Arşiv
Benden Şarkılar – Kill the Lights
Aralık ayıyla beraber yıl sonu yazıları/anketleri/listeleri yapılmaya başlandı. Benim klasik yıl sonu değerlendirme yazıma daha çok olsa da (ne de olsa yılın sonuna daha 23 gün var, bu ülkede bu zaman zarfında neler olur, neler!) yavaştan yılın akılda kalanlarını sıralamaya başlayabilirim. Öncelik bir soundtrack çalışmasında…
Yılın başında en çok beklenen dizilerden biri Vinyl‘di. İki efsane, Martin Scorsese ile Mick Jagger dizinin yaratıcı kadrosundaydı. Üstelik iki saatlik ilk bölümü Scorsese çekmişti. Yayın yaklaştıkça yükselen heyecan, daha ilk bölümle sönmeye başladı. 70’lerin müzik dünyasının arka planını anlatma derdindeki dizi, saçma senaryo tercihleriyle savruluyordu. 10 bölüm sonunda dizi vasat da olsa sezon finali yaptı. Ardından önce dizinin -benim Boardwalk Empire‘da da hiç sevmediğim- baş senaristi Terrence Winter kovuldu, hemen arkasından da dizi ikinci sezon onayını alamayarak ekranlara veda etti.
Vinyl görsel ve metinsel başarıya hiç ulaşamasa da Mick Jagger’ın desteği sağ olsun, müzikleri her bölümünde çok takip edildi. Seçilen eski ve yeni şarkılar hem çok iyiydi hem de diziye çok yakışıyordu. Bölümlerin ana şarkıları, yayından hemen sonra Spotify’a yükleniyordu. Sezon bitince de bir best of albümü yayınlandı ki kaç defa dinlediğimi bilmiyorum. Nitekim albüm, bu hafta başında Grammy adaylığı kazandı.
Gelelim albümde en sevdiğim şarkıya… Üç ayrı kişinin imzasına sahip şarkı, disko-pop türünde ama bu türün yaygın trendinin aksine sözleri de çok iyi. Sevgiliyi aşka ve dansa davet eden şarkı, bu yıl en beğendiğim şarkılardan biriydi.
Kill the Lights – Alex Newell ft. DJ Cassidy & Nile Rodgers
You set me free every time your hands on me, / Bana ellerini her sürdüğünde beni özgürleştiriyorsun.
I wanna be your way to shine / Seni ışıldatan patikan olmak istiyorum.
I can’t deny the feeling that you’re giving me / Bana hissettirdiğin duyguyu inkar edemem,
You lit the spark that set a fire / Ateşe dönüşen bu kıvılcımı sen yaktın.
Oh, no, don’t run away from your love / Hayır, aşktan kaçma sakın!
Oh, no, don’t turn away from the heart of the groove / Hayır, beraber sürüklendiğimiz
From the way that we move, / bu akıntıdan dönmeye çalışma!
Kill the lights, we can’t lose! / Işıkları söndürürsen kaybetmeyiz!
Kill the lights and look right at me / Işıkları söndür ve iyice bak bana!
Close your eyes, you can see me by the way that I feel / Gözlerini kapa, sana olan hislerimi anlamaya başla.
Kill the lights, and touch my body / Işıkları södür ve bedenime dokun.
Close your eyes, you can see me by the way that I feel / Gözlerini kapa, sana olan hislerimi anlamaya başla.
Come and spin me around, let’s get lost in the sound / Gel ve dön etrafımda, müziğin içinde kaybol.
Close your eyes, you can see me by the way that I feel / Gözlerini kapa, sana olan hislerimi anlamaya başla.
Touch my body, kill the lights tonight / Dokun bana, ışıkları söndür bu gece.
Let’s live our life, tomorrow doesn’t always come / Hadi hayatımızı yaşayalım, her zaman yarın olmaz ki!
Don’t try to hide, let’s have some fun / Saklanmaya çalışma, eğlenmene bak!
