Arşiv

Archive for the ‘hayat’ Category

Kişisel Hayatın Sınırı

03/04/2010 2 yorum

Yine yzmayalı uzun zaman oldu! Bu arada ufak çaplı bir ruhsal çöküntü yaşayıp karamsarlığın diplerine vurdum. Sonuç olarak Facebook hesabımı belirsiz bir süreliğine kapadım. Ara sıra canım çekse de çok özlemediğimi fark ettim. Bir tür bağımlılık gibiydi artık. Hayatımda bir olay olunca bunu durum çubuğuna (status) nasıl yazarım diye aklımdan geçiriyordum. Hayatı bir şekilde alenileştirmek gibi ama bayağılaştırmak daha iyi ifade ediyor galiba.

House, M.D.’nin yayınlanan son bölümünde hastamız iflah olmaz bir blog yazarıydı mesela. Hayatındaki her adımı bloguna yazan, gelen yorumlara göre de yapacaklarına yön veren bir blogger. Tabii tipik bir Amerikan dizisinden bekleyeceğimiz gibi muhafazarkar bir mesajla sonlandı bölüm: Hayatın gizliliğinin kutsallığı ve aile kurumunun yüceltilmesi. Lakin yine de bazı sorular kafanızı kurcalıyor. En azından benim kafamı kurcalıyor.

Kişisel hayatın gizliliği ve buna verdiğimiz değerin sınırı nereye kadar? Kişisel özellikler yada kişisel bir olay hakkında yapılacak bir şakanın sınırı nedir? Hayatın kutsallığının kapsamı nedir?

Bakın, 21. yüzyıldaki Big Brother geyiklerine hiç girmeyeceğim. Oldukça eminim ki birileri hangi sayfaya girdiğimi biliyor, kiminle ne konuştuğumu dinliyor, alışverişlerimin dökümünü tutuyor. Bunlardan bahsetmeyeceğim. Benim derdim daha mikro seviyede, günlük ilişkiler dahilinde.

Bu blogun amacını hep zikrediyorum: Kendimi daha iyi anlatabilmek, maskelerden bir yazı olsun kurtulabilmek. Herkesin ikiyüzlü davrandığı yada davranmak zorunda olduğu bu zamanda her şeyi özgürce yazabilmek. Ama o özgürlük de nereye kadar? İşte zurnanın zırt dediği yer.

Mesela bu blogta tuvalette şu kadar oturdum diye yazmam. Neden? Ayıp diye bir şey var. Yada sevgilimle (ki yok) yaptığım bir kavganın detaylarını yazmam. Çünkü özel hayattır. İş yaşamımla ilgili detaya giremem. İş etiğine aykırıdır. Bir arkadaşımla ilgili negatif düşüncelerimi açıkça yazamam. Sonra tepenize çullanır.

Peki ne yazacağım? Hayatım bu yazdıklarım da kapsamıyor mu? Değişmekle beraber bu öğeler hayatınızda ciddi bir yer işgal etmiyor mu? Hayatınız hep pozitif mi? Affedersiniz ama Polyanna mısınız?

Evet, bazı özel şeyler özeldir; öyle olması ve kalması da gerekir. Ama her şey de değildir. Bazı şeylerin paylaşılması gerekir ki üzerinizdeki yük hafiflesin veya paylaşmanın da mutluğunu yaşayın. Bu blogun amacı da bu mutluluktan ibarettir. Paylaşmaktan, fikir almaktan, yeri geldiğinde üzerinden tartışmaktan duyduğum hazın bir sonucudur bu blog.

O yüzden verilen her tepki, yapılan her yorum hoşuma gider. Tabii burada da bir ikilem ortaya çıkıyor. Ben buraya kısmen de olsa hayatımı yazarken bunu okuyan kişi ne düşünüyor? Çeşitli olasılıklar var:

Bir, ciddiye alabilir, tepkisini bu yönde verir. Kişisel tercihim budur. Sonuçta ben burada komedi blogu yazmıyorum, hayali olaylar hakkında yazmıyorum ve elimden geldiğince belli bir düzeyde yazıyorum.

İki, dalga geçebilir. Mutlaka vardır. “Bu salak ne saçmalamış?” diyebilir. Kendi kararıdır, bana bulaşmasın yeter.

Üç ve bence en kötüsü, tanıdıklardan biri merakla okur, sonra da farklı bir ortamda negatif bir yorumla önününüze getirir. Siz yazıyı beğenmeyebilirsiniz. Normaldir. Yazının altında yorum seçeneği vardır, yazarsınız, tartışırız efendi bir şekilde. Ama bambaşka bir ortamda bunu yaparsanız şartlar değişir. O ortamda o yazıyı okumayanlar vardır, hatta bilmeyenler vardır. Resmen yargısız infazdır bu! Sakın!

