Arşiv

Archive for the ‘başyapıt’ Category

Güç ve Huzur İkilemi: Goodfellas

Kolay yoldan köşeyi dönmek. Herkes bunu istiyor, değil mi? Az iş-çok para, az zahmet-çok yatış. Hayat kısa, bak keyfine. Kızlar, arabalar, para ve güç! Ama her şeyin bir bedeli vardır. Yoksa yok mudur?

Kenan Evren başta olmak üzere, Özal’a çok sövüp sayıldı. Bu ülkeyi köşe dönme cennetine dönüştürdükleri için. Ama er yada geç ülke bu yola sapacaktı. Kesin! Onlar suçsuzdu demiyorum ama onlar da bir nevi piyondu. 20. yüzyılda bu dünyadan çok az ülke kaçabildi. 21. yüzyılda ise kaçabilen yok gibi bir şey. Çünkü siz insanlığın egosunu tavana vurdurabilen kapitalizm diye bir sistemi tek hakim sistem yaparsanız, insanlığın tüm kusurlarıyla da yüz yüze gelirsiniz.
Daha fazlasını oku…

Bir Türk Klasiği: Aaaah Güzel İstanbul

Biz, batı ile doğu arasında sıkışmış bir memleketin çocukları olarak kendi kültürümüzden utanırız. Bizim kitaplarımız okunmaz, filmlerimiz seyredilmez, şarkılarımız dinlenmez. Çünkü alelade yapıtlardır bunlar. Batıdaki örneklerinin yanında ne ki! Ne suretle bir Hemingway gibi yazmaya, bir Kubrick gibi film çekmeye, hele bir Elvis olmaya özeniriz. Bizimkisi alaturka işlerdir, halka alafranga yapıtlar öğretilmelidir. Yani halkımızın zevkleri batılılaşmalı, bayağılıktan kurtarılmalıdır.

Son 2 cümleyi eski bir Türk filminden aldım. Gerçi Türk filmi olduğu belki burun kıvırırsınız. İzlenir mi, dersiniz. Hele eskiyse ve siyah-beyazsa. Tipik Yeşilçam melodramı zannedersiniz.

Ama ben bu yazıda o eski Türk filmini anlatmaya çalışacağım. Yani film deyince sadece aklınıza Hollywood filmi geliyorsa, bağımsız filmi Sundance bazlı seyredenlerdenseniz yazının geri kalanını okumayın, zamanınıza yazık olur.
Daha fazlasını oku…

Sonbahar

Kendi ölümünü bekleyebilmek! Zamanını bilerek, telaşlanmadan, susarak! Bir nevi kendine ağıt yakarak! Ürperdiniz, değil mi? Buna imkansız bir aşk ve giderek sararan yapraklar ekleyin. İşte karşınızda Sonbahar!

Aslında izlediğimiz öykü bize çok yabancı değil! Her yıl olagelen ama görmediğimiz bir doğal süreç. Önce hava soğumaya başlıyor. Soğuyan hava yapraklara giden odun kanallarını tıkıyor. Böylece yapraklar atığını atamayarak sararıyor ve bir süre sonra dalından kopup düşüyor, yani ölüyor.

Filmdeki Yusuf da yaprağa benziyor. Hayatının baharında katıldığı açlık grevi onun da damarlarını tıkıyor. Akciğerlerini tamamen işlevsiz bırakarak ölümü erkene alıyor. İşte bu koşullarda Yusuf hapishaneden salıveriliyor. O da Hopa yakınındaki köyüne dönüyor. Ölümünü sessizce bekliyor. Geçmişini, hatalarıyla sevaplarıyla hatırlıyor. Bu süreçte karşısına bir kız da çıkıyor ama o da başka bir umutsuz yaprak. Belki ağacından daha kopmayacak lakin bir daha da yemyeşil olamayacak bir yaprak. Ama bu iki yaprak, kaybettikleri yeşilliği bir anlığına olsun birbirlerinde buluyor. Kışa girerken çıkan son güneş misali birbirlerini bir nebze olsun ısıtıyorlar, o uzun soğuktaİtalikn önce son bir sıcaklık.

Özcan Alper bu öyküyü son derece minimal, sağa sola sapmadan, bir yerlerde fazla oyalanmadan, hikaye neyi gerektiriyorsa onu vererek anlatıyor. Malzemesi çok doğal. Oyuncuları o kadar gerçek ki sanki şu an Hopa’ya gitsek dokunacakmışız gibi. Daha da güzeli, Doğu Karadeniz o kadar büyüleyici ki düzgün bir hikayeyle inanılmaz anlamlara bürünüyor. Gerek Alper gerekse görüntü yönetmeni Feza Çaldıran bu güzelliği son derece iyi kullanıyorlar; gerektiğinde bir kaçış mekanı olarak, gerektiğindeyse kendine özgü bir hapishane olarak.

Sonbahar, Türk Sinema Tarihi’ne adını yazdırabilecek kadar iyi bir film. Hafif bir esintiyle başlayan, git gide şiddetlenen ve sonunda gürleyen bir duygu fırtınası oluşturabilecek bir eser. Bu haliyle ‘kum saatindeki zaman akışı’nı dört dörtlük kullanan bir kurgu. Kesinlikle 2008’in en iyilerinden.

Oyuncular: Onur Saylak, Megi Kobaladze, Gülefer Yenigül, Serkan Keskin, Nino Lejava – Görüntü Yönetmeni: Feza Çaldıran – Yazan ve Yöneten: Özcan Alper

It’s a Wonderful Life

İki gün önce bir dağ yolunda yürüyüş yapıyordum. Daha öğlen olmadığı için güneş kendini ancak hissettirmeye başlamış. Sabaha karşı yağan kırağı, güneş görmeyen köşelerde gözlere kar etkisi yapıyor. Derken küçük bir dereye denk geldim. Üzerine tahtadan bir köprü yapılmış. Geçerken kırağının üzerine bastım. O anda nedense aklıma George Bailey geldi. Şu ünlü It’s a Wonderful Life filminin başkahramanı yani. O da filmin başında karlı bir köprünün üzerinde yürür. Onun amacı benim gibi sabah yürüyüşü yapmak değildir ama olsun.

