışında istediğin kadar Ermeni dönmesi Kürt ol, eğer sen bu ülkeye inanıyorsan olay bitmiştir. Eğer inanmıyorsan, olay ters istikamette bitmiştir; senin Türk oğlu Türk olman da fark etmez. Tabii artık bu genişletilmiş tanıma yeni maddeler daha eklemek gerekiyor, şöyle ki: Senin laik, yobaz, dindar, hippi, rocker, kapitalist, komünist, liberal, türbanlı, açık başlı, haşemalı, bikinili, çöpçü, fabrikatör, işçi, işveren olman da beni ilgilendirmez. Bunların bazıları ikinci aşama için gereklidir. Yani sen devleti kurarsın, bir vatan üzerinde bölünmez bir kurum oluşturursun; sonra politik tercihine göre ülkeyi yönetme aşamasına geçersin. Ama biz bu iki unsuru bile birbirinden ayıramıyoruz. Ülkenin başbakanı bile çıkıyor: “Beğenmezsen vatandaşlıktan çık!” diyor. Sonra da çıkar “Ben Atatürk İlkeleri’ne saygılıyım.” der, eleştirince de suçlu sen olursun. Durum cidden trajikomik.

Geçen hafta şans eseri Göztepe Spor Kulübü’nün nasıl kurulduğunu okudum. Deplasmana giden Altay ekibinde yolda tartışma çıkıyor ve ayrılanlar Göztepe’yi kuruyor. İster misiniz, Bekir Coşkun ve taraftarları gitsin yeni bir ülke kursun. Şaka bir yana, durum gittikçe şiddete doğru yol alıyor. Bundan 7-8 yıl önce başka bir partiye ilgi duyan bir arkadaşla yürüyorduk. Bana ülkede yakında iç savaş çıkacağını söyledi, şaşırdım ve ardından şiddetle karşı çıktım, bu ülkede asla iç savaş çıkmaz, dedim. Şimdi ise iç savaş çıkma ihtimalinden ben de korku duyuyorum. İlginçtir, söylenen her söz de bölünmeye daha da çanak tutuyor.

Eskiden tek sorunumuz komünizm-milliyetçi çatışmasıydı; şimdi değil 5 en az 20 kutuplu bir bölünmeden bahsediyoruz. Bunları tetikleyen yabancı unsurlar, bir yandan kendi bölünmelerine engel olmaya çalışıyorlar; trajikomikliğin bu kadarı! Amerika’da bile ayrılmak isteyen eyaletler var, bilmem farkında mısınız? New Mexico çalışmalarını arttırıyor gittikçe, üstelik kendi bayrağı bile var!

Efendim, bir hümanist olarak sınırların kalktığı günlerin hayalini kursam da her geçen gün yeni sınırların çizildiğine şahit oluyorum. Bu mitoz bölünmeler sona erecek gibi durmuyor nedense. Mitoz tanımı tam yerinde çünkü ayrılsa da yok aslında birbirinden farkları. Yugoslavya bölünmeye devam ediyor, sizce farklı mı bölünen her devlet? Valla en güzelini Roger Amcam söylemiş: “Together we stand, divided we fall!”, Türkçe meali ile “Birleşirsek ayakta kalırız, bölünürsek çökeriz!”

Kategoriler:politika, yorum

HARRY POTTER ÇILGINLIĞI

Sonunda bu seri de nihayete erdi. 10 yıldır tüm dünyanın takip ettiği 7 kitaplık kitap serisi mutlu bir sonla bitti. Zaten aksini düşünen de pek yoktu, sonuçta Harry Potter bir çocuk kitabıydı, ayrıca bir masal kitabıydı. Her çocuk öyküsü gibi bunun da mutlu sonunun olması lazımdı. Filhakika, herkesin bariz şekilde tahmin edebileceği gibi yiğit Harry, Karanlıklar Lordu Voldemort’u öldürmesiyle seri sona erdi.

Açıkçası son kitap beni çok tatmin etmedi ama güzeldi, daha doğrusu güzel tasarlanmış. Harry Potter kitaplarında sevdiğim en önemli özellik bu kitapta yoktu. Her kitapta ne kadar uğraşsam da kitabın sonunu tahmin edemezdim, Rowling her seferde sağ gösterip sol vururdu. Bu sefer son açıkça belliydi. Yalnız kitabın tek bölümü çok iyiydi, Snape’e ait olan bölüm. Yine tahmin edilemeyecek önemli bir nokta açığa çıkıyor bu bölümde. Koca kitap sırf bu bölüm için zevkle okunabilir.

Kitabın en güzel özelliği, serinin sonu için özellikle yazılmış olması. Kitap üç ana karakterini merkeze alarak, seri boyunca karşımıza çıkan tüm yan karakterlere sırayla uğrayarak onların finalini de yazıyor. Ki bu karakterlere Dumbledore ve Sirius olmak üzere ölmüş karakterler de dahil. Yani kitap, tüm seriyi kutsayarak nihayete eriyor, bu bölümler çok zekice yazılmış. Hangi yan karakteri seviyorsanız onun akıbetini göreceksiniz yani. Şahsen ben Ginny’yi merak ediyordum, gayet hoş bitti.

Tabii daha kitabın Türkiye’de çıkmasına 2-2,5 ay olduğu için, kitap İngilizce bilenler için sona erdi. Diğer dil mensupları için heyecan fırtınası ekim-kasım arası son bulacak. Ama bence çok da telaşlanmaya lüzum yok. Potter fanatikleri için kolay hazmedilir bir kitap.

Kategoriler:kitap, yorum Etiketler:

Seçim Ertesi Yorum

26/07/2007 1 yorum

Aslına bakarsanız, dün akşam 19.00’da seçim yasakları kalkıp sonuçlar ekranda akmaya başlayınca ben de herkes gibi şaşırdım. Hadi 23 yaşındaki bir toy olarak benim çalım yemem çok doğaldı ama neredeyse bütün Türkiye sonuca şaşırmıştı. Televizyonda sonuçları veren sunuculardan tutun, en kelli felli siyasi yorumcularına hatta AKP kurmaylarına böyle bir sonucu bekleyen yoktu.
Tabii tüm gece çeşitli kanallardan sonuçları izledim, yorumları dinledim, son olarak da bu sabah genel duruma baktım. Ardından oturup biraz kafa yorduğumda sonucun sürpriz olmadığını anladım. Şimdi benim düşünceme göre nedenlerine geçelim.