You can’t rely on anything or anyone who fights the love you have inside / İçindeki sevgiyle kavgaya tutuşan biri ya da bir şeye güvenemezsin
2015 Değerlendirmesi
Yıl sonunun en güzel şeyi, kesinlikle geriye dönüp kişinin kendisini veya başka bir şeyi (filmleri, şarkıları, haberleri, vs.) sorgulamaya imkân tanıması. Ama ben 2015’e baktığımda zaten yılımın sorgulamayla geçtiğini gördüm. Çok yakın arkadaşlarım biliyor ki oldukça saçma fikirler üzerinde haftalarca kafa yorduğum oldu. Bunun en bariz sebebi, rutinden sıkılmamdı. Zaten kendimdeki bu özelliği ilk defa 2007’de fark etmiştim ama tabii gençlik zamanında rutini daha kolay kırabiliyorsunuz. Karar alıp gerçekleştirmek daha basit oluyor. Oysaki 30’a adım attığınızda garip bir şekilde iş değişiyor ki bunu, kendisini az çok tanıdığından evlilik gibi stabil bir kurumdan devamlı imtina eden biri olarak söylüyorum. 30’lu yaşlar mı psikolojik olarak bu duruma sokuyor, yoksa gerçekten biyolojik saat tıkır tıkır işliyor mu, tam emin olamıyorum. Lâkin 2015’i genel bir rehavet içinde geçirdiğim, bir gerçektir.
Bu durumda olan da sadece ben değilim. Çevreme baktığımda genel olarak herkesin şu soruyu sorduğunu görüyorum: “Nereye gidiyorum?” Tabii bunda giderek kötüleşen politik durumumuz, ha battı ha batacak denilen ekonomimiz, tüm Orta Doğu’daki savaş da etkili. Bu yıl iki ciddi seçim geçirdik ve ülkede adı konmamış bir iç savaş hızlanarak devam ediyor. filmhafizasi.com’da yayınlanan Özcan Alper röportajımda yazdığı gibi insanların; bırakın diğer insanlara, ölülerine tahammülleri yok! Bir anne, kızının ölüsünü buzdolabında günlerce saklamak zorunda bırakılıyorsa ve ülkedeki diğer vatandaşlar, bunun ne kadar vahim bir durum olduğunu idrak edemiyorlarsa kelimeler gerçek manada kifayetsiz kalıyor. Okkalı bir küfür savuruyorsunuz ama o küfür de böğrünüzde saplanıp kalıyor.
2015 gerçekten garip bir yıldı. Mesela hayatımın en keyifli günlerinden biriydi, fiyotları gezdiğim gün. O kadar huzurlu ve dingindi ki… Dünyanın saf ve gerçek hâliydi, gördüğüm. Kirletilmemiş, insan eli değmemiş,… O an, şunun farkındaydım: Evet, dünyanın çoğu yerinde insanlar ölüyordu, ihanete uğruyordu, acı çekiyordu. Lâkin böyle bir yer de vardı ve içimdeki umut büyüdü. 4 gün sonra Gebze’de sanayi içindeki ofisimde pinekliyecektim ama bu güzellikte yaşayan insanlar hep olacaktı ve bu, beni mutlu hissettirdi. Bu kadar kötülüğün içinde ufak da olsa güzelliğin barınabilmesi içimi ısıttı. Lakin Metin Altıok’un yıllar evvel yazdığı gibi bu, havı dökülmüş bir sevinçti.
