Arşiv
Belgeselin Önlenemez Yükselişi: Brüno, The Hurt Locker ve District 9
Sinema tıkandı, yaratıcılığını yitirdi filan deniyor son yıllarda. Kanıt olarak da gittikçe çoğalan yeniden çevrimler, devam filmleri, uyarlamalar gösteriliyor. Evet, belki bu açıdan doğru gibi gözüküyor. Lakin sonuçta bir sanattan bahsettiğimizi unutmamalıyız. Ne olursa olsun özgün fikirler ve eserler üretilmeye devam edilecektir. Azalsa da örneklerini görebiliyoruz nitekim. Belki bir akım oluşturacak kadar belirli kurallara dahil değiller lakin birbirine benzer oluşumlar da üretiliyor.
21. yüzyıl insanlara yeni alışkanlıklarla beraber geldi. Mesela belgesel izleme oranının artışı. Herkesin eline düşen kameralar, cep telefonları ile çekim oranının artışı bir yana insanlığın realiteye duyduğu açlığın artışı da aşikâr. Neredeyse yalandan oluşan bir dünyada yaşayan insanoğlu, normalde göremediğini ekranda görmeyi istiyor nedense. Son 10 yıldır gişe rekorları kıran ve popülerleşen kimi belgeseller bunun açık kanıtı. Aklıma ilk gelen Fahrenheit 9/11 mesela. Türkiye’de bile Mustafa gibi sansasyon yaratan belgeseller gişe rekorlarını zorluyor.
Tabii bir de bunun kurmaca sinemaya etkisi mevcut. Artık büyük stüdyo filmlerinde bile elde sallanan kameralara alışmış durumdayız. Çünkü filmlere gerçekçilik hissi vererek seyircilerin daha fazla heyecanlanması amaçlanıyor. Kimi filmler de direkt belgesel tekniğini ödünç alıyor. Tabii bunu çeşitli türlere adapte ediyorlar. Mesela ilk önceleri şaka gibi gelen The Blair Witch Project bugün bu konuda bir milat oluşturmuş durumda. Sanki bir korku kültü üzerine çekilen bir belgeselmişçesine pazarlanan film, hala sinema tarihinde yüzdesel oranda en çok kara geçen film ünvanına sahip.
Sacha Baron Cohen belgeselvari komedi alanında kendi tarzını oturttu mesela. Borat başlı başına bir başarıydı. Çoğu kişi filmi yanlış anlasa da Cohen, harika bir komedi stili yaratmıştı. Son filmi Brüno ile de moda ve magazin toplumunu çok ince taşlıyor. Bunun yanında Amerikan halkının ne kadar tutucu ve bağnaz olduğunu açıkça gösteriyor.
Diğer yandan aksiyona bile belgeseli yediriyorlar artık. Türkiye’de ne zaman gösterime gireceğini bilmediğim The Hurt Locker belgesel havasına sahip bir savaş filmi mesela. Irak’ta çalışan bomba imha uzmanlarının hayatlarını belgeseli aratmayacak sadelikte ve dinginlikte anlatıyor. Ana cümlesi olan “Savaş bir uyuşturucudur, bir kere girdin mi hep canın çeker.”i bu format yoluyla o kadar mükemmeliyete yakın bir halde aktarıyor ki savaş filmlerine yeni bir soluk getiriyor. Bu filmi kışın ödül törenlerinde duyarsanız şaşırmayın derim.
Aynı şekilde District 9 ise tüm formatını belgesele dayayarak bilim kurgu türünde bir ilki yaşatıyor bize. Film, baştan sona kadar filmdeki karakterlerin ve onların yakınlarının röportajlarından oluşuyor. Aralarda da televizyon, güvenlik kamerası görüntüleri ile olaya vakıf oluyoruz. Johannessburg’a inen bir uzay gemisinden boşalan karidese benzeyen uzaylıların hayatlarını izliyoruz. Güney Afrika Hükümeti’nce bir varoş mahallesi tesis edilen uzaylı komününün başka bir bölgeye taşınmak istenmesi sonucu çıkan olaylarla başlıyor belgesel (yani film). Evlere baskın sırasında bir hükümet görevlisinin bir sıvıya maruz kalması sonucu yarı uzaylılaşması ve bunun getirdiği olaylar dizisi belgeselin ana konusunu oluşturuyor.