Bu sonucun esas mimarı AKP’dir. 5 yıllık tek partili hükümet şansını, kendi adına olumlu kullandığının göstergesidir. Her ne kadar yanlışları olursa olsun, görünürde kapitalist sistem oyununu kurallarıyla oynamıştır ve bunun ceremesini de görmüştür. Kemal Derviş’in Amerika destekli IMF politikasını bozmayıp özenle devam ettirmiştir. Hatta şu da rahatlıkla söylenebilir: AKP’nin seçim vaatlerinden biri olan 10.000 $’lık milli gelir bu meclis döneminde gerçekleşebilir.
Şu anki dünya düzeni burjuvazinin yönettiği vahşi kapitalizmdir. Artık dünyayı siyasi hanedanlar değil, uluslar arası şirketler yönetmektedir. Bu açıdan baktığınızda bu sonuçlar son derece normaldir. Çünkü bu düzende, dikkat edilirse, önemli olan siyasi rejim değil, maddi güçtür. Madden güçlü her şey, altındakinden güçlüdür. AKP de son 5 yıldır politikasını esas olarak bu alanda yürütmüştür. Büyük şirketler daha büyümüş, ülkede yabancı yatırım (ne pahasına olursa olsun) artmıştır. Yani dünyayı (ve dolayısıyla Türkiye’yi) yönetenler AKP’den memnundur. Yine bu dönemde her çeşit sanayi alanında orta ölçekten büyük şirketler AKP’den memnundur. Toparlarsak, gelir düzeyi belli bir seviyenin üstündeki grup AKP’den memnundur.

Söz ettiğimiz bu grup her zaman sağcıydı. Eskiden bu grubun oylar, ANAP ile DYP arasında paylaşılırdı. Artık ANAP yok, DYP (yani DP) ise barajı geçse bile (o da çok şüpheliydi) iktidara giremezdi. Dolayısıyla bu kesimin her açıdan tek seçeneği vardı: AKP. Ki bence bu seçimde AKP’nin oylarını arttıran ana unsur da bu kesimdir.

AKP’nin oy aldığı ana kesim ise İslami kesimdir. Bu kesimin de rahatı son 5 yılda yeterince yerindeydi. Bütün tarikatlara peşkeş çekilmişti, yeşil sermayenin önü ardına kadar açılmıştı, devlet teşkilatlarına sızmalar başarıyla gerçekleştirilmişti. Üstüne üstlük cahil dindar kesim üzerinde harika bir din propagandası yine yapılmıştı. (Tehditlerden biri şuymuş: Diğer partiler başa gelirse evlerde namaz kılmak yasaklanacakmış!) Yani bu kesimin de AKP oy vermeme gibi bir seçeneği yoktu. Tek ihtimal Necmettin Erbakan’dı. O da gerek parasal gerek siyasi bakımdan çaptan düşeli çok olmuştur, SP’nin hezimeti bunun açık göstergesidir. Ayrıca Erbakan AKP’ye oy veren ana unsurun vahşi kapitalist dindar kesim olduğunu görememiştir (yada gördü ama iş işten geçmiştir), oysaki Erbakan’ın ana tabakası sade dindar kesimdir.

Tabii bir de madalyonun diğer yüzü yani muhalefet var. Sağlam bir muhalefet her zaman iktidara kafa tutabilir. Ama ne yazık ki böyle bir muhalefet göremedik. Baş muhalefet CHP, bunun çok uzağındaydı. Her şeyden önce parti, cumhuriyetçi olduğunu savunurken demokratlığa sapmış, üstüne üstlük anti-demokratik biçimde yönetilmiştir. Dünyada diktatörce yönetilen başka bir sol parti olduğunu sanmıyorum. Baykal son 5 yılda hem gereken muhalefeti yapamamıştır, hem de gerçek solcuları partiden uzaklaştırarak, partinin içini oymuştur. Dün çıkan sonuç, partinin iflasıdır. Baykal’dan nefret eden sol kesim de AKP ile CHP arasındaki farkın bu kadar açık olmasına yol açarak AKP’nin işine yaramıştır.
Seçimde belki de tek alkışlanacak parti MHP’dir. Bileğinin hakkıyla meclise girmiştir. Zaten Türkiye’de %8’lik bir kemik kitlesi vardı. Buna CHP’den dönenleri ve az olan AKP muhaliflerini ekleyerek meclisteki 3. parti olmuştur ve inanıyorum ki CHP’den daha iyi muhalefet yapacaktır.
Bir de DTP meselesi var. Cumhuriyetçi biri olarak her kesimin temsil edilmesi taraftarıyım. Madem Kürtler de bu ülkenin vatandaşıdır, onlar da milletvekili olacaklardır. Bu açıdan DTP’nin meclise girmesi olumlu fakat DTP bu hakkını, seçim öncesi göründüğü gibi farklı emeller için kullanacaksa durum değişir, Kürt-Türk çatışması katlanarak atar ve Güneydoğu sorunu (dikkat edin Kürt sorunu değil!) çözüleceğine daha da düğüm olur.
DTP’nin meclise girmesiyle yüzde 10 barajının anlamsızlığı biraz daha anlaşıldı. Umarım gelecek seçimde böyle bir saçmalıkla bir daha karşılaşmayız.

Son olarak Türkiye’nin gelecek 5 yılına dair düşüncelerimizi söyleyelim: Türkiye, resmen kapitalist düzeni seçmiştir. Buna göre, sosyal devlet anlayışı ortadan yavaş yavaş kalkacak. Önce sağlık sektörü, sonra sırayla diğer sektörler özelleşecek. Büyük sermayeler büyümeye devam edecek. Buna karşın, orta ölçekli şirketler ortadan kalkacak. Ülkede ya işveren ya işçi olacak, ortası temizlenecek. Fakir ile zengin arası uçurum büyüyecek, Reina tarzı mekanlar artarken gecekondu alanları da artacak. Eğitimde eşitsizlik daha da artacak, özel okullar sistemi ele geçirecek, buna rağmen burslar çoğalacak ve artacak. Dışa bağımlılık ve dış borç da artacak. Ülkedeki yabancı sermaye payı da artacaktır. Şehit sayısı da artacak. Hiç mi iyi şey olmayacak? Lüks eğlence yerleri çoğalacak, futbol sermayesi artacak, ekonomi stabil hale gelecek ve sıcaklıklar daha da artacak.

2007 seçimleri milletimize hayırlı olsun!

Kategoriler:politika, yorum

Mercedes-Benz Türk İzlenimleri

19/07/2007 1 yorum

İsterseniz ilk önce konuya tersten yaklaşalım. Ben Mercedes’ten neler bekledim, bu stajdan önce? Bu yazıyı yazan ve yarın itibariyle Mercedes’te stajı tamamlanacak olan kişi, makine mühendisliğini kerhen seçmiş biridir. Ülkemizin güzide eğitim sistemi ve gelecek korkusuna paralel olarak İTÜ Makine Mühendisliği’ne girdim, bundan 4 yıl önce. Sonuçta “Ben bu okulda neden okuyorum?” ile “İş imkanları gerçekten fazlaymış.” ikilemleri arasında bir 4 yıl geçirdim. Mezun olmama 1 yıl var ve hala ne istediğime karar vermiş değilim.