O yüzden uzunca süredir blogumu tanıtmıyorum. Blog okumak isteyenler, bulup okuyor zaten. Onlar bana yeter. Beni gerçekten tanımak isteyenler, okumaktan zevk alanlar okusun. Burası bir ego arenası da değil. Şu kadar okuyucum var diye de övünmem. (Bir ara öyle bir derdim vardı artık hiç yok.) Temiz bir iş yapmak istiyorum. Bir iz bırakmak istiyorum, minnacık da olsa. O yüzden de bu bloga saygı istiyorum, ötesi yalan.

Şimdi yazının başında ne yazmıştık: Kişisel hayata saygının sınır nedir? Sorum bu yazıyı okuyan herkese. Kendi cevabımı da hafta içi yazacağım.

Kategoriler:blog, hayat

‘The One’ın Türkçesi!

29/10/2009 1 yorum

İngilizce’de ‘the one’ tabiri var ya. Hani ‘hayatında aşık olabileceğin tek kişi’ anlamındaki. İşte o tabir, Türkçe’de yok. Sanırım Türkler kavrama alışkın değil!

Aslında geçmişe bakınca mantıklı da geliyor. Düşünsenize, hayatını sadece çocuklarının annesi sıfatı için evlendiği kadınla bilumum metresleri arasında geçiren Türk erkeği. Diğer tarafta da, mahallenin koca karısının bulduğu ilk erkekle evlenen Türk kızı. Zaten ortada aşk diye bir şey yok ki! Nerede ‘the one’ kelimesine ihtiyaç duyulacak?

Hal böyleyken, bizim neslimiz de aynı hastalıktan mustarip hayatını mahvediyor. Hastalığın tanımı şu: Her heyecanı aşk zannetmek. Ama duyduğunuz her duygu aşk değil ne yazık ki! Zaten öyle olsaydı, aşk bakkalda da satılırdı. Hiç unutmuyorum, bir arkadaşım günde 5 kere aşık olduğunu savunuyordu. Yüzüne salak gibi bakmıştım. Meğerse okul-yurt arasında otobüste gördüğü her kıza aşık olduğunu sanıyormuş!
Daha fazlasını oku…

Kategoriler:aşk, felsefe, fikir, hayat

Mad World’ün Alternatif Çevirisi

All around me are familiar faces
Çevremizde her gün tanıdık bir sürü yüz görüyoruz. Kimi gerçekten tanıdığımız, kimi de sadece benzeyen. Çevremiz bu kadar kalabalık olsa da yalnızız yine de.

Worn out places, worn out faces
Çünkü çevremiz o kadar dejenere olmuş ki! Gittikçe güzelliğini kaybeden, anlamını yitiren mekanlar. Daha da önemlisi maskeler kuşanmış binlerce insan, artık yüzleri bile tanınmayan.

Bright and early for their daily races
Hepsi de basit oyunlar etrafında dönüyor. Her gün tekrarlanan, sahte numaralar lakin herkesin katıldığı.

Going nowhere, going nowhere
Hepsinin ödülü de aynı: Hiçbir şey. Belki de sadece yeni oyunlara katılma hakkı veriyor, yine sonucu bulunmayan.

Their tears are filling up their glasses
Tabii bu manasız yarışları kaybedenler de var. Ödülleri de gözyaşı. Ama bu yaşlar dışarıya akamıyor, kişinin içinde birikiyor.

No expression, no expression
Çünkü hala dışarıyı düşünüyorlar. Utandırmak istemiyor kendini, o yüzden de yüzü ifadesiz. Ama bilmiyor ki zararı yine kendine.

Hide my head I want to drown my sorrow
İçine attıkça da insan, gömüyor başını, tavuskuşu misali. Acısını kendi çekmek istiyor.

No tomorrow, no tomorrow
Sonuçta ne kazanan, ne de kaybeden yarına ulaşamıyor. Edindiği şey, yine bugün.

And I find it kind of funny
Bense tüm bunları biraz komik buluyorum. Bazen onları izleyip dalgamı geçiyorum.

I find it kind of sad
Bazen de çok üzülüyorum. Yüreğim burkuluyor, çünkü ben de içindeyim.

The dreams in which I’m dying
Öyle bir hale geldik ki artık en iyi rüyalarımız…

Are the best I’ve ever had
içinde öldüklerimiz. Çünkü bu düzenden tek çıkış yolu var.

I find it hard to tell you
Söylemesi çok zor, inanın.

I find it hard to take
Kabullenilmesi belki de daha zor.

When people run in circles
İnsanlar bu düzenin içinde sonu olmayan daireler çiziyorlar. Hiçbir getirisi olmayan!

It’s a very, very
Mad World
Mad world

Bu dünya çok ama çok çıldırmış. Yörüngesinden tamamen sapmış!

Children waiting for the day they feel good
Her çocuk o günü bekler. Hediyelerin alındığı, pastaların yendiği, oyunlarda kazananın o olduğu.