District 9, bu format sayesinde hem tempoyu her zaman yüksek tutarken hem de ırkçılık, varoş kültürü, varoşların sorunları ve hükümetin bunlara bakış açısı gibi oldukça gerçek konuları masaya yatırıyor. Ayrıca bilgisayar oyunlarında gördüğümüz sahnelerle (Half-Life 2 ile Quake’e ciddi atıflar bulunuyor) farklı bir boyuta da giriyor. Apayrı bir yazı oluşturacak kadar birçok konuya atfını belgesel yapısı sayesinde yumuşatıp kolayca sindirilmesini sağlıyor.
İlerleyen yıllarda kim bilir hangi türleri belgesel formatına harmanlanmış olarak izleyeceğiz. Persepolis ve Vals im Bashir ile animasyonun da belgesele hizmet verdiğini düşünürsek oldukça farklı filmlerin bizleri beklediğini rahatlıkla iddia edebiliriz.
Inglorious Basterds
Işıklar karalıyor ve bir ışık huzmesi beyaz perdeye düşmeye başlıyor. Universal’in logosunu görüyoruz lakin bu, trampetler eşliğinde dönen bir dünya değil. 50 yıl öncesinin sade dünya resimli logosu. Tarantino daha ilk kareden sıradan bir film izlemeyeceğimizin sinyalini veriyor.
Hemen ardından kadrodaki isimler, teker teker perdeye yansıyor. Bu jenerik stili de günümüze ait değil. Westernlerde ve sonraları spaghetti westernlerde sıklıkla kullanılan bir stildir kullanılan. Zaten Tarantino’nun “Ben 2. Dünya Savaşı filmi değil, 2. Dünya Savaşı’nda geçen bir spaghetti western çektim.” sözü de buna uyuyor zaten.
Daha fazlasını oku…
Melissa Leo & Anne Hathaway
Bugün itibariyle yabancı, belgesel ve kısa filmler hariç tüm Oscar adaylarını bitirmiş bulunuyorum. Ha, bu marifet mi? Değil! Lakin her ocak-şubat sezonunda hoş bir zaman dilimi oluyor benim adıma. Törenden önce her adayı izlemiş olmak bana heyecan veriyor, her ne kadar saçma olsa da.
Son olarak ‘En İyi Kadın Oyuncu’ kategorisinin iki adayını izledim. Şunu söylemeliyim bu yılki en çetin savaş bu kategoride olacak, hatta oluyor! Aday olmayan bile sürüyle iyi performans vardı. Wendy and Lucy’de Michelle Williams ile Revolutionary Road’da Kate Winslet ilk aklıma gelenler. Biraz düşünsem daha da çıkar.
Daha fazlasını oku…
Kısa Kısa Film Yorumları
Bu aralar pek hafif takılıyorum. Hiç klasik film izlemiyorum, izlediğimdeyse hafif olmasına dikkat ediyorum. Sebebini anlamıyorum ama ruh halim o şekilde. O yüzden aşağıda sıralayacağım filmler hiçbir sıralamaya tabii değildir. Öylesine seyredilmişlerdir.
2008 !f Film Festivali’nde keşfettiğim en önemli isim İsveçli usta Roy Andersson’dur. Ne zamandır onun esas başyapıtı Sanger fran Andra Vaningen (Songs from the Second Floor)’u arıyordum. Yaklaşık 10 gün öncü hele şükür buldum ve hemen izledim. Ama Du, Lavende’den sonra kesmedi. Halbuki sabit kamera fikrini ilk bu filmde denemişti. (Film, tümüyle birbiriyle teğet geçen küçük skeçlerden oluşuyor. Kamera ise (tek sahne hariç) hiç oynamadan tek planda skeci çekiyor.) Filmin sinema tarihinde özel bir yeri olduğu çok açık. Alternatif sinema arayanlar kafayı yiyebilir. (Fikir çok özgün ve harika, hayran olmamak imkansız!)