It’s a Wonderful Life, çekildiği yıl olan 1946’nın noel gecesinde geçer. Film dünyada değil; göklerde, yıldızlar arasında başlar. Bedford Falls kasabasında bir sürü kişi bir anda George Bailey için dua etmeye başlar. En sonunda Tanrı dayanamaz ve gözden düşmüş bir meleğini George’a yardıma gönderir. Ama önce George’un hayatından bazı kesitler göstererek derdini anlatır. Eğer melek, George’a yardım edebilirse kanatlarına yeniden kavuşacaktır.

George Bailey, bu küçük kasabada bir bankacının oğlu olarak doğmuştur. 10 yaşında, buz tutmuş gölde kayarken kardeşini suya düşmekten kurtarmış ama bu sırada sağ kulağı sağır olmuştur. 14 yaşında, eczacı çıraklığı yaparken patronunun yanlış ilaç vermesini engellemiş ama patronundan feci bir dayak yemiş ve kulağı daha da kötüleşmiştir. 18 yaşında, üniversiteye gideceği gün babası kalp krizi geçirerek ölmüş, bunun üzerine bankanın başına geçmek zorunda kalmıştır. İlerleyen yıllarda evlenmiş, çocuk sahibi olmuş, kasabanın emektarları için bir site kurmuş ve düşük faizle herkesi ev sahibi yapmıştır. Bu uğurda kasabanın zengini Mr. Porter’la hep kavga etmiştir. Derken günümüze geliriz. Noel sabahı bir müfettiş bankaya gelir, birkaç gün içinde borçlarını ödemezse bankaya el konulacağını ve hacize gideceklerini bildirir. George, bunun üzerine tüm gün çareler arar ama bulamaz. En son Mr. Porter’dan para istemeye gider. Mr. Porter onun yüzüne güler, bankasını alacağını söyler. Bu halde eve gider, tüm çocukları bir hareketiyle bir anda ağlamaya başlar. Bağırarak dışarı çıkar, arabasına binip bir ağaca çarpar. Acınası halde yürürken köprüyü görür ve intihar etmeye karar verir.

Melek Clerence suya düşerek George’u kurtarır ve neden intihar ettiğini sorar. George, artık yaşamasının anlamı olmadığını söyler. Clerence, öyleyse artık yaşamıyorsun der ve George’nun dünyaya gelmediği bir Bedford Falls’a getirir ikisini. George önce adamın saçmaladığını düşünür ve arabasını almaya çarptığı ağaca gider. Araba orada değildir! İlerdeki bara girerler, kimse onu tanımaz! Koşarak evine gider, evi virane haldedir, kimse yaşamıyordur! Kasaba merkezine iner, şehrin adının Porterville olduğunu görür! Bir arkadaşına rastlar, arkadaşı da onu tanımaz ve tüm kasabanın Mr. Porter’a borçlu olduğunu öğrenir! Derken karısını görür; hiç evlenmemiştir ve kütüphanede çalışıyordur! Ağlarken eczacıya rastlar, hapishaneden yeni çıktığını öğrenir, kamburu çıkmıştır! Mezarlığa koşar babasını görmek için, bir yerde ayağı kayar ve bir mezara düşer, mezarın üzerinde kardeşinin adı vardır ve daha 7 yaşındayken göle düşerek ölmüştür!

Sonunu da siz izleyin! Ama gelmiş geçmiş en güzel finallerden biri olduğunu belirtiyim. It’s a Wonderful Life yada Türkçe adıyla Şahane Hayat sinema tarihinin en iyi ‘Feel Good/Kendini İyi Hisset’ filmidir. Artık demode olan bu türün ustası Frank Capra tarafından çekilmiştir. Bu tür bilhassa 30’lardaki ünlü Ekonomik Buhran zamanında doğmuştur. 2. Dünya Savaşı zamanında ise başyapıtlarını vermiştir. Nitekim, It’s a Wonderful Life da savaşın hemen sonrasında 1946 yılında çekilmiştir. Savaştan bıkan, hatta çöken halk için bir nevi moral olmuştur. Bu arada, 2009’da bu türün yeniden küllerinden doğması çok olası. Geçirmekte olduğumuz küresel ekonomik kriz, elbette antitezlerini de beraber getirecektir.

Tüm bunların dışında It’s a Wonderful Life aynı zamanda en çok seyredilen noel filmidir. Biliyorum, noel bizim kültürümüzde yok ve hatta çok ters. Dahası filmdeki Hrıstiyanlık propagandası hemen göze çarpıyor. Lakin tüm bunlar, filmin insanın içini ısıtan özünü değiştiremiyor. Çünkü karlar altında George Bailey’ın bağırarak koşması, bence tüm dini öğretilerden daha gerçek. Çünkü sonuçta George anlıyor ki hayat gerçekten çok güzel. Hayata hep bardağın boş tarafından baktığımızı görüyor ve belki de en önemlisi sevdiklerimizin kıymetini anlıyor.

Ben bu filmi ilk defa 2002’nin son günlerinde karlı bir kış gecesi izlemiştim. Ertesi sabah erkenden dershanede sınavım vardı. Filmin bana verdiği moralle o karlı yollardan neşeyle yürümüş ve hiç telaşlanmadan sınavı yapmıştım. Bu etkiyi anlayabilmeniz için filmi izlemeniz gerek. Yoksa birbirinin prototipi, ruhsuz filmlere alışkın günümüz seyircisi için tahmin edilebilmesi zor bir duygu. Tavsiyem en yakın zamanda filmi bir şekilde edinip bir kenara koymanız. Moralinizin en berbat olduğu bir zamanda (ki ne yazık ki artık böyle anlar çoğalıyor) çıkarıp izlemeniz. Eminim film bitince bana hak vereceksiniz ve ileride karlı bir dağ yolunda yürüyüş yaparken siz de filmi hatırlayacaksınız.