2015 yılında dünyayı bir şekilde değiştirecek bir sürü olaya/icada/kavrama tanık olduk. Paris’te gerçekleşen iki olay, bu yıla tamamen damga vurdu: Yıl başındaki Charlie Hebdo saldırısından sonra, geçen ay da tüyler ürpertici terörist saldırılara şahit olduk. Şahsi fikrim, dünyanın çeşitli yerlerinde her ay buna benzer bir sürü olay yaşanırken Paris’tekilerin biraz fazla göze sokulduğu yönünde. Tanzanya’da öldürüler çocuk, can değil mi? Ya da Cizre’de oyun oynarken ölen? Roboski’de silah seslerini oyun sanan? Sur’da devlet yüzünden sokağa çıkamayan? Diğer bir açıdan bu iki olay, önümüzdeki yıllarda Avrupa politikasını etkileyecektir. Mülteci krizinin tavan yaptığı bir yıla gelmesi de oldukça manidardır. Avrupa’yı, oldukça gerilimli yıllar bekliyor ve bu süreç, ne yazık ki en çok bizi etkileyecek. Şimdiden “savaşın herkesi günün birinde mutlaka yutacağı” gerçeği dillendiriyor. Bunu yaşayarak öğreneceğiz.
Geçen hafta katıldığım Kutlukhan Kutlu’nun polisiye atölyesinde, Kutluk ilginç bir alıntı yaptı: Ünlü filozof Slavoj Zizek’in birkaç yıl önce bir makalesinde “artık geleneksel kahramanların varolamayacağını, çünkü sistemin her bakımdan çok güçlü olduğunu ama Assange ve Snowden gibi sistemin kirli noktalarını ifşa edenlerin, 21. yüzyılın yeni ve gerçek kahramanları kabul edilmesi gerektiğini” yazdığını söyledi. Sizce de çok ilginç ama doğruluk payı da oldukça yüksek bir bakış açısı değil mi? Buna göre Can Dündar’ı yeni kahramanımız olarak görmeli miyiz? Bu yılın flaş dizisi Mr. Robot da zaten bunu anlatmıyor muydu? (Dikkat spoiler!!!) Dizinin kahramanının şizofren olması, kahraman olmanın önünde ne derece engeldir? Yoksa artık tüm kahramanlarımız dört dörtlük olmayacak mıdır (misal, beyaz atlı prens), arızalı insanlar da kahraman olabilir mi?
Kafamda tüm bu sorular dönüp dururken insansız hava araçları (drone), 3D yazıcılar, sürücüsüz araç teknolojileri ve uzay yolculuğu üzerine yönelik artan umutlar da 2015’in -bizde olmasa da- çok konuşulan konularıydı. Suriye’de insanların kafaları vahşice kesilmeye devam edilirken diğer taraftan insanlığın 22. yüzyıla hazırlanmaları ne kadar ironik, değil mi? Ya ülkemizin ısrarla yerinde sayması? Yine bu yıl kaybettiğimiz Yaşar Kemal, İnce Memed ve İnce Memed 2‘de Türk toplumunun sosyolojik yapısını harikulade bir şekilde çıkarmışken biz nasıl ve neden bir arpa boyu yol gidemiyoruz? Neden ısrarla Amerika’yı yeniden keşfetmek istiyoruz? Bu kadar mı benciliz?
Okuduğunuz üzere 2015 benim adıma, başlı başına bir sorgulama yılıydı. Genelde sorgulamak, incelemek ve sonunda da sorunu çözmek iyidir. Böylece daha ileriye gidersin, aşama kaydedersin. Lakin ben ilerlediğimden emin değilim, sanki hep yerimde sayıyorum ve sorgulamak bir eziyete dönüşüyor. Bitmeyen, sonu olmayan bir merdiveni çıkıyorum sanki. Ama her basamak beni daha yükseğe çıkarsa da yoruyor da ve gittikçe sanki daha tükeniyorum, bu tükenişin bir ödülü olmayacak gibime de geliyor. İşte böyle anlarda devreye küçük şeyler giriyor. Sarmaşık (2015) gibi harika bir filmi seyretmek ve çıkışta Kadıköy sokaklarında zevkten sarhoş misali yürümek (yüzde salak bir gülümseyiş de cabası); gittiğim İncesaz konserinde Oya Küçümen’in âniden sahneye çıkması ve çocukluğumun şarkısı Bana Bir Masal Anlat Baba‘yı söylemesi; arkadaşlarla içmek, üstelik öylesine keyiflenmek ki “Hayat hep böyle olsun ya!” diye çığırmak (videosu mevcuttur 🙂 ), tatil planı yapmak (2016 ve hatta 2017 için çok acayip planlarım var); bir saniye olsun huzuru yaşamak,… Hayat her şeye rağmen yaşamaya değer!
