Arşiv

Archive for the ‘yorum’ Category

Banliyö

Biraz okuyan, film izleyen Türklerin gözünde ‘banliyö’ kelimesi New York’u, Chicago’yu hatırlatır. Ya da kısaca Amerikan şehir yaşantısını hatırlatır diyebiliriz. Hollywood filmlerinde pek adı geçer, hatta onun üzerinden terimler üretilir, tezler yazılır falan. Ama biz bunlara hep dışarıdan bakarız.

Filmlerdeki banliyölerde yaşayanlar pek zengin olmazlar. Orta halli denilen statüdedirler. Hatta bazı banliyölerde fakirler yaşar. Bize hep garip gelir bu. Çünkü bizde şehir dışında genelde zenginler yaşar. Siteler içinde, güvenlikli, havuzlu evlerdir bizimkiler. Ayrıca çok katlı apartmanlar vardır Türkiye’de ve bu saydıklarım ucuz değildir pek. Bu yüzden de ‘banliyö’ kelimesiyle Türk insanının tanışması daha çok yenidir.

İstanbul’u bir kenara bırakırsak, şehir merkezinden uzakta yaşama ihtiyacı 10-20 yıldır başladı. Bundan önce Türk şehirleri, İslami şehir planlamasına uygun kurulurdu. Terimin adını doğru kullanmamış olabilirim lakin içeriği şöyle: Şehrin en merkezinde büyük bir cami bulunur. Caminin çevresi çarşıdır. Çarşının bir kenarında zenginler mahallesi vardır. Çarşıya diğer komşu mahallelerde orta halliler yaşar. Orta hallilerin arkasında da düşük gelirli insanlar yaşar. Çoğu Anadolu şehrinde bu yapı kullanılmıştır. Mesela Bursa bunu çok iyi bir örneğidir. Ulu Cami etrafında Kapalıçarşı, Tuz Pazarı ve hanlar vardır. İpekçiler Caddesi zengin tabaka içindi. Hisar, Şehreküstü gibi diğer çevre semtlerde esnaf, memur takımı yaşardı. Arabayatağı, Hamitler civarı da düşük gelirlilerin mahalleriydi.

Hep geçmiş zaman kipi kullandım çünkü bu dediklerim geçmişteydi. Artık batının şehir planlamasını kullanıyoruz. Daima batıya doğru gelişen şehirler görüyoruz. Eskinin daracık sokaklarının yerini olabildiğince geniş, kaldırımlı caddeler alıyor. Yeni kurulan mahallelerde daha evler bitmeden altyapı bitiyor, park yerleri yapılıyor, yeşil alanlar bırakılıyor.

Banliyölerimiz oluşuyor böylece ama bunun da kendi kuralları olduğunu daha çözemedik. Çünkü biz hala geçmişteki yaşantımızı düşünüyoruz. Hala şehir merkezine 10 dakikada ulaşmak istiyoruz. Hala adım başı bakkal istiyoruz. Güvenlikten dert yanıyoruz. Çevrenin ıssızlığı hoşumuza gitmiyor. Nokta nokta nokta.

Bir kere şunu anlamamız lazım, banliyönün avantajları olduğu kadar dezavantajları da vardır. Bu, şehirde yaşayanlar için de geçerlidir. Hangisini seçeceğiniz de tamamen sizin karakterinize bağlıdır.

Banliyöde yaşamanın artıları nelerdir? Gerek müstakil evde gerek apartmanlarda genişlik (evlerin büyüklüğü), havanın ve çevrenin temizliği, bol yeşil alan, gürültü kirliğinin olmaması, çocuklar için bol oyun alanı, hayvan besleyebilme, vb.

Merkezde yaşamanın artıları ise şunlardır: Okul, hastane, çarşı gibi kamu alanlarına yakınlık; sanat ve eğlence yerlerine (sinema, tiyatro, bar, lokanta, vb) yakınlık; ulaşım sorununun azlığı, vb.

İki tarafın da dezavantajları içinse birinin avantajlarına negatiflik ekleyin. Mesela merkezdeki evler gürültülüdür ve ya banliyö eğlence yerlerine uzaktır.