İşte böyle bir ortamda, geçen yıl yaptığım verimsiz stajı saymazsak, gerçek bir iş deneyimine ihtiyacım vardı. Diğer bir deyişle, teorik olarak okuduğum şeyin pratikte ne olduğunu anlamam gerekliydi. İlk staj yerim beni tatmin edemeyecek kadar ufak, 72 kişilik bir fabrikaydı. Tabii, burada hemen şu parametre devreye giriyor: beni tatmin edecek bir iş yeri nasıl olmalı? Mercedes stajım sırasında daha iyi anladım ki ben büyük bir kuruluşta çalışmalıyım. Neden? Birincisi, kişilik olarak İngilizce tabiri daha manidar olan ‘man about town’ cinsinden biriyim; yani şehir adamıyım hatta büyük şehir adamıyım. İkincisi şehri seven biri olarak bir takım hayat standartlarım var, cumartesi çalışmamak, festivallere gitmek, vs. Bu standartlar ancak büyük ölçekteki bir kurumda karşılanabilir. Üçüncüsü böyle kurumların bir sistemi vardır ve oturmuştur. Bu sisteme entegre olmak kolaydır. Dördüncüsü, böyle kurumlar çalışanlarına önem verir, özel hayat sigortası, tam ödenen emeklilik primleri gibi. Burada bir parantez açalım. Kapitalist sistemin gereği olarak sermaye sahipleri çalışanlarından çok iş, az harcama beklerler. Özellikle artan işsizlikle birlikte arz-talep grafiğinin çalışan aleyhine kayması ile bu sorun daha da belirgin hale gelmiştir. Parantezi kapatabiliriz. Beşincisi, belki de en önemlisi, Türkiye’nin ekonomik ve siyasi durumu herkesin malumudur. Yüzlerce yıldır stabil bir hale gelemeyen bir ekonomiden bahsediyoruz. Böyle bir ortamda, çalışacağınız iş yerinin uluslar arası nitelikte olması çok önemlidir. Böyle bir kuruluşun çalışanına bakış açısı ve elbette sağlayacağı faydalar daha farklı olacaktır.

İşte bu bakış açısına sahip olarak Mercedes’i seçtim. Amacım uluslar arası niteliğe sahip bir kurumun nasıl işlediğini görebilmekti. Kerhen mühendislik okuyan biri olarak Mercedes hakkında teknik bir bilgim yoktu. Hatta İstanbul’da otobüs üretildiği hakkında bile pek bilgim yoktu.

Şimdi esas sorumuza geçebiliriz: Mercedes’te neler gördüm?

Öncelikle benim tüm beklentilerimi karşıladığını söylemeliyim. Yukarıda da değindiğim üzere amacım uluslar arası bir kuruluşun çalışma şeklini anlayabilmekti. Bu açıdan izlenimlerim olumlu oldu. Belli bir organizasyon şeması içinde çalışan elemanlar kendilerine verilen görev çerçevesinde çalışıyorlar. Sistem oturmuş olduğu için çok aykırı bir sorunla karşılaşılmıyor. Mesela karoseride oluşan maksimum sorunlar; malzeme eksikliği ve temini, nadir görülen iş kazaları veya iş akışında görülen ve muhtemelen maksimum bir gün içinde çözülen aksaklıklar. Bunların dışında çok absürd bir sorunla karşılaşılmıyor. Bir mühendisin çalışma hayatı rutin işlerle geçiyor. Görevi doğrultusunda gerekli evrakları, belli periyotlar dahilinde, hazırlamak ve gerekli denetimleri yapmakla geçiyor günleri. Zaten organizasyon şemasında kimin ne görevi olduğu muntazam şekilde belirtildiği için ekstra bir sorun çıkmıyor.
Çalışma koşulları gayet iyi. Fabrikanın mimarisi çalışma şartlarına uyumlu, gerekli motivasyonu verecek şekilde düzenlenmiş. Yeşil alanlar çok güzel düzenlenmiş, böylece çalışanın gerekli zamanlarda iş stresinden kurtulabilmesi için alanlar yaratılmış. Fabrikanın yerinin uzak olduğu düşünülebilir fakat bir megakent olan İstanbul’da bulunması sebebiyle fazla bir seçeneği olmadığını düşünüyorum. Yemek düzeni biraz ilginç gelse de genelde yemek uygulaması gayet iyi. (Her ne kadar kapanacak olan Davutpaşa Fabrikası’nda yemekler daha leziz olsa da) Bunun yanında spor salonu yapılarak çalışanın deşarj olabileceği ekstra bir alan yaratılmış. Bu arada çalışan derken mavi yaka, beyaz yaka ayrımı yapmıyorum. Bu ayrım kurum içerisinde minimuma indirilmiş. Bu da kuruma ekstradan bir kazanç sağlıyor. Çalışanların hemen hemen hepsi konusunda eğitimli ve uzman.

Kurum çalışanına değer veriyor. Tatil imkanları, çalışma saatleri ve diğer imkanlar dengeli dağılmış. İlk bakışta mesai başlama saati çok erken gelmişti ama sonra düzeni gördüğümde mantıklı geldi. Çünkü kapitalist bir düzende ve hızlı yaşayan İstanbul gibi bir kentte yaşıyorsanız, buna alışmak zorundasınız. Çünkü oyunun kuralı bu.

Gelelim, iş bölümüne. Karoseri bölümünü pek ilgi çekici bulduğumu söyleyemem. Sahaya inip, gözlem yapıp, operatörlerle birebir çalışıp onları yönlendirmek bana göre değil. Belli rutin evrakları hazırlamak da keza. Ben, kişiliğimin sonucu olarak, sürükleyici bir ortamda çalışmalıyım. Mesela, üretim planlama. Bir parçanın eksik olması ve onu telafiye çalışmak yada aksayan bir işi rayına oturtabilmek belki stresli ama akıcı. Sürekli takip edilecek bir şeyler var ve asla rutine bağlamıyor. Bu bakımdan Mercedes’teki iş akışı gelecek planlarım için yararlı oldu. En azından neyi istediğimi az çok kestirebildim. Mesela zaman etüdü yaptım, bence çok sıkıcı. Operatörün başında kazma gibi bekle ve ne yapıyorsa yaz. Bir ara adımlar sayılacak, dediler; deli gibi baktığımı hatırlıyorum.

Hayat felsefesi olarak hayattaki herkesin bir görevi olduğuna inanıyorum ve hayatta esas olanın o görevi bulmak olduğuna. Tabii 20 iş günlük bir gözlemle bütün iş hayatıma yön verecek değilim, ama en azından geleceğime dair bir fikrim oluştu. Çalışma ortamının nasıl olduğu; neler barındırdığı; ne gibi avantajlar, dezavantajlar getirdiği; böyle bir kurumda işlerin nasıl yürüdüğünü gözlemledim. Böylece amacıma da ulaştım. Çünkü çok idealist bir mühendis adayı olduğum söylenemez. Sahaya çok inmedim, operatörlerle çok konuşmadım (onları küçük gördüğümden değil, işlerini sevmediğimden, kaynağı kaç adımda yaptığı açıkçası bana pek bir şey ifade etmiyor; tam tersine çok ilginç operatörlerle tanıştım, bu yönden de stajın çok faydalı olduğu söylenebilir), çok soru sormadım. Fakat bana ne denildiyse elimden geldiğince yapmaya çalıştım. Çok ilgimi çekmedikçe konuyu fazla irdelemedim. Elimden geldiğince fabrikanın her yerine bakmaya çalıştım, nerde neyin nasıl yapıldığını göz kararı da olsa anlamaya çalıştım. İleride otomotiv alanında çalışmasam da genel kültürüm bayağı arttı. Bir otobüsün nasıl oluştuğunu, ne aşamalardan geçtiğini öğrendim. Fabrikanın nasıl bir şekilde çalıştığını, nasıl yürütüldüğünü anlamaya çalıştım. Bu bakımdan stajımdan fena halde memnunum.