Happy Birthday, Happy Birthday
Nice yıllara doğum günü çocuğu! Ama hakkın sadece 1 gün, ya kalan günler?

And I feel the way that every child should
Her çocuğa bunlar anlatılır, ders olsun diye. Oysa ki çocuğa yalanı dolanı öğretiriz böylece.

Sit and listen, sit and listen
Oturup dinler her biri ama korunmayı öğreneceğine düzeni öğrenir.

Went to school and I was very nervous
Okula ilk başladığımda çok huzursuzdum. Evin huzurlu ortamından ilk adımdır.

No one knew me, no one knew me
Kimse seni tanımaz, sen de kimseyi. Herkes temizdir (olacağı kadar).

Hello teacher tell me what’s my lesson
Buyurun hocam, bana dersimi öğretin. Bana düzeni öğretin.

Look right through me, look right through me
İçime bakarak yargıla beni. Ne olacağımı söyle. Sisteme nerden dahil olacağımı.

And I find it kind of funny
Hala bunları komik buluyorum.

I find it kind of sad
Biraz da buruk. Ama elden ne gelir ki?

The dreams in which I’m dying
Hala içinde öldüğüm rüyalar en keyif aldıklarım.

Are the best I’ve ever had

Belki de en iyileri hakikaten.

I find it hard to tell you
Bunu söylemek zor gelse de bu böyle.

I find it hard to take
Anlaması farklı olsa da

When people run in circles
İnsanlar bu döngüde döndükçe dönüyor, fark etmeseler de.

It’s a very, very
Mad World
Mad World
Enlarging your world
Mad World.

İşte bu yüzden bu dünya çok çılgın! Gittikçe de genişleyen bir halde üstelik.

Şarkı: Mad World – Gary Jules

Kategoriler:hayat, yorum, şarkı

İkilemler Denizinde Yol Almak

“Hayat, seçeneklerden oluşan bir yoldur.” tanımına sahip bir felesefe vardır. Kader kavramı karşısında, insanların hür iradeleriyle eylemlerini seçtiğini ve hayatın bu seçtiğimiz kararlardan oluştuğunu ifade eder.

Şüpheyle yaklaştığım bir felsefe sistemidir kendileri ve aklıma genelde Mavi Sakal’dan ‘İki Yol’u getirir.
Daha fazlasını oku…

Kategoriler:felsefe, hayat

Kesişen Masallar

‘Bursa Anadolu Lisesi 2003 Mezunları Yıllığı’nda Mehmet Toktaş’a bakın ne yazmışım: “… Aslında şu anda bir masaldayız. Bu masal Haziran’da sona eriyor. Hayatın daha nice masallara gebe olduğu bilinmez. Ama şu gerçek var ki hepsi ders verir bize. Başka bir masalda görüşmek üzere…”

Sonraları bu masal kavramını çok benimsedim. Yani ‘hayatın kesişen masallardan ibaret olduğu’ gerçeğini. Herkesin hayatı bir masal aslında. Hatta klişe tabirle herkesin hayatı bir roman. Onun için de belki biyografi ve otobiyografi okumayı, insanların eski anılarını dinlemeyi pek severim.

Kimse toz pembe hayatlar yaşamıyor. En zenginin, en konforlu hayata sahip insanın bile nice dertleri vardır da kimse anlamaz. Mesela Bill Gates’in kızı kim bilir hangi dertten dolayı geceleri uyuyamıyordur. Volkan Konak’ın dediği gibi “Herkesin bir derdi var/Durur içerisinde.”

İşte dünyadaki 6 milyar insana (yada dünya nüfusu an itibariyle neyse o kadara) ait 6 milyar masal var. Ve her saniye o masallar birbiriyle temas ediyor. Kimi teğet geçiyor, kimi ucundan giriyor, kimisi de tam merkezinden geçiyor. Ama hiçbir zaman sabit kalmıyorlar bulundukları yerde. Girdikleri gibi çıkanlar da var, girdikten sonra o çember içinde uzun süre kalanlar da.

Yeni Türkü der ki “Ya dışındasındır çemberin/Ya da içinde yer alacaksın!/Kendin içindeyken/Kafan dışındaysa…” Tabii burada Murathan Mungan başka bir olguya gönderme yapıyor ama sonuç aynı yere çıkıyor. İnsan sosyal bir varlık ama herkes kendi çemberi içinde kendi masalını yaşar. Mutlaka başkalarının yaşamlarını etkilesek de, onların çemberlerinin içinde yer alsak da; sonuçta çemberler şahısların kendilerine aittir.

Bizim başka masallara müdahale etme hakkımız yoktur, sadece müdahil olabiliriz. İşte hayat bu gözle bakarsak daha sağlıklı olur. Böylece hem kişilerin haklarına saldırmamayı öğreniriz, hem de kendi haklarımızı koruyabiliriz.