İşte bu ayrımı anladığımızda şehirlerde yaşanılan çoğu sorun da çözüme kavuşacaktır.

Kategoriler:fikir, yorum

Şehirleşme

Türkiye’nin çözmesi gereken sorunlar bir değil, iki değil maalesef. Siyasi, ekonomik, kültürel yığınla sorunu var başında. Bazı sorunlar var ki bunların yanında ufacık gözüküyor ama o ufacık sorunlar da damlamayı aştı artık ki deniz olma yolundalar.

Türkiye şunun şurasında 80 yıl önce bir tarım ülkesiydi. Şimdi ise giderek sanayileşen, bu uğurda da tarımı hiçe sayan bir ülke. Tek amaç, daha fazla fabrika ve daha fazla üretim. Ama bu sonucun getireceği birtakım sorunlar, hatta ciddi problemler ısrarla göz ardı ediliyor.

Merak etmeyin, olayın siyasi boyutunu tartışmayacağım. O konu beni fazlasıyla aşar. Benim gelmek istediğim nokta, sanayileşmenin getirdiği sorunlardan sadece biri: Şehirleşme.

Türkiye doğal olarak sanayileşirken bunu, şehirleşmeye paralel olarak yapıyor. Çünkü fabrikaya işçi lazımdır ve o işçi de çoğunlukla kırsal kesimden karşılanır. Böylece kırsal kesimden kente göç başlar ve bu da kentlerin hızla büyümesine yol açar. Buraya kadar her şey mantık sınırları dahilinde. Çünkü bu geçiş, sadece Türkiye’de değil, tüm dünyada yaşanmıştır. Sanayi Devrimi’nden itibaren Kuzey Amerika ve Avrupa’daki büyük kentlere göçler hızlanmıştır. Elbet başta oralarda da sorunlar yaşansa da zamanla çözümler bulunmuş ve 200 yıl sonunda rayına oturmuştur.

Tabii ki 3. dünya ülkelerindeki sanayileşme hareketi 1900’lerden sonra başladığı için de şehirleşme ancak başlamış. Dolayısıyla sorunlarla uğraşmak için daha az zamanı kalmıştır bu ülkelerin. Türkiye de bu ülkelerin başında gelmektedir ve şehirleşmenin sancılarını acı bir şekilde çekmektedir. Bunları çevremizde hala görüyoruz. Benim yaşadığım tek örnek ise Bursa. Doğal olarak tüm kentlerimizde aynı sorunlar görülse de ben Bursa’yı biliyorum. 80’lerdeki halinden bu günlere nasıl geldiğini, Nilüfer’in nasıl oluştuğunu çok iyi biliyorum. Biliyorum çünkü Bursa da benimle büyüdü. Bugün 3 büyük organize sanayi bölgesi olan bir büyükşehirden bahsediyoruz.

Bursa’nın yığınla sorunu var. Kendini geliştirmeye çalışsa da hep yetersiz kalıyor. Bunun sebebi de Türk mantalitesi. Bizim fakültede çok söylenen bir laf vardı: Amerika’yı yeniden keşfetmeye gerek yok. Doğal olarak yaşadığın onca sorunu yaşamış kentler vardır. 200 yıldır şehirleşmeye çalışan kentlere bakılabilir ve onlardan ders çıkartılabilir. Çıkartan yok mu Türkiye’de ve ya Bursa’da, elbet var. Lakin sorun, o çözümü pratiğe dönüştürmekte yatıyor. Bu dönüştürmede yapılan Türk işi çözümler, o çözümü sekteye uğratıyor.

Benim gözlemlediğim en önemli örnek toplu ulaşımda yaşanılan eğrelti durum. Şimdi Bursa giderek büyüyen bir kent ve kent içi ulaşımda raylı ulaşım politikası benimsendi. Harika. Ama iş sadece metro yapmakla bitmiyor. Sen onu besleyecek yan ulaşım planları yapmazsan, o metronun işlevi kalmaz ki! Mesela ben Altınşehir’de oturuyorum. Altınşehir sitesi Bursaray’ın son durağından 700 m sonra başlıyor ve 2 km kendi içinde uzanıyor. Ayrıca kendisinden sonra daha bir sürü yeni yerleşim yerleri var. Yani kaba bir hesaplamayla 20000 kişi bu civarda yaşıyor. Ama bu kişilerin %90’ı Bursaray’ı kullanmıyor. Çünkü belediye 2 hatlı otobüsle merkeze kadar hizmet veriyor. Şimdi belediye madem otobüs verecekti niye raylı ulaşıma yatırım yaptı ki? Üstelik belediyenin bu hizmeti sırf bu civara özgü değil. Emek, Beşevler gibi tüm banliyölere aynı uygulamayı yapıyor.