Oyuncular: James Stewart, Donna Reed, Lionel Barrymore, Henry Travers, Thomas Mitchell, Beulah Bondi – Görüntü Yönetmeni: Joseph F. Biroc, Joseph Walker, Victor Milner – Müzik: Dimitri Tiomkin – Senaryo: Frances Goodrich, Albert Hackett, Frank Capra, Jo Swerling, Michael Wilson (Philip Van Doren Stern’in ‘The Greatest Gift’ adlı hikayesinden) – Yönetmen: Frank Capra

Arşivlik Bir DVD: Almost Famous

1 yıl önce alınmış ama çeşitli sebeplerle açılmamış bir DVD. Tabii bu sebeplerin içinde daha önce seyredilmesi de bulunuyor. Lakin geç olsun da güç olmasın demişler, iyi de etmişler. Gerçek manada arşivlik bir DVD. İzledikten ve DVD içeriğini gördükten sonra arşivime kattığım için gurur duydum.

2000 senesinin Oscar karmaşasını şöyle bir yad edelim. Yanılmıyorsam canlı izlediğim ilk Oscar gecesiydi. Björk’ün kuğu kıyafeti ve Steve Martin’in “Bundan sonra ne giyeceksin? Ayı?” esprisi aklımda kalmış (gereksiz anı kırıntısı). Yanlış hatırlamıyorsam favoriler şöyleydi: Gladiator (kesinlikle Oscar’ı hak etmiyordu), Crouching Tiger, Hidden Dragon (Ang Lee’nin başyapıtının değeri ileride daha iyi anlaşılacak), Traffic (Hatırlayanız var mı?), Erin Brockovich (tek aklımda kalan Julia Roberts’ın büyütülmüş göğüsleri, üzgünüm Soderbergh). O yıl ‘En İyi Özgün Senaryo’yu ise Almost Famous aldı. Türkiye’de gösterime girecekken son anda iptal edilen film. Cameron Crowe’un yarı otobiyografik filmi.

Yıllardan 1973’tür ve William Miller sadece 15 yaşındadır. Ama içindeki müzik tutkusu yaşıyla kıyas kabul etmiyor. Öyle ki Rolling Stones’dan makale teklifi alıyor ve Stillwater grubunun turnesini izliyor. Tabii 15 yaşında olmasının dezavantajlarını da yaşıyor: Her gün telefon bekleyen bir anne, partiler (ki içinde bilumum uyuşturucu, içki ve seks ihtiva ediyor), kızlar. İlk defa karşılaştığı durumlar, ülke çapında yayınlanacak bir makale yazma işiyle birleşiyor. Tabii grubun gelgitleri, konserleri, ünlüler cabası.

Rock tarihine adanmış bir film. Açıkçası müzik tarihini pek bildiğim söylenemez. Grup adlarını bilirim ama müziklerine de vakıf değilimdir. Çoğu müzikal olayı filmlerle tanımışımdır. Mesela Walk the Line çekilmeseydi Johnny Cash’i bilmeyecektim. O yüzden Almost Famous’un ortamına yabancı sayılırım. Ama çok da cahil sayılmam, en azından rock konserine gitmişliğim bulunur (Ne alaka ya?).

Almost Famous halis rock dinleyicileri için bulunmaz fırsat, belki çoğu için bir başucu filmi. Yaptığı referanslar, katıksız ses kaydı, dönemi harika resmedişiyle tüm müzikseverlere hitap ediyor. Sırf bununla da kalmıyor, enfes senaryosu, Frances McDormand, Billy Crudup, Jason Lee, Kate Hudson, Philip Seymour Hoffman ve Anna Paquin’i ihtiva eden oyuncu kadrosuyla apayrı bir tada imza atıyor. Ayrıca başrolde Patrick Fugit ezilmeyen bir performansla filmi sağlamlaştırıyor.

DVD’ye gelirsek, 2 disk ihtiva etmekte. İlk diskte filmin 118 dakikalık sinema versiyonu, çıkartılmış sahneler, çekim notları, fragman, tüm ekibin filmografileri ve Cameron Crowe’un 70’lerde Rolling Stones’da yayınlanan makaleleri bulunuyor. Çıkartılmış sahnelerdeki 15 dakikalık Stillwater performansına dikkat çekerim, çok iyi. İkinci diskte ise filmin 154 dakikalık uzatılmış versiyonu var ve bu versiyon yönetmenin yorumuyla dinlenebiliyor. Ayrıca gerçek Lester Bang (filmde Hoffman oynuyor) ile zamanında yapılmış röportajlar, ‘B-yüzü özelliği’ altında ufak bir kamera arkası montajı (Jason Lee bu çekimlerden birinde Clerks t-shirt’ü giyiyor!) ve Cameron Crowe’un 73’ yılının en iyi albümlerini anlattığı bir monolog ekstralar arasında. Harika denemeyecek bir ekstra seçkisi fakat sıra dışı ve ilginç elemanlar barındırdığı bir gerçek. Filmin hayranları mutlaka izlemekten keyif alacaklardır.

Hasbelkader Almost Famous’u izlemediyseniz bu DVD ilk adımınız olabilir. Yok, izlediyseniz ve hele de beğendiyseniz ara sıra izlemek size vakit kaybı yaşatmayacaktır.