Bırakın, kişiler kendi masallarını yaşasın ve isterlerse sizi de o masallara dahil etsinler. Siz de kendi masalınızı yaşayın. Unutmayın ki kitaplarda okuduğumuz masallardaki öğeler de birer metafordan ibarettir. Beyaz atlı prens de, kötü kalpli cadı da bizleriz aslında. Her öğeden bir tutama sahibiz ama kişiliğimizi belirleyen o tutamları ne kadar dışa vurduğumuzdur. Gerisi bir boşluktur! ‘Bursa Anadolu Lisesi 2003 Mezunları Yıllığı’nda Mehmet Toktaş’a bakın ne yazmışım: “… Aslında şu anda bir masaldayız. Bu masal Haziran’da sona eriyor. Hayatın daha nice masallara gebe olduğu bilinmez. Ama şu gerçek var ki hepsi ders verir bize. Başka bir masalda görüşmek üzere…”

Sonraları bu masal kavramını çok benimsedim. Yani ‘hayatın kesişen masallardan ibaret olduğu’ gerçeğini. Herkesin hayatı bir masal aslında. Hatta klişe tabirle herkesin hayatı bir roman. Onun için de belki biyografi ve otobiyografi okumayı, insanların eski anılarını dinlemeyi pek severim.

Kimse toz pembe hayatlar yaşamıyor. En zenginin, en konforlu hayata sahip insanın bile nice dertleri vardır da kimse anlamaz. Mesela Bill Gates’in kızı kim bilir hangi dertten dolayı geceleri uyuyamıyordur. Volkan Konak’ın dediği gibi “Herkesin bir derdi var/Durur içerisinde.”

İşte dünyadaki 6 milyar insana (yada dünya nüfusu an itibariyle neyse o kadara) ait 6 milyar masal var. Ve her saniye o masallar birbiriyle temas ediyor. Kimi teğet geçiyor, kimi ucundan giriyor, kimisi de tam merkezinden geçiyor. Ama hiçbir zaman sabit kalmıyorlar bulundukları yerde. Girdikleri gibi çıkanlar da var, girdikten sonra o çember içinde uzun süre kalanlar da.

Yeni Türkü der ki “Ya dışındasındır çemberin/Ya da içinde yer alacaksın!/Kendin içindeyken/Kafan dışındaysa…” Tabii burada Murathan Mungan başka bir olguya gönderme yapıyor ama sonuç aynı yere çıkıyor. İnsan sosyal bir varlık ama herkes kendi çemberi içinde kendi masalını yaşar. Mutlaka başkalarının yaşamlarını etkilesek de, onların çemberlerinin içinde yer alsak da; sonuçta çemberler şahısların kendilerine aittir.

Bizim başka masallara müdahale etme hakkımız yoktur, sadece müdahil olabiliriz. İşte hayat bu gözle bakarsak daha sağlıklı olur. Böylece hem kişilerin haklarına saldırmamayı öğreniriz, hem de kendi haklarımızı koruyabiliriz.

Bırakın, kişiler kendi masallarını yaşasın ve isterlerse sizi de o masallara dahil etsinler. Siz de kendi masalınızı yaşayın. Unutmayın ki kitaplarda okuduğumuz masallardaki öğeler de birer metafordan ibarettir. Beyaz atlı prens de, kötü kalpli cadı da bizleriz aslında. Her öğeden bir tutama sahibiz ama kişiliğimizi belirleyen o tutamları ne kadar dışa vurduğumuzdur. Gerisi bir boşluktur! ‘Bursa Anadolu Lisesi 2003 Mezunları Yıllığı’nda Mehmet Toktaş’a bakın ne yazmışım: “… Aslında şu anda bir masaldayız. Bu masal Haziran’da sona eriyor. Hayatın daha nice masallara gebe olduğu bilinmez. Ama şu gerçek var ki hepsi ders verir bize. Başka bir masalda görüşmek üzere…”

Sonraları bu masal kavramını çok benimsedim. Yani ‘hayatın kesişen masallardan ibaret olduğu’ gerçeğini. Herkesin hayatı bir masal aslında. Hatta klişe tabirle herkesin hayatı bir roman. Onun için de belki biyografi ve otobiyografi okumayı, insanların eski anılarını dinlemeyi pek severim.

Kimse toz pembe hayatlar yaşamıyor. En zenginin, en konforlu hayata sahip insanın bile nice dertleri vardır da kimse anlamaz. Mesela Bill Gates’in kızı kim bilir hangi dertten dolayı geceleri uyuyamıyordur. Volkan Konak’ın dediği gibi “Herkesin bir derdi var/Durur içerisinde.”

İşte dünyadaki 6 milyar insana (yada dünya nüfusu an itibariyle neyse o kadara) ait 6 milyar masal var. Ve her saniye o masallar birbiriyle temas ediyor. Kimi teğet geçiyor, kimi ucundan giriyor, kimisi de tam merkezinden geçiyor. Ama hiçbir zaman sabit kalmıyorlar bulundukları yerde. Girdikleri gibi çıkanlar da var, girdikten sonra o çember içinde uzun süre kalanlar da.