O hatların kaldırıldığını düşünelim. Öncelikle şehir içi trafiği ciddi şekilde rahatlayacak; bunların benzini, hizmet bedeli filan derken masraflardan kısılacak; Bursaray’a daha çok kişi binecek yani aynı maliyetle daha fazla kar elde edilecek; ulaşım süresi azalacak; hatta trafik azaldığından şehirde yayalara ayrılan yerler artacak.

Hatlar kaldırılınca ne olmalı peki? Alternatifler üretilmeli. Nasıl? Bir kere banliyölere en yakın metro durağından ring otobüsler kaldırılır. Ama bu hatlar metro durağında son bulur. Sonra, son metro durağına her aracı kapsayan büyük bir araç otoparkı yapılır. Banliyöde oturan insan, otobüse binmeyecekse arabasını burada park edip şehre iner. Keza ilçelerden gelen insanlar şehrin keşmekeşliğinde yer arayacağına arabasını burada bırakacak. Belediye de halkı buna teşvik edecek. Aynı şekilde bisiklet kullananlar, bisikletini parkta bırakacak. Yine çevre yayalar için de düzenlenir, durağa yakın oturanlar insanca yürür.

Peki, o hatlar kaldırılabilir mi? Hayır. Neden? Öncelikle o otobüsleri işletenler karşı çıkar. İkincisi, benim tembel halkıma in-bin yapmak zor gelir. Heykel’e tek araçla gitmek varken 2-3 araç değiştirmek zül gelir. Bunun nedeni de banliyö yaşamını bilmemekten ötürüdür ki bunun için ayrı bir yazı yazacağım. Güne giden canım teyzelerim zaten zor yürürken metroya nasıl binsin? Di mi ama?

Kategoriler:fikir, politika, yorum

Olimpiyatlardan Sonra

Şu sıralar herkesin ortak konusu olimpiyatlar. Bolt ve Phelps’in başarıları dillerde pelesenk olurken, Türkiye’nin başarısızlığı başka bir konu. Benim anlamadığım nokta ise başarı beklemek! Bu ülkede bir sporcunun olimpiyat madalyası alması neredeyse mucize zaten.

Bir kere bu ülkede spor bilinci yok! Tüm medyanın spor yayınlarına bakarsanız, sadece futboldan bahsedildiği görülür. Haydi medyayı geçelim, izlenmek üzerine yayın yaptığı için normal gelebilir. Ama bizim kültürümüzde de spor yok ki! Hangi vatandaşımız çocuğunu bir spora özendiriyor ki! Ülkemiz okullarındaki beden eğitimi dersleri boş ders demek olduğunu herkes bilir. Orta öğrenim hayatımda derslerimiz spor salonunda yapıldı ama dersler fiksti. İlk 20 dakika koşu, sonra birkaç ısınma hareketi ve serbesttik. İstisnaları kenarda bırakırsak hangi beden öğretmeni öğrencilerini sınıyor ki? Ki hadi bir sporu sevdiniz hasbelkader, değil madalya almak derece yapmak bile ne kadar zor bileniniz var mı? Bir sporda belli bir düzeyi yakalamak bile yoğun antrenmanlar gerektiriyor. Yani sıradan bir yarışta bile ilk 10 istiyorsanız, hayatınızı o spora göre düzenlemeniz gerek. Ki biz olimpiyatlardan bahsediyoruz! Elvan’ın antrenörü bu hususta güzel bir örnek verdi: Elvan’ı iki yarışta da geçen atletin ekibi tam 5 kişiymiş. Bu 5 kişi tüm bu 4 yıl boyunca sadece bu atlet için çalışıyor ve altın öyle geliyor. Sizce Türkiye’de buna para yatırabilecek insan var mı? Altın madalyaya 2000 altın vermek yeterli mi? Bir sporcunun 4 yıllık masrafı sadece 2000 altın mı? Buna da ancak alabilirse kavuşabilir ki bu parayla bir de hayatını idame ettirmesi gerek!