Son sözü Kral’a bırakalım mı? Yeni yılda daha az konuşup daha çok iş yapmaya, var mısınız? Hadi bakalım! Başarı, sevgi ve samimiyet hep sizinle olsun!!!
Yeni Yıl Yazısı
2014’ün en çok beklenen filmlerinden biriydi Interstellar (2014) ama beklenen etkiyi yapamadı. Uzun yıllar hatırlanacak bir bilim-kurgu izleyemedik. Buna rağmen filmden aklımda iki şey kaldı: İlki sevginin her şeyi gerçekleştirmeye kâdir olduğunu göstermesi, beşinci boyutu açabilecek kadar. Fazla naif ve muhafazakar bir bakış açısı olduğunun farkındayım ama saf sevgiyi unuttuğumuz bir çağda, her şeye rağmen sevginin yüceltilmesi güzel ve takdir edilmesi gereken bir durum.
İkincisi ise eminim çoğu izleyenin dikkat etmediği (zaten film içinde bir önemi olmayan) ama beni çok düşündürten bir detay: Filmde yer alan yapay zekaya sahip robotların dürüstlük ayarı vardı, bilmem dikkat ettiniz mi? Normalde 0 ve 1’lerden, daha açık ifadeyle Yanlış (0) ve Doğru’lardan (1) ibaret olan bir mantığa sahip olan makinelerin 0 ve 1 arasında sonsuz sayıda olasılık olmasını hesaba katması demek, bu ufak ayar. Ufak dediğime bakmayın, bu ayar insan ile robot arasındaki keskin farkı da bir anda yok eden bir özellik. Hiçbir insan için hayat salt yanlış ve salt doğrulardan ibaret değildir. Her insanın kötü özellikleri vardır, yalan söylemek gibi. Annelerimiz her ne kadar yalan söylemenin kötülüklerini bize defalarca anlatsalar da onlar da yalan söyler. 🙂 Çünkü insan yalan söyleyebildiği için, insandır. Bunu her ne kadar inkar etmek için çabalasak da belki de tek salt gerçek de budur.
Yalan söylemek, tabii güzel bir şey değildir fakat yalan söylediğimizi inkar etmek kadar saçma ve büyük bir yalan yoktur. Ama bu yalanın bile bir mantığı vardır: O da dünyanın basit ve kendimizin ise tek akıllı canlı olduğu düşünmemizdir. Fazla derine inmeden şunu söyleyim: Evren, dünyanın çevresinde dönmediği gibi dünya da kişinin çevresinde dönmez! Aslında, buradan yalan söyleyen kişinin kendisini de kandırdığı ortaya çıkıyor (olmayan bir şeye inandığı için!) ki benim yalan söyleyenlere acıma sebebim budur! Bilhassa Türkiye’de televizyonlarda ve kürsülerde konuşanların çoğu da böyle: Hem yalan söylüyor hem de bu yalana kendi de inanıyor!
Öyle bir dönemde yaşıyoruz ki yalanlar bombardıman hâlinde yağıyor her taraftan. İşte, evde, yolda, televizyonda, sinemada, kitaplarda, gazetelerde, her yerde… Herkesin de sebebi basit: “Benim gerçeğim en doğrudur!” Ne kadar sakıncalı ve korkutucu bir düşünce! Düşünsenize, milyarlarca insanın her biri, kendisinin bir diğerinden daha zeki olduğunu düşünüyor! Evet, komik! Ama komik olduğu kadar korkutucu!