Festival Günlükleri – 9 (18 Nisan)

Bir festival daha sona erdi. 28. İstanbul Film Festivali de böylece sona erdi. Başta IKSV olmak üzere tüm iştirakçilere teşekkürler. 18 filme gittim, hepsinin tadı ayrıydı. Bir ikisinden belki hoşnut kalmadım fakat onlar bile birer deneyimdi, farklıydı.

Son günden çok keyif aldım. Her ne kadar resmi kapanış pazar olsa da ben cumadan Nokta filmi ile noktayı koydum. Son gün enteresandı gerçekten. Önce ne zamandır izlemek istediğim bir Türk filmi. Ardından tokat gibi bir Çin filmi. Son olaraksa Derviş Zaim’in son filmi. Harika bir sinema günüydü.

Anayurt Oteli’nin yapısını ben hiçbir Türk filminde görmedim. Yabancı filmlerde karşılaşıyoruz ancak, belki de bu yüzden filmi izlerken ve sonrasında aklıma örnek olarak hep yabancı filmler geldi. Filmi şöyle resmedebiliriz mesela: Psycho ile The Shining’in karışımının dram versiyonu. Bir otel var ana eksende. Adsız bir Anadolu kasabasında istasyonun tam karşısında konaktan dönüştürülmüş bir otel ve onun işletmecisi: Adı Zebercet. Film Zebercet’in psikolojisi üzerine. Tüm hayatı otel olan Zebercet, başka hayat tanımamış. Annesini erken kaybetmesine paralel olarak çeşitli saplantılara sahip ama bunu dışarıya yansıtmıyor. Böylece içten çürüyor yavaş yavaş. Bir pirinç taşı dişi kırar misali otele gelen yalnız bir kadın Zebercet’in kabuğunu kaşıyor. Kaşınan yara daha da kaşınıyor ve sonunda kabuk yarılıyor. Film çok faklı analizler barındırıyor. Ayrıca son zamanlarda üzerinde çok kafa yorduğum ‘sistemin bireyi kontrole alıp bireyliğini yok etmesi’ düşüncesine harika bir görsel örnek. Türk Sineması’nda türünün tek örneği ve başyapıtı.

Kör Dağ, bana kocaman bir tokat attı. Kanımı dondurdu resmen, şoke oldum. Filmden çıktıktan sonra bir süre öylesine yürüdüm, hedef belirlemeden. 10 dakika sonra birisiyle konuşmazsam bu halden çıkamayacağımı anlayıp telefona sarıldım. Film, üniversite mezunu bir kızın yakın bir arkadaşı tarafından bir dağ köyündeki aileye satılmasını ve sonrasını anlatıyor. Kız satıldığını köyde sabah uyanınca anlıyor ve yapabileceği bir şeyin olmadığını kavrıyor. Köy zır cahil, en yakın kasaba uzakta, iletişim yok ve polis köylünün yanında. İbretle izledim. Belki Avrupa’da yaşasam beni bu kadar etkilemezdi ama Türkiye’de buna benzer durumların olabileceğini (gerçi bu kadarını duymadım) bildiğim için daha da etkiledi beni. Bir ara erkekliğimden utandım ve nasıl bir dünyada yaşadığımı kavradım. Ama en berbatı filmin finaliydi. Film boyunca gerilen bedenim sanki bir anda tuzla buz oldu.

Derviş Zaim ulusal sinemamızda sembolizmin 1 numaralı temsilcisi. Filmlerinde her hareketin başka bir anlamı var. Bundan önceki filminden itibaren de eski sanatlara merak sardı. Cenneti Beklerken minyatür üzerine bir denemeydi, konu olarak çok iyi bulmasam da minyatürün perdeye aktarımı çok başarılıydı ve bunun başka bir örneğinin olmaması filmi eşsiz yapıyordu. Nokta’yı da hat sanatı üzerine kuruyor. Onu yazmak, yazmak için inanmak, inanmak için de arınmak gerektiğinden bahsediyor ve film boyunca bunu anlatıyor. Konu yine çok çekici değil ama rahat akıyor. Filmin eşsizliği tekniğinde yine. Öncelikle hatla yapılmış jenerik harikulade, hayran kaldım. İkincisi film sadece tek planlardan oluşuyor, toplamda maksimum 15-18 plan var yani ki bunu çekebilmek yürek ve zeka ister. (Normalde bir filmde 300-500 plan olur) Yine hayran olmamak elde değil. Üçüncüsü plan geçişlerine bayıldım. Müzik kullanımı enfes. Ama Türk seyircisi yine bu filmi pas geçecek ve bilmeyecek çünkü izlemek de farklı bir bakış açısı istiyor.

Anayurt Oteli

Oyuncular: Macit Koper, Şehika Tekand, Serra Yılmaz, Orhan Çağlar, Osman Alyanak, Osman Çağlar, Yaşar Güner, Kemal İnci – Görüntü Yönetmeni: Orhan Oğuz – Müzik: Atilla Özdemiroğlu – Senaryo: Ömer Kavur (Yusuf Atılgan’ın romanından) – Yönetmen: Ömer Kavur – *****

Kör Dağ/Mang Shan

Oyuncular: Lu Huang, Youan Yang, Yuling Zhang – Görüntü Yönetmeni: Jong Lin – Senaryo ve Yönetmen: Yang Li – ****

Nokta

Oyuncular: Mehmet Ali Nuroğlu, Serdar Çelik, Settar Tanrıöğen, Mustafa Uzunyılmaz – Görüntü Yönetmeni: ?? – Müzik: Mazlum Çimen – Senaryo ve Yönetmen: Derviş Zaim – ****

Festival Günlükleri – 6 (14 Nisan)

Tüm duyularımın açık olduğu bir gündü. Tam film izlemelik yani. Belki de o yüzden izlediğim iki filmde de kendimden bir şeyler buldum. Alıp götürdüler beni, çok uzaklara. Zaten amacımız bu değil mi? Bu saçma sapan, maddiyatçı dünyadan 1-2 saat olsun kaçıp kurtulmak?