Son tahlilde genel bir bakış açısından geçen 20 güne bakalım. Mercedes-Benz Türk’ün esas kazancının otobüs ve kamyon olduğunu öğrendim ve esas bu alanda yoğunlaştığını anladım. Uluslar arası bir kuruluşta işlerin nasıl yürüdüğünü, nasıl çalışıldığını gözlemledim. Gelecek planlarımda nelere dikkat etmem gerektiğini, oyunun nasıl oynanması gerektiğini öğrendim. Önemli olanın disiplin olduğunu ve yabancı dilin çok önemli olduğunu kavradım. Zaten bildiğimiz ekip çalışmasının gerekliğini biraz daha özümledim. Diyalog kurmanın detaylarını gözlemledim. Bir operatörle bir mühendisin, bir olaya ne açılardan yaklaştıklarını gördüm, bunun nedenlerini irdeledim, az da olsa sonuçlarını çıkarmaya çalıştım, kendi adıma tabii ki. Bütün bu tempoya rağmen hayatın devam ettiğini gördüm ve nasıl denge kurulması gerektiği hakkında düşündüm. Ayrıca (bu biraz bana özel) fabrikada geçen bir film hakkında düşündüm, belki ileride bundan güzel bir senaryo çıkartırım.

Kısacası bu stajın bana yararlı olduğu kanaatindeyim. İlginç bir deneyim olduğu kesin. İleride mühendislik yapmasam da ilginç bir anı olarak hatırlayacağım yada tam zamanlı mühendis olacağım ve bu deneyimlerimden yaralanacağım, belli mi olur!

Kategoriler:anı, yorum, İTÜ

Günümüz Türkçe Müziğine Tepeden Bir Bakış

Hangi tür müzikten hoşlanırsınız? Pop, rock, acid, caz, blues, metal, progressive, klasik, arabesk, world music, rai, rap, hi-pop, R&B, soul, Türk sanat müziği, türkü, Latin, tango. Liste uzar gider. Eminim tek bir tür dinlemiyorsunuz. Mutlaka dinlediğiniz birkaç tür var ama bazı türleri de ara sıra dinlersiniz. Tabii, nefret ettikleriniz de vardır, üstelik birkaç tane. Lakin, bazen kimsenin bilmediği, o türden de hoşunuza giden birkaç şarkı oluyordur. Yanlış mı düşünüyorum?

Boşuna müzik ruhun gıdasıdır dememişler. Müzik dinlemeyen bir tane bile insan olduğunu düşünmüyorum. Balta girmemiş ormanların ortasındaki bakir kabilelerde bile müzik kültürü vardır. Çünkü bahsettiğimiz olgu insanın en önemli duyusunun bir türevinden meydana gelmekte. Sesin hoşa giden haline müzik diyoruz. Bu yüzden son yıllarda müzik kavramı da değişti zaten. İsterseniz, yıl kavramını genişletelim, yüzyıl diyelim.

Şu an insan, salt kendi gırtlağıyla bile müzik yapabilmekte. Oysa çok değil bundan 100 yıl önce birkaç tür mevcuttu. Batıda klasik ve kilise müziği vardı, tabii savaş marşlarını da katmalıyız bunun içine. Anadolu’ya baktığımızda, halk müziği, ilahiler, Osmanlı’nın son asırlarında oluşmaya başlayan Türk Sanat Müziği vardı. Herhalde Münir Nurettin, Tarkan’ı görse garip olurdu.

Aslında bu uzun girişi yapmamdaki amacım, şu an dinlediğiniz çoğu şarkının insanlık tarihine kıyasla ne kadar genç olduğunu belirtme isteğim. Bugün çoğu insan rock’ı bile 10 alt türe bölüyor, halbuki 30-40 yıl önce rock kelimesi bile mevcut değildi. Günümüz müziğine biraz da bu açıdan bakmalıyız bence. Bu kapitalist dünya elbet müziğe de sirayet ediyor. Çoğu parçanın ömrü 2-3 aydan fazla değil. Bugün Tarık diye bir şarkıcı olduğundan habersiziz, halbuki 5-6 yıl önce en çok satan albüm onunkiydi. Tüketim toplumu, şarkılar kadar icra edenleri de tüketip çöp kutusuna atıyor. Bu hızlı tüketimin önüne nasıl geçilir peki? Kaliteli müzik yeterli mi? Öyle zamanlardan geçiyoruz ki artık kalite bile yetmiyor. ‘Raiting’ denilen olguya kapılmış gitmişiz. Kaçımız Pinhani diye bir gruptan haberdarız? Sezen Aksu tekelinde bir pop müzik inşa etmişiz gidiyoruz. Sezen’den parça yada hayır duası alamayan popçu ezilmeye mahkum. Sizce Aksu çok mu kaliteli?
Ben bu yazıyı doğal olarak subjektif yazıyorum, çünkü müziğe objektif yaklaşmak neredeyse imkansız. O yüzden, bu yazı sadece benim müzik zevkimi anlatmaktadır.

Ben pek yerli müzik dinleyen bir kişi sayılmam. Ama her Türk gibi dinlediğim zamanlar mevcuttur. Bazı zamanlar artar, bazı zamanlar da azalır. Gündelik durumuma bağlıdır biraz (mod kelimesi daha uygun galiba). Daha çok da eski parçaları dinlerim, çünkü yenilerin pek gerçek bir şey üretmediği kanaatindeyim. Bazen bu, ters tepiyor; iyi müzik yapan birini geç keşfedebiliyorsunuz. Sonuçta, zemini oynak bir piyasadır, müzik piyasası. Biraz da zamana bakar. Zamanından geç veya erken albümler elenir hemen. Tabii, erken olanlar gün geldiğinde değerine kavuşur ama iş işten geçer.

Kişisel zevkime paralel müzik olan her şeyi hoş görü ile dinleme taraftarıyım. Bir tek arabeski müzik adı altında tutmadığım için dinlemiyorum, tıpkı kendine popçu deyip piyasaya oynayan kişiler gibi. Arabesk direkt halkı sömürmek için türetilmiş bir türdür. Zamanında felsefe hocam, arabesk gibi türlerin ancak sosyo-ekonomik düzeyi düşük toplumlarda dinleyici bulduğunu söylemişti, katılmadan edemiyorum. Olayı kişi bazına indirmek istemiyorum çünkü arabesk, piyasa bir tür olduğundan kişiler her zaman zamanın şartlarına uymuştur. Ama içlerinde gerçekten saygı duyulası isimler mevcuttur. Mesela İbrahim Tatlıses, dinlemesem de adamın dünya çapında bir sesi olduğunu inkar edemem ve kimi zaman da kulak ucuyla da olsa dinlerim. Yine Orhan Gencebay, şarkıları bana çok ters ama gerek müziğe bakışıyla olsun gerek piyasadaki duruşuyla takdir edilmesi gereken biri. Yine bu alanda kimi zaman kendisini dinlettiren adamlar var ama bir yaptıkları diğerini tutmadığı için İbo ve Orhan Baba’nın yanına yaklaşamıyorlar.