Hepimiz yalan söylüyoruz ama bunun da bir ayarı var. En azından olmalı, tıpkı Interstellar‘daki gibi. Karşıdaki (yalan söylenen) insan, aptal yerine konmamalı! Böyle olunca, insanlara olan güveniniz günbegün azalıyor. Gündeme, güncele eskisi kadar değer vermez oluyorsunuz! Bu durum, bir taraftan sakıncalı olabilse de diğer yandan sadece kendinize odaklanmanızı sağlıyor.
Hayat devam ediyor… Pek zevki kalmasa da küçük şeyler yaparak canlı tutmaya çalışıyorum bu ‘iki kapılı hanın’ geçidini. Bu yıl yine gezdim, yedim, içtim, izledim, kahkaha attım ve ağladım… Dünyanın en eski ve en derin gölünü (Baykal Gölü) çıplak gözlerle görünce kadimliliğini hisssettim; Mardin’de tastan şarap içerken otantikliği yaşadım; yolundan 10 dakikada bir araba geçen Divriği’de insan elinin yapabileceği en muhteşem mimari yapıyı gezerken sanatın büyüleciliği karşısında ufaldım; yine Urfa’da 12000 yıllık tapınağı ziyaret ederken tarihte kim bilir daha neler bilmediğimizi merak ettim; Taviani Kardeşler’in Kaos‘unu (1984) küçücük bir salonda izlerken insanoğlunun her yerde aynı, basit bir canlı olduğunu bir kez daha gözlemledim; Black Mirror dizisinde teknolojinin insanlığı kötülüğe sevk etmediğini, zaten kötü olan insanlığa elverişli bir ortam yarattığını fark ettim; Arturo Ui’nin Önlenebilir Yükselişi‘ni seyrederken her eylemin aslında kollektif, tek kişiden bağımsız olduğunu anladım;… Bir sürü de hata yaptım, insanları üzdüm, incittim…
Kısacası hayat, yeni deneyimlerle devam ediyor. Buraya yazılmasa bile hepsi şeceremizde var, gören görüyor, bilen biliyor… Ben yine insan olmaya çalıştım, Tanrı’nın bana bahşettiği bu armağanın hakkını vermeye çalıştım. Bakalım 2015 ne getirecek?
Hepinize kendinize lâyık insanlarla dolu, yeni ve benzersiz deneyimlerle bir yıl diliyorum. Bu sene dinlemeyi en sevdiğim şarkılardan biri gelsin o zaman (yılın en güzel cover’ı da bonus 🙂 ):
2013’ün Ardından…
Bir yıl daha sona eriyor. Herkes bir yıl daha deneyimleniyor. Kimisi bu bir yılı kullanamayarak yerinde sayarken, diğeri yaşadıklarından ders alıp gittikçe olgunlaşıyor, büyüyor. Büyümek, bazısına göre erdem ise bazısına göre de çocukluğunu kaybetmektir.
Çocuk olmak güzeldir; her şeyi denemek isteyen, asi, korkusuz, düşünmeden hareket eden. Lakin her şeyde olduğu gibi, çocukluğun da avantaj ve dezavantajları vardı; o da kendi zamanı içinde güzeldir. Zamanı gelince büyümek gerekir. Dünya böyledir çünkü. Sorumluluk almak gerekir, çalışmak gerekir, aşık olmak gerekir, düşünmek gerekir. Statükodan ayrılmak zordur elbet; para babadan, sevginin en temizi anneden gelince hele. Lakin kendi hayatını kurmalısın ki dünyaya kendi izini bırakabil. Hayat kolay değildir. Daha fazlasını oku…
2012 Değerlendirmesi
2012, benim için büyüme yılıydı. Gerçekten hayatım adıma önemli olaylar oldu ki kim bilir belki de, bunlardan bazılarını ileride hayatımın dönüm noktaları olarak nitelendireceğim. Ama son 2-3 günde dönüp bunları analiz etmeye çalıştığımda, önemli olanın bunların gerçekleşmesi değil de bunların hayatımda yarattığı etkiler olduğunu fark ettim. Şunu daha iyi anladım ki 2012’nin başında ben çoğu konuda bir çocukmuşum. Deneyimsiz, ürkek, sorumluluk almaya korkan, düşüncesiz, vb.