İlki İsrail’den gelen ilginç bir film: Denizanası. 3 farklı kadının hayatından kesitler izliyoruz. Yer yer depresif ve klişe olsa da garip bir şekilde ferahlatıcı bir etkisi var. Parçalanmış aile kavramı üzerinde oldukça duruyor fakat yaptığı saptamalar yeni açılımlarda bulunmuyor. Festival ortamında farklı tatlar tatmak için izlenebilir yoksa bir sürü benzeri var.

Günün ikinci filmi uzun zamandır izlemek istediğim bir Türk filmi: Soğuktu ve Yağmur Çiseliyordu. Çok beğendiğimi, hatta umduğumdan daha fazla beğendiğimi itiraf etmeliyim. Film, zamanlar hakkında: geçmiş zaman, şimdiki zaman ve gelecek zaman. Günümüzün maddiyat yüklü dünyasında, yani şimdiki zamanda, geçmişin unutulup ihmal edildiğini hatırlatıyor. Geçmişte yaşadığımız bazı deneyimlerimizi iyi kavrayamadığımızı, ama gelecek zamanda o anı anlayacağımızı ama işin işten çoktan geçmiş olacağını ifade ediyor. Ve tüm bunları o kadar güzel ifade ediyor ki hayran olmamak elde değil. Ana eksende imkansız bir aşk var: Udi Cemal Bey ile Assolist Irmak Hanım arasında. Cemal Bey, assoliste platonik aşık ve bunu şimdiki zamanda yaşıyor. Irmak Hanım ise aynı aşkı geçmiş zaman halinde yaşıyor, Cemal Bey ölünce hatıraları hatırlayarak. Türk Sineması’nda izlediğim en iyi 10 filmden biri. Çok farklı tatlar alacağınız bir film. Filmi izlerken Cengiz Onursal’ın bir sözü aklıma geldi, ne kadar doğruymuş: “Klasik Türk Müziği öldü. Ruhuna el fatiha!”

Denizanası/Meduzot

Oyuncular: Sarah Adler, Tsipor Aizen, Bruria Albek, Ilanit Ben-Yaakov, Ma-nenita De Latorre, Miri Fabian, Shosha Goren – Görüntü Yönetmeni: Antoine Héberlé – Müzik: Christopher Bowen – Senaryo: Shira Geffen – Yönetmen: Shira Geffen, Etgar Keret – **1/2

Soğuktu ve Yağmur Çiseliyordu (Udi)

Oyuncular: Türkan Şoray, Ekrem Bora, Gülsen Tuncer, Bülent Ufuk, Alev Koral – Görüntü Yönetmeni: Ertunç Şenkay – Müzik: Melih Kibar – Senaryo ve Yönetmen: Engin Ayça – ****1/2

Kevin Smith Külliyatı

09/04/2008 1 yorum

Kevin Smith denilen adam bir baş belasıdır. Beni sandalyemden yere düşürebilen tek yönetmendir. 90 dakika şuh kahkaha atmamın tek sorumlusudur. Yaptığı ince esprilerle, romantizme ve din kurumuna bakış açısıyla, Star Wars fanatiği olmasıyla ve yarattığı View Askewnerse evreniyle büyük saygı duyduğum adamdır.

Söz konusu şahıs, 1970 doğumlu bir film manyağıdır. Film okuduktan sonra çalıştığı bakkalda (Quick Stop, NJ) yaşadığı deneyimlerden esinlenip yazdığı ve yönettiği Clerks ile 28000$’a film yapılabileceğini kanıtlayan bir dahidir. Doğup büyüdüğü New Jersey’e delicesine bağlıdır, tüm filmleri orada vuku bulur. Oyuncu kadrosu kankalarından oluşur ki bu kankalar arasında Matt Damon, Ben Affleck, Jason Lee, Ethan Suplee ve Jason Mewes vardır. Hazır Damon-Affleck ikilisinden söz açılmışken ikiliyi şöhrete kavuşturan da Smith’dir, Good Will Hunting’te potansiyel görüp stüdyoya veren ve sonra da para koyan el Smith’e aittir. Daha önce kimsenin yapmadığı şeyleri yazan da bu adamdır. Kısaca size tanıtmamın şart olduğu adamdır.

İlk filmi Clerks tam bir bağımsız yapımdır. Kankalar arasında, zaten çalıştığı yerde çekilmiş, sadece 28000$ harcanmıştır. 1994’te Sundance Film Festivali’nde bomba etkisi yaratmış ve kısa zamanda külte dönüşmüştür. Öykü basittir: Dave ile Randall adlı iki tezgahtarın bir gününü anlatır bizlere. Tabii olaya arkadaşlar, sevgililer, müşteriler ve polis katılır. Yapılan muhabbetler akıllara sezadır. Basitinden bir örnek veriyim de tadı kaçmasın: Randall video kiralamaya gelen bir anne-kızın önünde telefonda 25 porno film sipariş vererek, kızın ilelebet filmlerden nefret etmesini sağlar. Zaten Randall müşterilerine eziyet etmekten zevk almaktadır. Ayrıca dükkanın (Quick Stop gerçek bir market ve şu anda turistlerin gezi düzenlediği bir yer) önünde uyuşturucu satan Jay ve Silent Bob ile de ilk defa tanışırız bu filmle. Jay, hiç susmayan ve durmadan küfreden biriyken kankası Silent Bob, adı üstünde çok özel durumlar hariç konuşmayan bir tiptir.