Bir de şu gerçek var: Ülkemizde sporu yönetenler sporcu değil! Acı ama gerçek. Mehmet Ali Şahin spordan sorumlu bakan olurken badminton diye bir şeyden haberi yokmuş mesela! Ki o spor, olimpiyatların ciddi dallarından! Başbakan, Sayın Şahin’i atarken gençliğinde futbol oynamasını göz önünde tutmuş! Bu ne demek? Hükümetin spor politikası yok demek! Ayrıca futbol harici federasyon başkanlarının sporla alakasız olduğu da çeşitli yerlerde duyuruyor. Geçen yıl bir söyleşide Semih Saygıner anlatmıştı, Bilardo Federasyonu Başkanı başkan seçilene kadar hiç bilardo oynamamış!

Ve siz ısrarla madalya umuyorsunuz! Gülüyorum sadece. Bir de bazı akılsızlar var ki devşirme sporculara laf atıyorlar. Ya onlar olmazsa Türkiye hiç olacak! Bu kişilere tek tavsiyem var: “Ne mutlu Türk’üm diyene!” sözünü irdelesinler.

Kategoriler:yorum

Uçurtmanın Düşündürdükleri

Geçenlerde The Kite Runner’ı izledim. Filmin ana objesi basit bir oyuncaktı: Uçurtma. Filmden sonra en son ne zaman bir uçurtma gördüğümü düşündüm. Çok acı ama çok gerilere gitmem gerekti. Sahi, ne olmuştu da uçurtma çocukların hayatından çıkmıştı? Ben çocukken her çocuğun gurur duyduğu uçurtması nasıl olmuştu da hatırlanmaz olmuştu.

Çok iyi hatırlıyorum, ben küçücük bir çocukken babam ablamla beni Uçurtma Festivali’ne götürmüştü, Çeşit çeşit kocaman uçurtmalar semaları şenlendirirdi. Onları izlemek büyük zevkti. Pike yapıp yeniden havalanması heyecan verirdi. Ayrıca uçurtma yapmak da büyük olaydı. Benim ilk çocukluğum 80’lerde geçtiğinden her oyuncak her çeşitte bulunmazdı o zamanlar. Her çocuk kendi uçurtmasını kendi yapardı. Önce iki güzel dal bulunup ihtimamla şekil verilirdi, sonra anneden bir kumaş ya da bez parçası bulunur, özenle dalların üzerine geçirirdi. Bir de fiyakalı bir kuyruk yapıldı mı değmeyin keyiflerine. Ama daha bitmezdi sorunlar. Hava rüzgarlı olmalıydı, mümkünse açık alan olmalıydı ve uçurtmayı havalandırmasını bilmeliydin. Yani uçurtma yapıp uçurmak her baba yiğidin harcı değildi. Ama sonradan gazeteler plastik uçurtma vermeye başladılar. Hatta benim bir tane Red Kit’li uçurtmam vardı. Kesin 2-3 hafta içinde çöpü boylamıştır o uçurtma, annem yayıntıdan nefret ederdi.

Bir de şimdiki çocuklara bakıyorum, hepsi cin gibi, anne-babalar eğitimli dolayısıyla çocuklar harika yetişiyor. Ama hepsinin tek derdi bilgisayar. En ufak yaratıcılık yok. Tek yaptıkları parmak kasları ve reflekslerini geliştirmek. Acaba yüzde kaçı bisiklete biniyordur? Kaçı çamurlu sahada top oynamıştır? Birkaç ay evvel annem anlatmıştı, gün dolayısıyla eve 4 yaşlarında bir çocuk gelmiş, hemen bilgisayarın yerini sormuş, olmadığını duyunca “Ben nasıl oynayacağım?” demiş. Çocuklarda yaratıcılık kalmamış vesselam. Her şey o kadar önlerinde ki yoktan oyun yaratmayı bilmiyorlar. Dolayısıyla hayal güçleri yok. Oysa ki bir çocuğun sahip olduğu en önemli şeydir hayal gücü.