Yeni Türkü der ki “Ya dışındasındır çemberin/Ya da içinde yer alacaksın!/Kendin içindeyken/Kafan dışındaysa…” Tabii burada Murathan Mungan başka bir olguya gönderme yapıyor ama sonuç aynı yere çıkıyor. İnsan sosyal bir varlık ama herkes kendi çemberi içinde kendi masalını yaşar. Mutlaka başkalarının yaşamlarını etkilesek de, onların çemberlerinin içinde yer alsak da; sonuçta çemberler şahısların kendilerine aittir.

Bizim başka masallara müdahale etme hakkımız yoktur, sadece müdahil olabiliriz. İşte hayat bu gözle bakarsak daha sağlıklı olur. Böylece hem kişilerin haklarına saldırmamayı öğreniriz, hem de kendi haklarımızı koruyabiliriz.

Bırakın, kişiler kendi masallarını yaşasın ve isterlerse sizi de o masallara dahil etsinler. Siz de kendi masalınızı yaşayın. Unutmayın ki kitaplarda okuduğumuz masallardaki öğeler de birer metafordan ibarettir. Beyaz atlı prens de, kötü kalpli cadı da bizleriz aslında. Her öğeden bir tutama sahibiz ama kişiliğimizi belirleyen o tutamları ne kadar dışa vurduğumuzdur. Gerisi bir boşluktur!

Kategoriler:felsefe, hayat

Felatun Bey mi Rakım Efendi mi?

Çarşamba gününden beri aklımda tek soru var: Ben nereye aidim?

Kişisel mazim açısından bu soruyu kendime sormam, tabii ki salt 3 gün öncesine (1) dayanmıyor. Birkaç yıl evvel sezinlenmeye başladım bu ikilemi. Türkiye’de doğan ama tamamen Batı ekolünde eğitim alan bendeniz nereye aittim?

Kim ne derse desin, biz ‘doğu’lu bir toplumuz. Kültürümüz, geçmişimiz, örfümüz, geleneklerimiz, adetlerimiz, kısaca bizi biz yapan her şey doğuya aittir. Bu özelliğimizi de negatif olarak görmüyorum. Tam tersi, o doğulu özelliklerimiz sayesinde bugün, bu ülkede, bu şartlar altında yaşayabiliyoruz. Ama bunu pozitif bir etki olarak da algılamıyorum. Neysek, oyuz işte! Bunun artısı veya eksisi aranmamalıdır. Ufak bir örnekle bu paragrafı sonlandırayım: O doğulu yaşam biçimimiz sayesinde Kurtuluş Savaşı’nı kazanmışız ama aynı özellikler bizi bugünkü dışa neredeyse %100 bağımlı bir konuma getirmiştir.

İşte ben böyle bir toplumun ferdiyim. Bu toplumun gelenekleriyle, yazısız kurallarıyla büyüdüm. Mesela her bayramda büyüklerimin elini öpüp para aldım. Büyük aile yemekleri yedim.

Ama Bursa Anadolu Lisesi’ne adımımı attığımdan itibaren Batı ekolünde yetiştim, İngiltere’de basılan kitaplar okudum, İngiliz kültürünü okudum, dinledim ve izledim. Ortaokul boyunca fen ve matematiği bile İngilizce gördüm. Özel hayatımda bile yabancı şarkılar dinledim, bolca Hollywood filmi izledim, ortaokul boyunca FRP kitapları okudum sadece. Evde Ramazan’ı kutlarken; kitaplarda, filmlerde, şarkılarda Noel coşkusunu hissettim.

Sonra İTÜ’ye geldim. Her ne kadar Türk mühendisleri mezun etmekle övünen (2) bir okulda okusam da batılı bir yaşam sürdüm. Amerikan ekolünün hakimiyetinde okudum. Türkçe derslerin bile referans kitapları İngilizce’ydi. Batılı tarzda düşünülmüş bir yurtta 5 yıl kaldım. Bu arada yurtdışına çıktım. Oradaki hayatı, kültürü, yaşam biçimini hem köylerde hem kentlerde gözlemledim.

İşte bu tecrübeler ışığında kendi hayat biçimimi düzenledim ve ileride nasıl bir haya istediğime karar verdim: Ben, tek başıma, kimsenin maddi veya manevi yardımını almadan hayatımı sürdürmek istiyorum. Ana eksen bu! Bunun için de iyi bir maaşla kendi evimde yaşamalıyım. Böylece kimseye bağlı olmadan kendi kararlarımı verebilmeliyim. Bu haftasonu yurtdışına çıkmak istersem, tak diye gidebilmeliyim mesela. Bu uğurda ekonomik bağımsızlığımı kazanmalıyım öncelikle. Şimdi olduğu gibi de annemlerle yaşamamalıyım.