Filmin başarısı üzerine View Askewnerse evreninin ikinci filmi çekilir: Mallrats. Bu sefer de alışveriş merkezinde takılan iki çiftin bir gününü izleriz. Filmin başında yani sabah ayrılan çiftler gün boyunca çeşitli maceralardan geçer. Bu maceralarda Jay ve Silent Bob, Stan Lee (Spider-Man, Hulk’ın yaratıcısı), Türkiye’de bir ara ‘Saklambaç’ adıyla yayınlanan yarışma, göğüs falı bakan bir falcı teyze yer alır. Clerks kadar iyi olmasa da rahatlıkla gülünüp geyik yapılabilecek bir filmdir.

Üçüncü film ise bence en iyisidir. Romantik-komediye yepyeni bir bakış açısı getirir. Filmin adı Chasing Amy’dir ve bir çizgi roman çizerinin bir lezbiyene aşık olmasını anlatır. Aşka bambaşka açıdan yaklaşarak yeni bir şeyler söyler. Tabii olayın içine yine Jay ve Silent Bob karışır, hatta Bob ağzını açarak monolog atar ki izlenmesi gerekir. Değişik olay örgüsü ve finaliyle tüm türdeşlerinden ayrılan film, 90’ların en iyilerinden biridir.

Dördüncü film, din kurumuna yönelik şimdiye kadar yapılmış en iyi eleştiridir (Monty Python’s Life of Brian’ı saygıyla anıyoruz tabii). Olayın içine melekler, 13. havari (evet, meğerse 13. de varmış ve zenciymiş), ilham perisi (Muse), Azrail ve bizzat Tanrı (Alanis Morissette silüetinde bir Tanrı) karışıyor. Kul kontejanında ise ateist bir kadın ile Jay ve Silent Bob katılıyor olaya. Tahmin edersiniz ki olaylar karışıyor ama gayet komik bir halde. Ana akım komedisinden farklı tatlar arayanlara şiddetle tavsiye edilir.

Beşinci film özel biraz: Jay and Silent Bob Strike Back. Jay ve Silent Bob her zamanki gibi Quick Stop’ta uyuşturucu satarken Hollywood’da ikisine dair bir film çekildiğini öğrenirler, üstelik internette küçük çocuklar film hakkında kötü yorumlar yazmaktadır. Duruma tabii ki Jay ve Silent Bob el koyar ve hemen Hollywood’a hareket ederler. Yolda ve Hollywood’da çeşitli gariplikler onları bekler. Yer yer aşırıya kaçsa da zevkle izlendiği test edilmiştir.

View Askewnerse evreni dışındaki tek Kevin Smith filmi The Jersey Girl’dir. Babalık üstüne küçük bir güzelleme denilebilir. Klişeye düşmeden ayakta kalabilen bir yapımdır. Liv Tyler her ne kadar etkiyi azaltsa da zevkle izlenir. Will Smith diyalogu ise çok özeldir.

Kevin Smith’in (şimdilik) son filmi ise ilkinden 12 yıl sonra çekilen Clerks II’dir. Gülmekten sandalyeden düştüğüm film işte budur (aralıksız 10 dakika güldüm). İlk filmdeki ana karakterler üzerinde giden yapım, yine Dave ile Randall’ın bir gününü anlatır. Yine Jay ve Silent Bob olay yerindedir. Eğlence baştan sona kadar aralıksız sürer. Kaçırılmamalı.

Gelecekte Kevin Smith çalışmaları devam edecek elbette. Bunlar evren içinde mi yoksa dışında mı olacak Alanis Morissette bilir. Ama bildiğim bir şey var, o da bu filmlerin çok eğlenceli olacağı. Sıkı bir Smith hayranı olarak ilelebet bu filmleri izleyeceğim ve izlettireceğim (ilk adım bu yazı, geçmiş olsun, okudun bile, muahahahhahaha).

NOT: Yazıda sıklıkla geçen Silent Bob, Kevin Smith’in ta kendisidir.

Kategoriler:başyapıt, film eleştirisi, sinema Etiketler:

Evlilik Üzerine

Geçen gün bir arkadaşımla biraz laflamak üzere Nevizade’ye gittik. Biramız geldi (leşti bu arada). Laflama başladı, söz döndü dolaştı evlenilecek kadına geldi. Baştan belirteyim, ben evlenilecek kız-eğlenilecek kız klişesine toptan karşıyım. Yok canım, öyle şey. Sen eğlen, ye, iç, durulunca da evlen. Çoğunluk yapıyor olabilir, kalsın.

Şimdi hatırladım, laf annenin çocuğa etkisi ile başladı. Ben direkt dedim, “Mesela evleneceğim kadın mutlaka kitap okumalı, böylece çocuk da göre göre okuma alışkanlığı kazanmalı.”, nokta. Bilmem, biraz anlatabildim mi? Son günlerde Sayın Başbakan da konuya el attı, en az üçer çocuk istiyormuşuz. Valla, çocuk döllenme ile bitse, eyvallah. Ülkemiz için değil üç, on çocuk feda olsun. Çocuğu at çayıra, yetişsin, oy kullansın mantığının bu kadarına da pes! Umarım Başbakan ektiğini biçebildiği zamanları görür, çünkü bu gidişle samanını bile zor görecek. Bırakın kendisini, bize de gördürmeyecek samanı, ben ona yanıyorum.

Neyse, biz ricat-ı mesele yapalım. Kadın, her biçimde ikinci varlık olmamalı (“Ben bilmem, beyim bilir!”). Öz iradesine her zaman sahip olup gerektiğinde kendi kararını alabilmeli. Ha, bu demek değil ki tamamen bağımsız olmalı, zaten o zaman ilişkinin adı evlilik olmaz. Bir kere, şu önemli bir tespit olmalı, evlilik bir imza kağıdı değildir. Bambaşka bir şeydir. Tabii, toplumumuzda öyle bir baskı unsuru var ki bu konuda ufak bir değişiklik bile çok zor kabul görüyor. Yani gelenekler duyguların önüne geçiyor. Bu arada bence evlilik bir duygu halidir.