Gelelim pek hoşlanmadığım diğer bir türe, aslında birkaç türe ayrılıyor fakat ben rap deyince hepsini (hi-pop, R&B,vb.) kastediyorum. Amerika’dan ihraç bu türün neden Türkiye’de yapıldığını pek anlamıyorum. Ceza gibi popüler icracıları var, nefret etmesem de uzak durmayı tercih ediyorum.

Çok az dinlediğim başka bir türse klasik müzik. Mozart dinlemek 10 dakika için ferahlatıcı olabilir ama 11. dakikada sıkılmaya başlıyorum. O yüzden Fazıl Say, Suna Kan, İdil Biret gibi klasik müzik icra edenleri dinleyemiyorum. Aynı sebepten opera ve bale de izleyemiyorum/dinleyemiyorum.

Dans müzik ve türevleri de pek ilgimi çekmiyor. Gerçi Türkiye’de bu alanda kaç kişi var diyebilirsiniz ama en azından türü deneyen gruplar sayılabilir. Mercan Dede, Murat Uncuoğlu gibi Türk DJlerini de unutmamak lazım. Yavaşça yükselişe geçebilecek bir potansiyeli var bence, baksanıza Sertab bile şarkılarını remiksledi.

Öte yandan bazen iç çekerek dinlesem de şarkı listemi (playlist) çok az ziyaret eden diğer bir tür ise Türk halk müziği. Saygım sonsuzdur ama türkü adı altında kazıklanılmaya ulaşılan arabesk şarkılarına da karşıyım. Türkü başta Pir Sultan Abdal, Karacaoğlan, Dadaloğlu misali ozanlar olmak üzere Ruhi Su, Aşık Veysel, Musa Eroğlu, Arif Sağ gibi ustalardan dinlenmelidir. Yenilerden hakkı verebilen, ne yazık ki, çok az; Yavuz Bingöl, Şükriye Tutkun, Kubat gibi bir avuç kişi haricinde popülizm tuzağında türküleri hiç edenler var. Çok olmasa da birkaç favori türküm vardır: ‘Recebim’, ‘Fırat’, ‘Sarı Gelin’, ‘Urfa’nın Etrafı’ ve ‘Çökertme’.

Türk Sanat Müziği de saygı duyduğum ve belli zamanlarda dinlemekten çok zevk aldığım bir türdür. Bilhassa içki masasında layığıyla söylenirse dinlemeye doyum olmaz. Ne yazık ki halk müziği örneğinde olduğu gibi bu tür de popülizmin kıskaçları arasında. Yeni bir şarkı yapılamadığı (‘Lale Devri’ gibi popülist şarkılar bu türe giremez, 10 yıl sonra kaç kişi ‘Lale Devri’ni isteyecek acaba?) için belli bir kısır döngüye kapılmışsa da şarkıların güzelliği asırlar boyu devam edecek cinsten. Hele Zeki Müren, Münir Nurettin Selçuk, Müzeyyen Senar, Ahmet Özhan gibi sanatkârlardan dinlemek apayrı bir duygudur. ‘Bu Akşam Bütün Meyhaneleri Dolaştım İstanbul’un’, ‘Kimseye Etmem Şikâyet’ ve de ‘Biz Heybeli’de’ her zaman dinlemekten mest olduğum şarkılardır. Bir de Münir Nurettin’den ‘Aziz İstanbul’.

Popa gelebiliriz artık. Ben 6-7 yaşındayken bir anda patlayıp, şiddeti biraz azalsa da esmeye devam eden pop fırtınası ne adamlar çıkarıp batırdı. Ateş diye garip bir şarkıcı vardı, adamın 2. klibini bile göremedik. Emel’in ortağı Çelik vardı. Seden Gürel, hatırladıkça korktuğum, absürd bir kıyafet giyiyordu. İnsanlar o kadar popülistti ki bir albümünü çocuklara adayan kişi, sonrakinde seksi kadın oluyordu. Piyasaya hızlı girip Burak Kut (son albümü yine umutsuz vaka) gibi kendini harcayanlar da vardı, giderek yükselişe geçenler de. İçlerinde dinlediğim sadece şu isimler var: Fatih Erkoç, MFÖ, Grup Gündoğarken, Yalın, Yaşar (son albümü berbattı ama olsun), Emre Altuğ, Fikret Kızılok, Bülent Ortaçgil, Barış Manço, Kenan Doğulu, Levent Yüksel, Sertab Erener, Müfide İnseler, Nev, Tanju Okan ve Yeni Türkü. Bunların haricinde Ferhat Göçer mesela, konser performansı inanılmaz ama albümleri bariz kötü, bu açıdan Anastacia ve Joss Stone’a benzetiyorum onu, üçü de seslerine layık albüm çıkartamıyorlar. Onno Tunç ölene kadar Sezen Aksu şarkılarına saygım sonsuzdur ama sonrasını dinlemiyorum. Tarkan Türk müzik tarihinin nadide vokallerinden biri, son zamanlarda kendini harap etse de, hala dinlenmeye layık. Kayahan ve Nilüfer zamanının önde gelen popçularından, gayet kaliteli işleri var, ama kendilerini yenileyemiyorlar. Zuhal Olcay çok iyi bir vokal ama kişiliği ile albümleri birbirini tutmuyor. Ayrıca bazı şarkılarını severek dinlediğim, saygıyla diğerlerini de dinleyebileceğim çok az daha şarkıcı var, Aşkın Nur Yengi, Emel Müftüoğlu, Zeynep Dizdar, Ajda Pekkan gibi. Dün akşam dikkate değer bir tespit yaşandı televizyonda. Ferhat Göçer televizyonda Barış Akarsu’nun öldüğünü açıkladı ve anısına ‘Islak Islak’ okundu. Genç şarkıcının ölümü üzücü ama arkasından kaplama (cover) denmeyecek bir Cem Karaca şarkısının okunması çok ilginçti!

Aslında az da olsa alternatif müzik yapanlar var. Ama bunların oranı, genel baktığımızda çok az. O yüzden de pek kaale alınmıyorlar. (İstanbul Blues Company, Laço Tayfa, Babazula gibi) Bir de yaptıkları pop görünüp de benim ana akımdan ayrıldıkları için alternatif bulduklarım var. En güzel örneği de Nil Karaibrahimgil. Kendi tarzında dilediği gibi müziğini yapıyor.