Çarşamba günkü olay da bu noktadan çıktı zaten. Ben haftasonunda İstanbul’da olmak istiyordum, aileme göre ise Babalar Günü yüzünden Bursa’da kalmalı ve hatta köy evine gelmeliymişim (3). Yani ben, Batılı tarzda düşünerek kendi hayatımı yaşamak isterken, onlar tipik bir Türk ailesi gibi düşünüyordu ki onların bakış açısından çok haklılar.

Bu olay ışığında soruyorum: Ben kimim?

(1) Bu yazı 20 Haziran Cumartesi kaleme alınmıştır.
(2) Önümüzdeki yıldan itibaren bu özellik geçerliğini yitirecektir.

Kategoriler:felsefe, hayat

Önyargı!

Şu sıralar önyargı konusuna takmış durumdayım. Nedir önyargı? Kırılmalı mı, kırılmamalı mı? Yararlı mı zararlı mı? Valla işin içinden çıkamıyorum. Farklı bakış açıları daha da farklı sorunlar getiriyor. Giderek bir paradoks haline dönüşüyor kısaca ve bunun da iyi mi kötü mü olduğunu kestiremiyorum.

İşin kökeninde subjektiflik var bir kere. Yani objeye göre değil, kişinin kendisine göre karar verme güdüsü. Mesela önünüzde bir olay oldu. Bu olayı da bir şekilde yorumlamanız istendi. Şimdi bu olayı kendi bilgi ve birikimlerinize göre mi yorumlarsınız, yoksa olayın kendi içi dinamiğine ve etkenlerine göre mi? Aslında sorulması gereken asıl soru şu olmalı: Getirdiğiniz yorum ne kadar nesnel olacak? Çünkü elbet yeni doğmuş bir bebek kadar objektif olamayacaksınız. Eğitiminize, kültürünüze, memleketinize göre oldukça değişecek yorumunuz. Boşuna dememişler “Değer yargıları zamana, mekana ve kültüre göre değişir.” diye!
Daha fazlasını oku…

Kategoriler:hayat, yorum

2008’in Ardından

2008’e Şile’de bir pansiyonda arkadaşlarımla birlikte ama hasta olarak girmiştim. İlginçtir, 2008 de girdiğim şekilde devam etti. Sevdiklerim hep yanımdaydı lakin bir hastalık hali hep devam etti (fiziksel olarak belli olmasa da).

2008’in benim için en önemli olayı, doğal olarak mezuniyetimdi. 17 yıllık okul hayatımı, en azından şimdilik, nihayete erdirdim. Bu, büyük bir onur ve mutluluktu kendi adıma. Artık kütüphanemde bir İTÜ diploması var. Ayrıca dekanlığın bana verdiği özel ödül de gurur kaynağımdı. Yine yaklaşık 4 ay boyunca bifiil organizasyonunda görev aldığım mezuniyet balosu unutulmayacak bir geceydi.

Diğer yandan mezuniyet ardından işsiz kalmam ve bunun yol açtığı sorunlar ciddi bir hayal kırıklığıydı. Ağustostan kasıma ruh halinde gezmem bunun en önemli sonucuydu. Hala daha bu sıkıntıdan kurtulabilmiş değilim lakin ruh şeklinde dolanmıyorum etrafta.

Diğer yandan kendi açımdan yılın önemli olayları şunlardı: Gökova Körfezi’nde çıktığım tekne turu ve akabinde Türk denizlerine aşık olmam. İki akraba düğününe katılmam ve düğünlerden iyice nefret etmem (ki biri balomun olduğu kulüpte, diğeri de Muğla’daydı). Kendi içime daha çok dönmem ve gelecek açısından birtakım önemli kararlar almam.

Dünya’ya bakarsak, bana göre, yılın olayı Obama’nın başkan seçilmesi ve AKP’nin yolsuzluklarının ortaya çıkmasıydı. İlerleyen yıllarda bu iki olay çok önemli sonuçlar doğuracak. Ayrıca 2020 yılına kadar 3. Dünya Savaşı’nın çıkacağı kesinleşti. Ekonomik kriz tabii ki çok önemliydi lakin bu küresel gerçek sadece bir politik hamledir, asıl sebepleri ve sonuçları daha ortaya çıkmamıştır.

Olimpiyatlar ve Avrupa Şampiyonası hem heyecanlıydı hem de hayal kırıklığıydı. İzlemesi uzun yıllar unutulamayacak iki spor olayıydı. Usain Bolt ve Michael Phelps’in sprintleri ile Türk milli takımının son dakika golleri nefes kesiciydi. Şahsen Hırvatistan maçını Nevizade’de izlememi ve ardından İstiklal’de oluşan coşkuyu hayatım boyunca unutamayacağım. Ama iki etkinlik de sporun değil paranın gücünü kanıtladı bana göre ve gelecek adına çok büyük bir negatif göstergeydi.