Leş biralarımızı içmeye çalıştıktan sonra, odama geldim. Günlük filmimi seçerken, son günlerdeki Bond takıntımı sona erdirip farklı bir şey denemek istedim. Douglas Sirk’ün ne zamandır izlemek istediğim filmi All That Heaven Allows’u izledim. Küçük bir kasabada yaşayan Cary’nin aşık oluşunu anlatıyordu. Kocası öldükten sonra koskoca evde yalnız kalan Cary, tüm haftayı haftasonunu, çocuklarının gelişini bekleyerek geçirir. Hikaye bu ya, Cary gönlünü onca beyefendi arasından bahçesini budayan Ron’a kaptırır. Aşk, önce güzel gelir lakin hayatın gerçekleri aşka karşı belirir. Cary, tüm çevresini, bilhassa çocuklarını karşısına alıp Ron ile evlenebilecek midir?

Film mükemmel bir melodram. Zaten Atilla Dorsay her zaman için filmi en iyi melodram olarak gösterir. İyi bir senaryo, başarılı oyuncular ve Sirk. Ne denilebilir ki? Aslında film, harika bir geleneğe karşı duygular gösterisi. Belki bu savımdan, geleneğin kötü bir şey olduğu izlenimi vermişimdir. Amacım kesinlikle bu değil, ‘gelenek’ ifadesini genel anlamda, ama bilhassa kalıplaşıp zor kırılan davranış babında kullandım.

Duygu, bence Yaradan’ın bahşettiği en büyük hediyedir. Ama insanlar bunu doğru kullanamamışlar, para, güç ve ya baskıya boğun eğmişlerdir. Zaten şu anda ülkemizin bu garip durumdan geçmesinin nedeni de budur. Anlaşılamayan hırslar, sevdalar yüzünden her şeyi satabilecek pozisyona geldiler. Bunu birey bazına indirirsek birey de çeşitli hırslar yüzünden toplumun ona uygun gördüğü kişilerle arkadaşlık etmekte, kurumlarla çalışmakta ve onlarla hayatını geçirmektedir.

Duygusuz bir varlık olarak vaktini geçirmektedir. Dolayısıyla evliliği de bir toplum görevi olarak yapmakta, bunu yasal seks hakkı ve çocuk yetiştirme görevinin kılıfı olarak kullanmaktadır. Oysa ki iki konunun da bence evlilikle alakası yoktur. Seks duygu barındırmaz, çocuk yetiştirme de evliliğin sebebi değil, sonucu, meyvesidir.

Bu yüzden benim evlenmem felaket zordur.

Kategoriler:başyapıt, yorum Etiketler:

Apocalypse Now

Savaş nedir? Bir güç, iktidar mücadelesi mi? Belki üst düzey yetkililer için öyledir. Ama ya birey için? Bunu sıcak çatışmaya giren her birey için soruyorum. Bu birey için savaş ne ifade etmektedir? Bir gün “Sabahları napalm kokusunu seviyorum.” diyebilmek midir? Modern dünyada Wagner dinleyerek hücuma geçmek midir savaş?