Son olarak, son yılların favori ve fazla şişirilmiş türü rock’a gelelim. Türk rock tarihi ne yazık ki çok eskilere gitmiyor. 80’lerde Avrupa, Pink Floyd ile sarsılırken biz türkücü dönemine daha yeni giriyorduk. Erkin Koray, Bulutsuzluk Özlemi gibi nadide örnekler ise zamanın piyasasında sadece belirli bir kesime hitap ediyordu. Aslında şu anda baktığımda o yılların rock müziği, benim rock tercümemle pek örtüşmüyor ama olsun. Daha sınırlı kesime hitap edenler de varmış tabii, Pentagram ve Mavi Sakal örneğinde olduğu gibi. Bu iki grubun Türkiye’de bazı ilkleri gerçekleştirmiş olmaları da dikkate değerdir. Öte yandan, Türk rock’ının patlaması 90’ların sonuna denk gelebildi. Gerçek rock dinleyici de bu dönemdeki lise-üniversite gençliğiyle oluştu. (Bazı eski rockçıları saygıyla anıyoruz) Türü fişekleyenlerin arasında Duman ve Mor ve Ötesi gelmekte. Duman’ı farklı kategoriye alarak o zamandan bugüne kaç grubun gerçek manada rock yaptığı da tartışmaya açıktır. Çoğu eski bir popüler şarkıyı kaplayarak piyasada yer edinebilmiştir. Bu konuda belki de tek istisna Kargo. Sonuçta rock türü de üzerindeki popülist rüzgar sönünce silkinecektir ve gerçek rock yapanlar elek üstünde kalacaktır. Benim görüşüme göre bunlar arasında Duman, Malt, Pinhani, Kargo gibi gruplar bulunmakta. Tabii bunların arasından da kaçı müziğini gelecekte aynen devam ettirir, orası da meçhul. En azından her yıl çıkan 1-2 kaliteli rock albümü bile bizi sevindirmeye yetiyor.

Son tahlilde, Türkçe müziği bir geçiş döneminde. Yerel unsurları kullanıp dünyaya açılma hevesinde bir nesli dinlemekteyiz. Kimi popülizme boyun eğerken kimi de her şeye rağmen gerçek müziği icra etmeye çalışıyor. Yazıyı bir soruyla bitirmek belki de en mantıklısı: Hülya Avşar mı yoksa Gülben Ergen mi? Yoksa?…

Kategoriler:Müzik, yorum

Lost Üzerinden Medeniyet Çeşitlemeleri

Lost3. sezonunu kaparken çok önemli sorular bıraktı arkasında. Final bölümünün son sahnesinde gelecekteki Jack, Kate’e “Keşke adaya dönsek.” dedi. Belli ki ada dışındaki modern hayata uyum sağlayamamıştı ve adada geçirdiği günlerin yasını tutuyordu. Tabii bunun nedenini ilerleyen sezonlarda anlayacağız ama yine de çeşitli çıkarımlarda bulunabiliriz.

Edebiyat sınıflandırmalarında egzotik yazın türünün başlangıcı olarak Robinson Crusoe gösterilir. Çoğumuz konusunu az çok biliriz. Gemiyle seyahat eden bir İngiliz beyefendisi geminin fırtınada batması sonucu bir adaya sığınır. Issız adada günlerini geçirirken ilk işi bir kayık yapmak olur. Tıpkı ilk sezonda Micheal’ın yapmaya çalıştığı gibi. Robinson Crusoe ilk yayınladığında egzotik ülkelere duyulan ilgi artmış. Daha sanayi devriminin ilk yılları olmasına karşın insanlarda, doğal hayata duyulan özlemi alevlendirmiş.

Şimdi ise yıl 2007. Tamamen vahşi kapitalist bir dünyanın içindeyiz. Evebyenler çocuklarını okula başlatırken bile ÖSS’ye göre okul seçiyor. Kimin, kimin arkasında olduğu belli değil. Bir yarış almış başını gidiyor. Hızla tüketilen bu yaşamda, durup soluklanmak mümkün değil. Hayatınız trafikte, sokaklarda, işte (plazalar, gökdelenler), fast-food’çuda geçiyor. Eve belki de sadece uyumak için gidiyorsunuz. Böyle bir yaşam tarzında herkesin en az bir kere aklından geçiyor, tüm bu formaliteleri bırakıp alıp başını gitmek. Nereye? Boşuna en klişe soru “Issız bir adaya düşseniz, yanınıza alacağınız 3 şey nedir?” değil. İnsanlar da bir sıkılmışlık duygusu var, ıssız bir adaya düşüp tüm dertlerden kurtulmak istiyor. Buna sosyal hayatı da ekleyebilirsiniz. Çünkü maddiyat sosyal hayata da bulaşmış. Evliliklerin maddiyata göre yapıldığı bir dünyada yaşıyoruz ya da aşk acısı yaşayanların giderek katlandığı bir dünya. Dolayısıyla, insan durup silkinmek istiyor. Tüm dertlerinden kurtulmayı arzuluyor. Hayat supapları dediğimiz tatiller bazılarına az geliyor, çünkü insanlar için 50 haftalık bir rutinden sonra 2 hafta bir şey ifade etmiyor. İşte tam burada kaçış duygusu devreye giriyor. Lost’un bu kadar sevilmesinin bir nedeni de bu. Her hafta 42 dakika boyunca tropik bir adaya gidip stres atmak istiyor insan.

Bunu dizideki karakterlerde de gözlemleyebilirsiniz. Çoğu gerçek hayatta tam anlamıyla bir kaybeden ve uçağın düşmesiyle önlerine 2. bir hayat sunuluyor. Çoğunun bunu değerlendirdiğine şüphe yok. Mesela, John Locke. Sahtekar bir baba yıllar sonra çıkıp sevgisini sunuyor ama böbreğini alıp tüyüyor sonra. 2. gelişinde John’u evleneceği kadından ayırıp yapayalnız bırakıyor. 3. de ise bir gökdelenden atıp sakat bırakıyor. Locke’un hayatı işkenceye benziyor, ta ki adaya düşene kadar. Adanın esrarengiz gücü sayesinde bacaklarına kavuşuyor, sonra da grubun avcısı olarak 2. bir lider haline geliyor. Bunca olaydan Locke’ın ısrarla adada kalmak istemesini yadırgayamazsınız. Locke, adadan kurtulmamak için elinden geleni ardına koymayacaktır.

Oysa ki Locke harici kazazedeler ısrarla çıkış arıyor. Sanki dışarıda harika bir hayat onları bekliyor gibi. Son bölümde gelecekteki hayatı işkenceye benzeyen Jack’e bakalım. Başarılı bir cerrahın oğlu olarak tıbbı seçmiş ve babası gibi bir cerrah olmuştur. Ama bu kararın belki de acısını çekerek babasıyla durmadan zıtlaşmaktadır. Giderek pis bir sarhoşa dönüşen babasınız pisliklerini temizlemektedir. Tam bu zamanda mucize eseri kurtardığı kadınla evlenmiş ama bir süre sonra boşanmıştır. Hayat hiç adil değildir ona karşı. Derken babasının cenazesini eve getirirken uçağı düşer ve lider pozisyonuna gelir, daha ilk günden. Herkesle ilgilenir, tüm sorunları çözmeye çalışır, kaçırılır, pes etmez çabalar. Tek amacı, lideri olduğu grubu adadan kurtarmaktır ama acaba onun için doğru olan bu mudur? Sanırım, Jack adanın kıymetini ancak kurtulunca anlayacak. Çoğu kişi Ben’in grubun karşısına tek başına çıkmasının sebebini anlayamadı, Ben aslında Jack’in bu saydıklarımı anlayıp adadan gitmemeye ikna edebileceğini sanıyordu. Ama kurtulma amacı Jack’in gözlerini o kadar kör etmiş ki adada yaşadığı deneyimleri doğru dürüst değerlendirmiyor bile.