Sanat açısından güzel bir yıldı. Çünkü o kadar negatif olay/durum meydana geldi ki bunların antitezleri sanat ürünleri olarak ortaya çıkmaya başladı. 2009’dan da bu bakımdan umutluyum. Sinemada bir sürü iyi film izledim. Yorum yapmadan ilk 10 listemi yazacağım sadece: 1) Issız Adam (Çağan Irmak) 2) The Dark Knight (Christopher Nolan) 3) Sonbahar (Özcan Alper) 4) Du, Levande (Roy Andersen) 5) Slumdog Millionaire (Danny Boyle) 6) The Nines (John August) 7) Revolutionary Road (Sam Mendes) 8) In Bruges (Martin McDonagh) 9) My Bluebarry Nights (Wong Kar Kwai) 10) The Curious Case of Benjamin Button (David Fincher)

Müzik açısından zaten 2000’ler çok kısır. O açıdan 2008 sevindiriciydi. Yüksek Sadakat’in 2. albümü benim beklediğimden de iyiydi. ‘Babamın Evinde’ ve ‘İçimde Yağmur’ şimdiden favori rock parçalarımın arasına girdi. Pinhani’nin 2. albümü ise beklediğimin altındaydı. Yine de bana ‘Ne Güzel Güldün’ü armağan ettiler. Hamit Ündaş ve Jülide Özçelik’in albümleri çok sıra dışıydı, uzun yıllar dinleyeceğim. Issız Adam ve Across the Universe’ün soundtrack albümleri beni aylarca meşgul etti ve önümüzdeki yıllarda da sıkça dinleyeceğim albümlerden olacaklar. Ayrıca geçtiğimiz yıllarda çıkıp yeni veya yeniden keşfettiğim Best of Bond, Müfide İnselel’in tek albümü, Pink Martini’nin ‘Hey Eugene’i sıkça dinlediklerimdi.

Sanatın diğer dalları yine kısırdı benim açımdan. Kitap olarak Bir Levanten Şövalye ve The Amber Spyglass (Sene başında daha Türkçe’ye çevrilmediğinden İngilizce okudum.) güzeldi. Az gittiğim tiyatroda beni heyecanlandıran bir oyun olmadı. İlk defa bir müzikale gittim (Rent) ve çok eğlendim. Diğer dallarla öylesine gittiğim Dali sergisi hariç alakam olmadı zaten.

İşte 2008 böyle bir yıldı. Hayatıma ve dünyaya neler getireceğini ise ancak ilerleyen yıllarda göreceğiz.

iPod ve Müfide

Sonunda ben de Ipod’lu oldum! Bir minicik, şirin, sade teknoloji harikasına ben de sahibim. Apple yapmış yani. Ötesi yok. Yalnız şu tavsiyeyi veririm. Türkiye’den almaktansa ABD’den almak ve ya getirtmek çok uyguna geliyor. Yarısından da ucuz, öylesi bir uygunluk.

Neyse, efendim. Ipod sayesinde ITunes kullanır olduk mecburen. Alete bir şey yüklemenin tek yolu bu program. İlk yükleyince şoke uğruyorsunuz. Alışılmış programlara benzemiyor. Anlayana kadar 2-3 saati geçirdim. Çünkü mp3’ü direkt yüklemiyorsunuz. Daha doğrusu en mantıklı yöntem mp3’lerinizi şarkı listelerine ayırarak yüklemek. Böylece ilk yüklemeden sonra düzene giriyorsunuz. Direkt yükleme seçeneğini seçerseniz her seferinde her şeyi yüklemek zorunda kalıyorsunuz (ya da bana öyle geldi) ki 4 GB’lık bir veriyi zırt pırt silip yüklemek zaman kaybı.

Ben şu an 7 şarkı listesi yaptım ve düzene girdim. Tabii bu minik alette şarkıları listeden dinleyebileceğiniz gibi, şarkıcı adından ve albüm adından da dinleyebiliyorsunuz. Tabii bunu için mp3’lerinizin içindeki bilgi kısmının düzgün olması gerek. Benimkilerin yarısı değilmiş, ITunes’a atınca öğrenmiş oldum. Tabii aleti tam olarak kullanabilmek için bir düzenleme harekatına giriştim. 1 hafta süren bu işlem sonucunda, şarkılar düzene girdi. Mesela Kenan Doğulu dinlemek istiyorsam ‘Artists’den ‘Kenan Doğulu’yu seçiyorum ve adamın tüm şarkılarını direkt dinliyorum.