Oyuncular: Lars Nordh, Stefan Larsson, Bengt C. W. Carlsson, Torbjörn Fahlström, Sten Andersson, Rolando Nunez, Lucio Vucino, Per Jörnelius, Peter Roth – Görüntü Yönetmeni: Istvan Borbas, Jesper Klevenas, Robert Komarek – Müzik: Benny Andersson – Yazan ve Yöneten: Roy Andersson – ***1/2
Daha fazlasını oku…
Şüphe Hakkında Şüpheler (Doubt)
Şüphe, şüphe duymak, şüphelenmek! Hepimizin hissettiği bir duygu, hatta bir içgüdü. Bazen durup dururken içimize bir kuruntu düşer, meraklanırız. “Acaba?” dorusu içimizi kemirip durur.
Doğal bir his değil mi şüphe? Oysa dünyanın iki önemli kurumu, bu duygu adına saptamalarda bulunmuş. Diğer bir deyişle duygunun doğallığına karışmış, onu doğallıktan çıkarmış, kontrol altına alınmasını istemiş.
Daha fazlasını oku…
Il y a Longtemps que je T’aime (I’ve Loved You So Long)
Bir filmi izlemeden önce minimum bilgi almak isterim. Yönetmeni ve ekibi bana yeter. Varsa adaylıkları ve ödüllerini de göz önüne alırım. Belki konuyu okurum ama hemen aklımdan silmeye çalışırım, eğer izleyeceksem. Hele fragmanını hiç izlemek istemem. Zaten izlemeyi düşündüğüm filmin eleştirisini asla okumam.
Çünkü film zaten sana derdini kendi başına anlatabilmelidir. Anlatamıyorsa sorun vardır zaten. Anlatıyorsa da bunu önceden bilmek filmden alacağın zevki bozabilir.
Daha fazlasını oku…
Defiance
İnsanlık öyle bir hale geldi ki herkesin eksiklerine bakıyoruz direkt. “Bu adam beni satar mı?”, “Yalan mıdır?”, vs. Tabii tüm hayatımız da buna göre gelişiyor artık. Bir hikaye dinliyorsun mesaj alacağın yerde, neresinde hata vardı diyorsun. Hele adı dokuza çıkmış biri bunu anlattı mı, namı inmiyor sekize. Tüm çocuklara anlatılan yalancı çoban meseli misali.
Daha fazlasını oku…
Oscarlıklar 2009
Her ocak ayında olduğu gibi ödül sezonuna girdik. Önümüzdeki günlerde Altın Küre kazananları açıklanacak, hemen ardından Bafta ve Oscar adayları ilan edilecek. Muhtemel adaylar da DVD-screen (filmlerin ödül komitelerine gönderilen DVDlerinin kopyaları) olarak internete düşmeye başladı. 2-3 aday hariç çoğunu izlemeyi başardım. Hala izlemediğim, 1-2 adaylık filmler de var listemde, Che gibi.
Hepsini sırayla izleyince teker teker yazı yazmak zor geliyor. O yüzden tek vuruşta yazmak istedim. Aslında hepsine ayrı birer makale gerek, hepsi de kaliteli filmler sonuçta.
Daha fazlasını oku…
Revolutionary Road
10 yıl sonra Sam Mendes yine Amerikan banliyösüne dalıyor. Banliyönün sahteliğini, dışarıdan göründüğü kadar masum olmadığını anlatmaya çalışıyor. Bazı insanlar için bu hayat tarzının dayanılamayacak bir zulüm olduğunu altını çiziyor.