Mesela şubatta katıldığım ‘Kim Milyoner Olmak İster?’ yarışması unutuldu gitti. Sorular, cevaplar, o heyecan, insanların geri dönüşleri geçmişte kaldı. Lakin oraya çıkabilmenin verdiği güven, kendimi benimseyebilme adına atılmış adım, bir varlık olarak birkaç bin kişinin gözünün üzerinde olmasının verdiği bilinç baki kalacak.
Lakin beni tanımayanların tahmin edemeyeceği üzere bu yarışma macerası, yarışma sonrasında yaşadıklarımın ve onların ruhumda yankılarının yanında pek bir şey ifade etmiyor. Bu yıl içinde bana başka hiçbir şeyin öğretemeyeceği kadar çok şey öğreten iki ilişki yaşadım. İyisiyle kötüsüyle ikisi de sonlandı ama ikisinin de ruhumda açtığı yaralar, biliyorum ki, ömür boyu kapanmayacak. Genel kanının aksine bu yaralardan ötürü müteşekkirim. İyi ki açıldılar ki, iyi ki kanadılar ki ve kanamaya devam edecekler ki bana kendimi öğrettiler. İnsanın, en başta kendisini tanımadığını bu yıl çok acı bir şekilde öğrendim. An itibariyle de bu öğrenme süreci sonlanmış değil. Belki de bir ömür boyu devam edecek. Önemli olan, geç kalınmış da olsa, buna başlayabilmek. Daha fazlasını oku…
2011’in En İyi Filmleri
Hadi 2011’de izlediğim filmlere göz atalım. Yılı değerlendirirken, iyileri hatırlayalım. Önce bir ‘İlk 10’ listesi yapalım, aonraki yazıda da listeye giremeyip adından bahsetmeye değer olanları sıralayacağız:
Daha fazlasını oku…
2010’un Özeti
2010 da bitti. Yıl sonlarında liste yapmak modadır. Kimi öyle olduğu için yapar. Kimiyse fırsat bu fırsat diye, yılı şöyle bir gözden geçirir. Ne olmuş, ne bitmiş, bir muhasebe yapalım diye. İkinci şıkkı yapacağım ben de. Bakalım, 2010 da neler olmuş:
2008’in Ardından
2008’e Şile’de bir pansiyonda arkadaşlarımla birlikte ama hasta olarak girmiştim. İlginçtir, 2008 de girdiğim şekilde devam etti. Sevdiklerim hep yanımdaydı lakin bir hastalık hali hep devam etti (fiziksel olarak belli olmasa da).
2008’in benim için en önemli olayı, doğal olarak mezuniyetimdi. 17 yıllık okul hayatımı, en azından şimdilik, nihayete erdirdim. Bu, büyük bir onur ve mutluluktu kendi adıma. Artık kütüphanemde bir İTÜ diploması var. Ayrıca dekanlığın bana verdiği özel ödül de gurur kaynağımdı. Yine yaklaşık 4 ay boyunca bifiil organizasyonunda görev aldığım mezuniyet balosu unutulmayacak bir geceydi.
Diğer yandan mezuniyet ardından işsiz kalmam ve bunun yol açtığı sorunlar ciddi bir hayal kırıklığıydı. Ağustostan kasıma ruh halinde gezmem bunun en önemli sonucuydu. Hala daha bu sıkıntıdan kurtulabilmiş değilim lakin ruh şeklinde dolanmıyorum etrafta.
Diğer yandan kendi açımdan yılın önemli olayları şunlardı: Gökova Körfezi’nde çıktığım tekne turu ve akabinde Türk denizlerine aşık olmam. İki akraba düğününe katılmam ve düğünlerden iyice nefret etmem (ki biri balomun olduğu kulüpte, diğeri de Muğla’daydı). Kendi içime daha çok dönmem ve gelecek açısından birtakım önemli kararlar almam.