Bu zamana kadar hep karışık listelerle mp3 player dinlediğimden, hiç albümün bütününü koymuyordum. Bunun bir sebebi de yer sorunuydu tabii. Şimdi bazı albümleri tamamen koydum. Böylece bazılarını yeniden keşfetme imkanım oldu. Mesela dünden beri Müfide İnselel’in kendi adını taşıyan ilk albümünü dinliyorum. Fena halde hoşuma gitti. Hem şarkı sözleri çok güzel, benim ruhuma çok uyuyor hem de müzikler sözlerle çok iyi bir uyum içinde. Bilhassa ‘Vasati 40 Çöp’ ve ‘Tükenmeden Alınız’ beni başka bir şekilde etkiledi. Benim Türk Müzik tarihinde dinlediğim en iyi albümlerden biri kesinlikle. Bir kere kendi içinde bir sound’u var ki Türk albümlerine nadir karşılaşılan bir olgu. Müfide gibi kimleri yeniden keşfedeceğim acaba.

Kategoriler:hayat, Müzik

Bir Hafta Böyle Geçti

“Haftanın sonu

Bir nakarat gibi!”

Diyor Pinhani. Her ne kadar kulağa mantıklı gelse de, aslında mantıksız. Çünkü asıl nakarata benzeyen, birbirinin kopyası olan hafta içleri. Hafta sonları ise birbirinden farklı olaylara gebe. Bir yere gidersiniz, tatil olabilir; piknik olabilir; müze, sergi, konser olabilir; tanıdığınız size gelir; düğün olur; ek bir işiniz olur; vs. Her hafta böylece farklılaşır.

Bu hafta da öyleydi. Son final haftası olması sebebiyle çalışarak geçirdim haftayı. Pazartesi günkü Gölet pikniğini saymazsak perşembeye kadar çıkmadım denilebilir. Boş zamanlarda da kitap okudum, film izledim, Across the Universe’ün ses kayıt albümünü keşfettim. Bir de fason bir şirketten aldığım iş teklifi vardı, tabii ki kabul etmedim.

Perşembe ilk sınav vardı. Okulda yine geyik oldu bolca. Tipik bir sınav günüydü. Asıl Cuma günü bombaydı. Sabah 5’te kalktım. Bir yandan notlara çalışırken, diğer yanda Lost’un son bölümünü aradım durdum. 7 gibi linkler verildi, hızla indirdim. İndirme bitince de hızla okul yoluna düştüm. 9.30’da sınava girdim, berbattı, kalmam inşallah.

Neyse, sınav sonrası biraz geyik yaptım, yemek yedim, balo listesiyle uğraştık. Sonra Şerocum ile İTÜ Vakfı’na yapılan bir ziyaretten sonra evine gittik. Lost’u izledik. Final bölümüydü ama eski finaller kadar etkili değildi, bazı şeyleri çözdü ama adanın ‘move’ yapması akıllara sezaydı. Dizi bitince yemeğimizi yedik: Birer ekmek kokoreç, hayvani doyduk.

Ardından viski şişesini açıp sohbet ede ede bitirdik, çok hoştu. Sabah erken kalkmak için 1’e gelirken yattık, güzel bir uyku çektik.

Sabah 9’da Kabataş’taydık. EPGİK Ada Pikniği kafilesine katıldık. 1,5 saatlik vapur yolculuğu sonrasında Büyükada’da indik. İskele’den sonra sağdaki yolu takip ederek piknik yerine 40 dakikalık tempolu bir yürüyüşle ulaştık. Bol geyik yapıldı, mangal yandı, yemek yendi, yakan top oynandı. Güzel eğlendik kısacası. Dönüşte de biraz yorucu olsa da aynı rotayı izleyerek Kabataş’a geldik. Ardından ben direkt yurda gelip yıkandım. Üstüne yemek yerken A Guide to Recognizing Your Saints filmini izledim. Güzeldi valla, hayata değişik bir açıdan bakıyordu, en önemlisi kadrosu efsaneydi. Ardından da internette dolaştım biraz. Yattığımda saat 1’i çoktan geçmişti, akrep 2’ye varıyordu.

Pazar sabahı ferahtı, tüm gün ferahtı aslında. Gazetelere göz attım, piknik fotoğraflarını facebook’a yükledim, anneannemi ve teyzemi aradım. Bu arada Engin durmadan oda toparlayıp, bir şeyleri bir yerlere taşıdı. Saat 9 oldu, hala dışarıda. Osman geldi bir ara, tez geyiği yaptık. Onlar ayrılırken ben takımımı kuru temizlemeye vermek üzere İstinye Park’a gidip geldim. Geldiğimde kaynım gurulduyordu. Yemek eşliğinde John Cusack’ın son filmi Grace is Gone’ı izledim. Etkileyici bir melodramdı. Beğendim, çok sade olsa da. Ardından, internet, yazı ve sohbet üçlüsü arasında gidip geldim. Saatler 9.19’u gösterirken ben hala yazıyorum. Engin gelse de Özsüt’ten aldığım tatlıyı yesek.

Kategoriler:anı, günlük, hayat