American Beauty’yi yaptığında banliyö konusu çok bakirdi. Hemen öncesinde çekilen bağımsız Happiness hariç, banliyö film dünyasında mükemmeliyet ve huzurun simgesiydi. American Beauty dışarıdan mükemmel görünen Amerikan ailelerinin içine soktu bizi. Hiçbir şey göründüğü gibi değildi. Herkesin başka bir ideali vardı ama kendilerine yüklenen görevleri yaparak mutsuz oluyorlardı. Bu sahte dünyayı yok etmek içinse bazen bir kıvılcım bile yeterli oluyordu. Hemen sonrasında birkaç film ve dizi daha konuyu ele aldı. Lakin gayet bıçak sırtı bir konu olduğundan başarılı olanlar azınlıkta kaldı. Todd Fields bu tarzda Mendes gibi öne çıktı. In the Bedroom ve Little Children ile banliyö yaşamını yorumladı. İşte 10 yıllık bir aranın ardından Mendes de konuya geri döndü.
Wheeler çifti dışarıdan bakıldığında kusursuzdur: Bahçeli büyük bir ev, iki sağlıklı çocuk, satış yapan baba ile amatör oyuncu anne. Lakin bir şeyler terstir. Bu yüzden anne, April ailece Paris’e taşınıp yeni bir hayata başlamayı önerir baba, Frank’e. Frank de nefret ettiği işinden kurtulma düşüncesiyle fikri kabul eder. Böylece Wheeler çifti hazırlıklara başlar, bu sıkıcı banliyö hayatından kurtulacaklardır. Ama öngörülmeyen iki olay çiftin önüne çıkar: Frank’in terfisi ve April’in hamileliği.
Mendes yine dinamikleri çok ustaca kuruyor. Yavaş yavaş artan iç gerilimleri finalde tavana çıkartıyor. En güzeli de bunu yaparken yan karakterleri çok zekice kullanması. Yan komşular, emlakçı kadın ve deli (!) oğlu, Frank’in iş arkadaşları çok önemli görevler üstleniyorlar. Tabii performanslar da göz kamaştırıcı. Kate Winslet ile Leonardo DiCaprio Wheeler çiftinde döktürüyorlar resmen. Onlara Michael Shannon, Kathy Bates, Zoe Kazan ile David Harbour hiç ezilmeyecek şekilde eşlik ediyorlar. Ayrıca Deakins’in kamerası ile Newman’ın müziği öne çıkan öğelerden.
Son 1 yılda üzerine bayağıdır düşündüğümden olacak, aile kurumunun sahteliği üzerine yapılan bu kaliteli eser beni çok etkiledi. Dışarıdan bakıldığında tekdüze, yavaş ve American Beauty’nin farklı bir kopyası gibi gözükebilir ama sizi temin edebilirim ki bambaşka duygularla salondan ayrılacaksınız. Hele son 30 dakikanın dakik kurgusuna hasta olacaksınız.
Oyuncular: Leonardo DiCaprio, Kate Winslet, Kathy Bates, David Harbour, Kathryn Hahn, Zoe Kazan, Michael Shannon, Dylan Baker – Görüntü Yönetmeni: Roger Deakins – Müzik: Thomas Newman – Senaryo: Justin Haythe (Richard Yates’in romanından) – Yönetmen: Sam Mendes
Son 4 Günün Dökümü
Geçen cuma Altın Küre adayları açıklandı. Böylece Oscar yarışı da resmen başladı. Nitekim hemen ardından Oscar gecesini Hugh Jackman’in sunacağı açıklandı. Ödüle oynayan filmler de bir taraftan ABD’de gösterime girerken diğer taraftan çeşitli kuruluşların listelerine girmeye çalışıyorlar. Pek tabii ki bazı filmler internete sızıyor. Bu sızanlar da kalitelerine göre benim bilgisayarıma iniyor. Bunlarla beraber yeni vizyona girenler de süzgeçten geçiyor.
Ne zamandır merak ettiğim yeni Kevin Smith filmini sonunda izleyebildim. Smith yine çok özgün bir fikirle işe koyulmuş. Filmin başlarında gayet güzel malzeme sağlıyor. Sonlara doğru romantizm işin içine girince hem orijinallik gidiyor hem de tempo düşüyor. Yine de Zack and Miri Make a Porno keyifle izlenilecek bir film, diğer Smith filmlerinde olduğu gibi. Filmin ülkemizde gösterime girme ihtimali bence sıfır.