Peki diğer karakterler çok mu farklı? Sizce Kate hapse mi dönecek, Sawyer dönünce dolandırıcılık yapmaya devam mı edecek ya da Sayyid dünyada dolaşırken gerçek vatanını bulabilecek mi? Durumları az çok aynı. Charlie bir amaç uğruna öldü hiç olmazsa. Diğerlerinin amacı ne?

Kategoriler:dizi, yorum

Kadın Hakları Hakkında Birkaç Düşünce

15/05/2007 1 yorum

Öncelikle şu söylemek lazım, bahsedeceğimiz konunun zemini pek sağlam değil. Bir sürü fikir var. Feministlerden tutun da aşırı dindarlara kadar konuya apayrı bakan görüşler mevcut. Bir erkek olarak hiçbir safa ait olmadığımı belirtmeliyim. Sonradan bana “Kadın düşmanı!” ve ya “Feminist” etiketleri yapıştırmaya yanaşmayın. Çünkü ikisi de değilim. Benim düşüncelerimin 22 yıllık hayat tecrübemden damıtılarak oluşan birkaç damlanın kağıda yansımasıdır. Yoksa ben otorite filan değilim. Zaten öyle olduğumu iddia edemem de çünkü o alanda bir eğitimim yok.

Heteroseksüel bir erkek olarak kadınlarla ilgiliyim. Doğal olarak onlar hakkında düşünüyorum ve ileride hayatıma girebilecek kadın(lar) hakkında nasıl bir tavır takınacağımı tezahür ediyorum. Bu çerçeve içerisinde de kadın yaşayışı hakkında birkaç düşüncem var.

Öncelikle hayat felsefeme bağlı olarak bir insana, ilk olarak ırksal, dinsel, cinsel olarak bakmam. Bir kişi öncelikle insandır, benim için. Sonra onun özellikleri gelir ki en başta önemli bir fiziksel ayrım olan cinsiyet gelir.

Cinsiyetin sadece fiziksel bir olgu mu yoksa ruhu da içine alan daha derin bir olgu mudur? Bunun hakkında yapılan düzinelerce araştırma var sanırım. Birkaçını bilimsel dergilerde ben de okudum. En bilinen bulgu erkek beyninin kadınınkinden 300 gr. fazla olmasıdır ki bence fiziksel bir bulgu ile insanın aklı hakkında mukayese yapılamaz. Bunun gibi çeşitli bulgular da mevcuttur. Kadınların daha hassas olması, erkeklerin daha dayanıklı olması gibi ki bence günümüz dünyasında böyle fiziksel ayrımlar yaparak konuyu tartışmak son derece saçma.

21. yüzyıl öyle bir yüzyıl ki yapamayacağınız bir şey hemen hemen yok. Bir kadın belki asker olarak cepheye inemez (ki bence bu kural geçerli değil artık) ama komuta başında bir erkeğin yapabileceğinin çok daha fazlasını yapabilir. Keza bir erkek belki çocuk doğuramaz ama bir kadından çok daha iyi annelik yapabilir.

Burada önemli bir eleştiri gelebilir. Olay zamanda mı bitiyor? Hayır, ama tarihte kimin kimden üstün olduğunu %100 anlamanızın olanağı yoktur. Unutmayın ki tarihi kazananlar yazar ve bunlar hep erkektir. Tabii ki de teknolojik gelişmeyle kadın hakları doğru orantılı artmıştır ama bu gerçek, gelişme öncesi kadınların bir hiç olduğunu göstermez.

Tarih öncesinde kimi bölgelerdeki kadınların erkeklerle eşit olduğunu belgeler bize söylüyor. Gerek Hititlerde gerekse Mısırlılarda böyle dönemler mevcut. Ayrıca erkeğin iktidarda olması her zaman erkek iktidarı olduğu anlamına gelmez. Tarihte birçok lider aşklarının veya annelerinin sözleriyle düşüncelerini yönlendirmiştir ki bu olgu, kadınların düşünüldüğünden fazla iktidarda olduğu anlamına gelir.

Mesela dünyaca ünlü filozof Aristo’ya bakalım. Aristo’ya göre kadınlar da birer insan olduğundan eşit olmalıdır fakat (altını çizelim) kadınlar da erkek gibi yaşarsa evde çocuğa bakacak kimse kalmayacağından kadın evinde oturmalıdır. Benzer düşünceyi 20. yüzyıla kadar birçok düşünürde görebilirsiniz. Örneğin Fransız İhtilal’ini hazırlayanlardan Voltaire bir sözünde kadınları resmen aşağılamıştır. Yine ünlü bir İngiliz düşünür kadınların politikaya giremeyecek kadar aptal olduğunu belirtir (Margaret Thatcher hakkında ne düşünürdü acaba?).

Türklere bakalım mesela. Göçebe kavmin kadınları her zaman evin efendileridir. Buna itiraz edenler olabilir ama hala daha bu düzen devam etmektir. Savaşçı olan erkekler at sırtında kilometrelerce yol tepip savaşıp avlanırken, kadın evine (obasına) bakmıştır. Yerleşim yerinin tüm sorumlulukları ondadır, yemek, çocuklar, tertip-düzen başlıcaları. Bu bakımdan anaerkil bir toplum olduğu bile söylenebilir. Günümüzde bile Türk erkekleri evle ilgili kararlara pek katılmazlar, tüm işlere kadınlar bakar.

Burada kadınların erkeklerle daha eşit olma problemi araya geliyor. Çalışmak, başta gelen istek. Çoğu erkek, bu isteği “Kadın kısmı çalışmaz!” diyerek savıyor. Bu da bir bakımdan mantıklı gelebilir. Şöyle ki yüzyıllar boyu eve para getiren dolayısıyla görünür iktidar (aslı kimdedir tartışılır) olan kişi, kendisine rakip çıkınca istemiyor doğal olarak. Asırlardır tekel olan erkek cemaatinin duapol bir ortama girmesi kendine ters geliyor. Aslına bakarsanız çoğu kadına da durum ters geliyor. Şimşekleri üzerime çekmeden hemen açıklayayım: Kadın şu ana kadar hep evde oturmaya alışmış, okumamış, koca bekleyip çocuk bakmak, günlere katılmak hayatı olmuş. Doğal olarak anneler kızlarını da böyle yetiştirmiş. Çoğu kadının kızına şöyle dediği açık: “Oku ama nasılsa koca bulup evleneceksin, pek de uğraşma.” Genelleme yapmıyorum ama durum böyle. Hatta sırf iyi koca bulmak için okuyanlar mevcut. Şaka değil gerçek. Şöyle düşünebilirsiniz: Okumuş bir erkek, hele 21. yüzyılda, cahil bir kadın istemez. Ama yine o erkek, büyük olasılıkla, evinde oturup çocuğuna bakacak iyi aile kızı arıyor. Kızların bazıları da bu duruma pek karşı çıkmıyor. Sonuçta, çalışma hayatının kahrını çekmektense evde çocuğuna bakmak daha kolay geliyor. Çocuklar büyüyünce de bunca yıl çalışmadım, artık çalışamam diye işin içinden sıvışıyorlar. Ya da tersi, erkek böyle istediği için onun emirlerine uyup böyle bir yaşam kuruyorlar.