Apocalypse Now savaşı hiç olmadığı şekilde anlatıyor, 30 yıl önce çekilmesine rağmen. Bu filmde, çatışma görmüyorsunuz, düşman da yok, sadece üstlerinin bunları öldürün dediği birtakım insanları katletmek var. Filmdeki teknenin kaptanı Chief’in dediği üzere, birey sadece denileni yapmakla yükümlü, yargılamakla değil. Ama bu yükümlülük öyle bir şey ki sonuçta birey bireyliğini yitiriyor.
İsterseniz en baştan alalım. Apocalypse Now, 70’lerde ardı ardına iki The Godfather ve The Conversation olmak üzere üç başyapıt çeken Francis Ford Coppola’nın bu dönemdeki son filmi. Çünkü bu filmin ticari olarak batmasının ardından bambaşka diyarlara yelken açacaktır. İşte bu Coppola, hem ticari hem eleştirel anlamda büyük başarılara imza atan üç filminin ertesinde çok zor bir işe girişir: Joseph Conrad’ın 19. yüzyılda Kongo için yazdığı ‘In the Heart of Darkness’ adlı romanını Vietnam’a uyarlamak. Roman daha önce hiçbir edebi eserin değinmediği bir kavramı sorgular: Bireyin iç dünyasında, aydınlıktan karanlığa olan yolculuğu. Pantolon giyen, kitap okuyan, çağdaş bir insanın bir takım olaylar neticesinde taş devri insanına dönüşümü anlatılır. Bu birtakım olayların en alenisi de savaştır. Çünkü evinde kitabını okuyan, eğitim gören, insani münasebetlere giren bireyi alıp bilmediği bir coğrafyada eline bir silah verip “Öldür ya da öl!” dersin ve o adam zorunlu olarak bir evrim geçirir. Ölmemesi için öldürmesi gerekiyordur ve bunun için de tıpkı 1000-2000 yıl önce atasının yaptığı gibi vahşileşmesi gerekiyordur. Asıl çarpıcı olan taraf da bu evrimde geri dönüşün olmamasıdır.
Coppola bize ilk karede aslında sonu gösterir, insanlığın sonunu. Yemyeşil ağaçlarla kaplı canlı bir ormanı görürüz. Ses kaydından mekanik bir helikopter sesi gelir. Burası bir cennettir ama garip bir ses onu tehdit etmektedir sanki. Derken birkaç helikopter perdede belirerek napalm bombalarını bırakırlar. Ortalık bir anda ateş çemberine dönüşür ve ses kaydında da The Doors’tan ‘The End’ dönmeye başlar. Burası, artık hiç şüphe yok ki, kıyamettir!
Sonra bir erkek yüzü görürüz. Yatakta sele serpe uzanmış, vantilatörün mekanik sesini dinleyen biri. İç ses konuşmaya başlar. Eve döndüğünü ama bu vahşeti özlediğini anlatır ve bu vahşette de evi. Şimdi Saygon’dadır ve amirlerinden gelecek görevi beklemektedir. Sabah kapısı çalınır ve görevi gelir. “İsteyen er geç amacına ulaşır.” Görevi gizlidir, tıpkı daha önceki görevleri gibi. Ondan istenilen, Vietnam’dan çıkıp Kamboçya’da kendini tanrı ilan eden ordunun en iyi subaylarından Albay Kurtz’u öldürmesidir. Bunun için emrine bir tekne ve dört mürettebat verilir. Nehir boyunca içeri gidecek, hedefini bulacak ve dönecektir. Tabii iş o kadar basit değildir. Öldürmesi gereken kişinin yeri belirsizdir ve en önemlisi geçmişi inanılmaz askeri başarılarla doludur. Yolda bilgileri okurken kendini sorgular. Kurtz, tam bir ölüm makinesidir ve bunu, artık medeni yollarla yapmıyordur. Çünkü karşısındaki düşman medeni değildir ve öyle savaşıyordur. O da aynı yöntemi uygulayınca kendi amirleriyle ters düşer ve elindeki güçle kendi krallığını ilan eder. Aslında ondan istenen de tam olarak budur çünkü ABD’nin Vietnam’da yaptığı budur. Ama bunu ancak devlet yapabilir, birey yapmamalıdır. Bu yüzden de görev gizlidir.
Adamımız, Yüzbaşı Williard, nehir boyunca ilerlerken savaşın farklı yüzlerini görür. İlk olarak Wagner bestesini hücum borusu olarak kullanan Yarbay Kilgore ile tanışır. Kilgore da bir nevi vahşidir, önüne gelir öldürür ve bütün bunlar ona normal gelmektedir. Bir yandan operasyon yaparken bir yandan sörf yapmak amacındadır. “Sabahları napalm kokusunu seviyorum.” ve “Ben bu denizde sörf yapılabilir diyorsam bu deniz güvenlidir! (arkada bombalar düşmektedir)” onun marka sözleridir.
İşin daha ilginci nehrin içine girdikçe daha garip olaylar görmesidir. Karanlıkta nehir boyunca ilerlerlerken birden ışıklı bir amfi ile karşılaşırlar. Karaya çıktıklarında o gece playboy kızlarının şov yapacaklarını öğrenirler. Denildiği üzere kızlar gelir ve en azdıran danslarını yaptıkça sayısı bini aşan asker topluluğu daha da coşar ve sahneye akın ederler. Kızlar son anda kurtulur ama bu, vahşiliğin başlangıcından başka bir şey değildir.
Birkaç gün sonra buldukları bomboş bir kampta ise aynı kızları deliliğin eşiğinde bulurlar. Üstelik 2 saatlik eğlencenin ücreti sadece 2 bidon yakıttır! Kamboçya sınırına yaklaştıkça delilik sadece kıyıda kalmaz, tekneye de bulaşmaya başlar. Bir köpek yüzünden bir yerli teknesini katleden mürettebat, Williard’dan tek yorum duyar: “Durmamanızı söylemiştim.”
Nehrin son ABD kampında ise başsız bir fare sürüsüyle karşılaşılır. Williard’ın tüm çabasına karşın komutanı bulunamayan kampta askerler, öylesine etrafta kurşun saçıyordur. Bir kısmı ise delilik sınırında tekneye binmeye çalışır. Azimle yola devam eden tekne, kıyıdan yapılan ilk saldırıda Clean’i kaybeder. Bir zaman sonra ise ilginç bir Fransız komüne rastlarlar. Clean’i toprağa veren ekip, bir gün soluklanarak hedefe doğru son adımı atarlar.
Williard’ın Kurtz’u bulması filmin 150. dakikasına denk gelir. Bu zamana kadar medeniyetle vahşiliğin arasındaki her kademeye şahit olan ekip, Kurtz ile son raddeye gelir. Böylece karanlığın kalbine olan yolculuk tamamlanır. Yarı çıplak yerlilerden oluşan bir kitle Kurtz’un etrafında kümelenmiştir. Ekibi karşılayan hippi gazeteci, Kurtz’un ayrı bir varlık olduğuna işaret eder. Zaten ekibin gelmesinin nedeni çok aşikardır. Williard’ı hapseden Kurtz, zaten artık nirvanaya ermiş (vahşileşmiş) olan Lance hariç kalan mürettebatı öldürtür. Burada filmin doruk noktasına gelinir: Williard da nirvanaya erecek midir yoksa içindeki medeni sesi dinleyip Kurtz’u öldürecek midir?
Filmin belgeselinde Coppola, final sahnesinin müziğinin nasıl olması gerektiğini şöyle anlatıyor: “İlk notalar 1968’in ilk kıvılcımlarına işaret edecek, sonra 1950, 1900, 1700, 1500 ve taş devri. Böylece karanlığın kalbine ulaşılacak.”
Filmin sinema tarihinde ismi altın harflerle yazılmış olan bir başyapıt olduğunu yazmama bilmem gerek var mı? Coppola filmi çekerken teknik manada da sınırları zorlamış. 200’ü aşan çekim günü, 1 milyon metrelik negatif uzunluğu filmin çekim şartlarını belki anlatabilir. Bunun yanında çığır açan bir görüntü çalışması, makyaj, kostüm ve bunların yönetimi. Üstüne Dolby Digital’in film uğruna 5+1’i buluşu ve ilk defa kullanması.
3,5 saatlik bu destanı izleyip medeniyet adına uzun uzun düşüncelere dalmalısınız. Kaçmaması gereken, muhteşem bir yapım.