Gani Müjde’nin son filmi Osmanlı Cumhuriyeti tam bir fiyasko. Fikir güzel ama uygulama berbat. Tek elle tutulan yeri Ata Demirer’in oyunculuğu. Hele ketçaplı bir katliam sahnesi var ki filmin 2008 yapımı olduğuna inanamıyorsunuz.
Bu yıl ödüllerde adını sıklıkla duyacağımız Frost/Nixon, memur yönetmen Ron Howard’ın çektiği biyografik bir filmi. Howard, takip edenlerin bildiği üzere, her biyografik filmiyle Oscar’a oynamaya çalışır. Ama o kadar temiz çeker ki filmlerini, izlerken çok kaliteli zannedersiniz. Halbuki film sadece izlenebilirliği olan bir eğlencelikten ibarettir. Frost/Nixon da tam anlamıyla böyle bir film. İzlerken çok keyifli ama film bitince patlayıp yok oluyor. Aklımda iki şık oyunculuğu kaldı sadece.
Fernando Meirelles takip edilmesi gereken bir yönetmen hüviyetini devam ettiriyor. Le Carre uyarlamasından sonra bu sefer de Nobel ödüllü yazar Saramago’nun Blindness adlı romanını uyarlamış. İlk göze çarpan yoğun stil kullanımı. Nüfusun çoğunluğunun kör olduğu bir dünyada körlüğü stille vermeye çalışmış. Biraz kasvetli kaçsa da başarılı oluyor. Ama en önemlisi atmosferi çok iyi kullanıyor Meirelles. Oyuncuların yardımıyla da izlenilmesi gereken bir eser daha çıkartıyor.
Ünlü senarist David Koepp’in yönettiği Ghost Town keyifli bir seyirlik. The Sixth Sense’in ana fikrini romantik-komedi unsuruna eviren Koepp, sıkmamayı başarıyor. Ama ne yazık ki konusu fazla serbest takılmaya imkan vermiyor. Hal böyle olunca hayalet görme olayını romantizme girme aracı olarak kullanmaktan öte bir yenilik sağlayamıyor.
Zack and Miri Make a Porno
Oyuncular: Seth Rogen, Elizabeth Banks, Jason Mewes, Jeff Anderson, Ricky Mabe, Katie Morgan, Craig Robinson, Traci Lords – Görüntü Yönetmeni: David Klein – Müzik: James L. Venable – Yazan ve Yöneten : Kevin Smith – ***
Osmanlı Cumhuriyeti
Oyuncular: Ata Demirer, Vildan Atasever, Sümer Tilmaç, Ruhsar Öcal, Kerem Kupacı – Görüntü Yönetmeni: Uğur İçbak – Senaryo: Gani Müjde, Fatih Solmaz, Gökhan Karagülle – Yönetmen: Gani Müjde – *1/2
Frost/Nixon
Oyuncular: Michael Sheen, Frank Langella, Matthew Macfadyen, Kevin Bacon, Oliver Platt, Sam Rockwell, Rebecca Hall – Görüntü Yönetmeni: Salvatore Totino – Müzik: Hans Zimmer – Senaryo: Peter Morgan (kendi oyunundan) – Yönetmen: Ron Howard – ***1/2
Körlük (Blindness)
Oyuncular: Julianne Moore, Mark Ruffalo, Alice Braga, Yusuke Iseya, Yoshino Kimura, Maury Chaykin, Danny Glover, Gael Garcia Bernal – Görüntü Yönetmeni: Cesar Charlone – Müzik: Marco Antonio Guimaraes – Senaryo: Don McKellar (Jose Saramago’nun ‘Ensaio Sobre a Cegueira’ adlı romanından) – Yönetmen: Fernando Meirelles – ***1/2
Ghost Town
Oyuncular: Ricky Gervais, Tea Leoni, Greg Kinnear, Bill Campbell, Aasif Mandvi – Görüntü Yönetmeni: Fred Murphy – Müzik: Geoff Zanelli – Senaryo: David Koepp, John Kamps – Yönetmen: David Koepp – ***
Son Yorumlar