Günümüz vahşi kapitalist dünyasında işler daha da vahim. Kadınlar ellerine geçen birkaç hakla erkekleri süründürmekle meşguller. Ama erkek, kızı kendisine bağladı mı işler tersine dönüveriyor. Sokağa çıkıp yoldan geçen 100 kıza nasıl bir adamla evlenmek isteyeceğini sorarsanız, eminim ki çoğu evi olan, araba sahibi, iyi bir işe sahip bir prototip çizecektir. (Burası tecrübeyle sabittir.) Şimdi söz konusu kız, erkeği seçerken binbir naz yapıyor, işte görkemli hediyeler, yemekler falan. Ama yüzük takılınca iş bitiyor, adam aldatsa da “O erkektir, yapar.” ya da “Çocuklarım için katlanıyorum.” geyikleri dönüyor. Sonra da bir istatistik uzmanı çıkıp “Boşanmalar son yıllarda pek arttı.” açıklaması yapınca kıyamet kopuyor. Neden acaba?

Tabii bir de her boşanan kadına, kötü kadın etiketi yapıştırma huyumuz var. Ama o, geleneksel bir hastalık, zamanla tedavi edileceğini umuyoruz. Fakat konumuz o değil. Kadının neden böyle maddi evlilikler peşinde koştuğu. Çalışan kadınlarda da durum bence aynı. Tek farkı, hata görünce direkt mahkemeye başvurmaları. Çeşitli sosyologlar, buna doğacak çocuğunu koruma içgüdüsü (iyi bakım, vs.) diyebilir, bana saçma geliyor. Eğer bir evlilik sadece maddiyat üzerine kurulmuşsa o birlikteliğin ürünü ne kadar sağlıklı olabilir ki? Çocuğun her şeyden çok sevgiye muhtaç olduğu her şeyden öte bir gerçek varken birbirine aşık olmayan iki insanın çocuğu nasıl, aşık bir ana-babanın çocuğundan daha sağlıklı olabilir? Çocuğu da bırakın, bir insan nasıl hayatı boyu sadece eşinin maddi durumu iyi diye bir evliliğe katlanabilir? Benim aklım almıyor doğrusu.

Peki kadın çalışmalı mı? %100 evet. İstemese de çalıştırılmalı. Neden? Öncelikle, dediğim gibi bir kadının bir erkekten fazlası ve ya eksiği yoktur. Bir evlilik iki kişiden kurulduğuna göre ve kadın da bu kurumun %50 ortağı olduğuna göre erkek çalıştığına göre o da çalışmalıdır. Peki çalışmasa ne olur? Bir kere kocasından para istemesi gerek. Her yaptığı işi, sanki efendisi gibi kocasına açıklaması gerek (Zaten mantıklı bir evlilikse her iki taraf karşısındakine sorumlu olur.), kocasının fazladan hak durumu ortaya çıkar. Bir kere kadın çalışmalıdır ki, yanlış bir durumda kendini savunacak dayanağı olsun. Mesela ben evlendim ve büyük bir hata yaptım (aldattım diyelim), karımın benle sadece param için evli kalması beni daha çok üzer. Düşünsenize, yaşlanıyorsunuz ve eşiniz size gelip “Ben senden nefret ediyorum ama evli kalmak zorundaydım.” diyor, sizin içiniz yanmaz mı? O kişinin harcanan onca yıllarını ödeyebilecek misiniz, vicdanınızda? Bir kadın benle beni sevdiği için evlenmeli ve sevdiği için evli kalmalıdır. Tersi durumda, hukuki olarak o kuruma evlilik dense de, benim gözümde evlilik olmaz. Tabii, tersi de geçerli olmalı. Bir erkek bir kadınla sevdiği için evlenmelidir. Yoksa, bu kız, çocuğuma iyi annelik yapar, iyi aile kızı diye değil.

Bir de biraz erkek olmaktan kaynaklanan bir düşüncem var: Çalışmayan kadın bütün gün evde oturduğundan, doğal olarak erkek işten gelince dırdıra başlar. Bir kadın bunu anlamayabilir ama inanın kötü bir şey. Bir de şu var tabii, iki kişi de çalışırsa ev işleri de müşterektir. “Ben erkeğim, iş yapamam.” mazereti geçersizdir. Bir erkek olarak bunu da kabul ediyorum. Ama hala anneleri tarafından bu tarz yetiştirilen erkek çocukları mevcut, orası ayrı. Dolayısıyla madem erkek ile kadın hayatın her alanından eşittir, bu uygulamaya da geçmelidir. Kadın evde oturup dırdır da yapmamalıdır, erkek de ben çalışıyorum diye evde yan gelip yatmamalıdır.

Çalışan kadın mevzu bahis olunca hemen şu konu ardından tartışmaya açılıyor. Peki çocuk ne olacak? Modern tercümeyle “Hem kariyer, hem çocuk” mevzusu. Ben çalışan bir annenin oğluyum. Annem hem ablamı hem beni çalışarak büyüttü. Evde her zaman temizdi, yemek de yapardı, hatta mahalle pazarına kendi çıkardı. Hiçbir zaman bir eksiğimiz olmadı. İşte eskiden anneler bütün zamanlarını çocuklarına ayırırmış. Siz öyle mi zannediyorsunuz? Anneler güne gider, eline de bir parça yiyecek tutuşturur, sokağa salar. Çoğu ev kadını böyle yapıyor. İstisnalar her zaman mevcuttur. Artık 21. yüzyıldayız, beyler, bayanlar. Hayat hızlı yaşayanın elinde kalıyor. Çocuk ne kadar bu hızlı hayata alışırsa o kadar iyidir. Bunun da yolu doğru eğitimden geçer. Sağlıklı bir kreş çocuğu her zaman hayata daha iyi hazırlar. İlkokul fobisinden de kurtulur, başta paylaşma olmak üzere, sosyal yönleri de hızlı gelişir. Böyle bir çocuk da bu vahşi dünyaya daha iyi uyum sağlar. Şahsen ben çocuğuma gerekli eğitimi verecek, ona sevginin yanında kültürlü bir hayat da aşılayacak bir kadını tercih ederim. Evde oturup güne giderken çocuğu sokağa salanı değil.

Umarım düşüncelerimi fazla aykırı bulmuyorsunuzdur. Hoş, bulursanız, kapım açık, her zaman tartışılabilir. Sizin düşüncelerinizi de merak ediyorum.

Kategoriler:fikir, kadın hakları, yorum