Dünya’ya bakarsak, bana göre, yılın olayı Obama’nın başkan seçilmesi ve AKP’nin yolsuzluklarının ortaya çıkmasıydı. İlerleyen yıllarda bu iki olay çok önemli sonuçlar doğuracak. Ayrıca 2020 yılına kadar 3. Dünya Savaşı’nın çıkacağı kesinleşti. Ekonomik kriz tabii ki çok önemliydi lakin bu küresel gerçek sadece bir politik hamledir, asıl sebepleri ve sonuçları daha ortaya çıkmamıştır.
Olimpiyatlar ve Avrupa Şampiyonası hem heyecanlıydı hem de hayal kırıklığıydı. İzlemesi uzun yıllar unutulamayacak iki spor olayıydı. Usain Bolt ve Michael Phelps’in sprintleri ile Türk milli takımının son dakika golleri nefes kesiciydi. Şahsen Hırvatistan maçını Nevizade’de izlememi ve ardından İstiklal’de oluşan coşkuyu hayatım boyunca unutamayacağım. Ama iki etkinlik de sporun değil paranın gücünü kanıtladı bana göre ve gelecek adına çok büyük bir negatif göstergeydi.
Sanat açısından güzel bir yıldı. Çünkü o kadar negatif olay/durum meydana geldi ki bunların antitezleri sanat ürünleri olarak ortaya çıkmaya başladı. 2009’dan da bu bakımdan umutluyum. Sinemada bir sürü iyi film izledim. Yorum yapmadan ilk 10 listemi yazacağım sadece: 1) Issız Adam (Çağan Irmak) 2) The Dark Knight (Christopher Nolan) 3) Sonbahar (Özcan Alper) 4) Du, Levande (Roy Andersen) 5) Slumdog Millionaire (Danny Boyle) 6) The Nines (John August) 7) Revolutionary Road (Sam Mendes) 8) In Bruges (Martin McDonagh) 9) My Bluebarry Nights (Wong Kar Kwai) 10) The Curious Case of Benjamin Button (David Fincher)
Müzik açısından zaten 2000’ler çok kısır. O açıdan 2008 sevindiriciydi. Yüksek Sadakat’in 2. albümü benim beklediğimden de iyiydi. ‘Babamın Evinde’ ve ‘İçimde Yağmur’ şimdiden favori rock parçalarımın arasına girdi. Pinhani’nin 2. albümü ise beklediğimin altındaydı. Yine de bana ‘Ne Güzel Güldün’ü armağan ettiler. Hamit Ündaş ve Jülide Özçelik’in albümleri çok sıra dışıydı, uzun yıllar dinleyeceğim. Issız Adam ve Across the Universe’ün soundtrack albümleri beni aylarca meşgul etti ve önümüzdeki yıllarda da sıkça dinleyeceğim albümlerden olacaklar. Ayrıca geçtiğimiz yıllarda çıkıp yeni veya yeniden keşfettiğim Best of Bond, Müfide İnselel’in tek albümü, Pink Martini’nin ‘Hey Eugene’i sıkça dinlediklerimdi.
Sanatın diğer dalları yine kısırdı benim açımdan. Kitap olarak Bir Levanten Şövalye ve The Amber Spyglass (Sene başında daha Türkçe’ye çevrilmediğinden İngilizce okudum.) güzeldi. Az gittiğim tiyatroda beni heyecanlandıran bir oyun olmadı. İlk defa bir müzikale gittim (Rent) ve çok eğlendim. Diğer dallarla öylesine gittiğim Dali sergisi hariç alakam olmadı zaten.
İşte 2008 böyle bir yıldı. Hayatıma ve dünyaya neler getireceğini ise ancak ilerleyen yıllarda göreceğiz.


Son Yorumlar