Bir de madalyonun öbür yüzü var, onların anne-babaları. Bu vahşi kapitalist dünyada para kazanmaya çalışan insancıklar. Hayatları o kadar hazır tüketim ürünleriyle dolu ki çocuklarına bunu empoze ediyorlar. Çünkü sistem artık öyle işliyor. Amaç bir örnek insan yetiştirmek. Aynı plazaya giren insanlar misali aynı oyun mantığını çözmeye çalışan çocuklar! Ne garip değil mi? Sistemi yıkmaya çalıştıkça sistemin bir parçası oluyoruz. Hepsi ne için? Daha iyi bir hayat? Mutluluk, para, sağlık?

Siz ne istiyorsunuz? Çocuğunuz için ne istiyorsunuz? Uçurtma uçururken yere kapaklanıp düşmesini mi, alelade bir bilgisayar oyununda birinci olmasını mı? Hangisi daha steril ama hangisi daha yararlı?

Kategoriler:anı, hayat, sosyal hayat, yorum

Seks ile Sevişme Arasındaki 7 Fark

Son yazımda “Sekste duygu yoktur.” diye yazdım, biraz açmak istiyorum. Çünkü bence önemli bir konu. Tüm değerlerin maddiyata bağlandığı bir dünyada yaşıyoruz ve her şeye, hatta duygulara bile paha biçilmeye çalışılıyor. Oysa ki duygunun parası olmaz, olamaz. 1000 YTL verdim, 1 hafta mutlu oldum diyemezsin ama kendi kişiliğine göre 1000 YTL harcayıp, o harcadığın obje ya da şeye göre mutlu olabilirsin, orası ayrı.

Seks, her şekilde yapılır. Geneleve gidersiniz, jigolo/fahişe tutarsınız ya da isteksiz bir biçimde, diğer tarafı mutlu etmek adına yapabilirsiniz. Olayın içinde duygu yoktur. Fahişeyle seks yaparken; siz onu sevmezsiniz, işinizi halledip, tatmin olup, parasını ödersiniz ve çekip gidersiniz. Olay bundan ibarettir. Mutluluk da 2-3 saniyelik boşalmadan ibarettir ve bu mutluluk tek taraflıdır.

Sevişme durumu ise farklıdır. Öncelikle ‘sevişme’ kelimesinin semantiğine bakalım: Sözcüğün kökü ‘sev-‘, yani ‘sevmek’ fiilinden geliyor. Demek ki kelime sevme ile alakalı bir anlam içeriyor. Bu köke, ‘-iş’ yapım eki yani işteşlik eki geliyor. Peki işteşlik eki nedir? Bir eylemin karşılıklı olarak yapıldığını anlatır. Mesela ‘bakışmak’ kelimesini duyunca iki veya daha fazla kişinin birbirine bakıştığını anlarız. Bizim kelimemizde yani ‘sevişme’de de karşılıklı iki insanın yaptığı bir sevme eylemi söz konusu. Bu eyleme basitçe cinsel birleşme diyebilirsiniz. Halbuki işin içine sevgi girince eylem karmaşıklaşıyor, olay sadece birleşme ile bitmiyor. İki tarafın da zevk aldığı ön sevişme, sevişme, orgazm ve sonrası diye kabaca adlandırabileceğimiz bölümlerden oluşuyor. Birbirine sarılma, dokunma, hissedebilme bile bir parça haline geliyor. Böylece mutluluk sadece boşalma sırasında değil, tüm eylem ve hatta sonrasında da devam ediyor. Olay iki taraflıdır ve isteyerek yapılır. Çocuk yapma amacıyla da değil, sonuçlardan biri o olabilir.

Cinsellik bir tabu, kadınlık özel bir hak, zevk aşırı bir durum olduğundan toplum bunu konuşmuyor. Çoğu insan manevi anlamda bakir(e)liğini bozamıyor, sadece kendini tatmin ediyor. Kendini kandırıyor, çevresini kandırıyor, toplumu kandırıyor. Sosyal hayata uyum sağlamak adına benliğinden ödün veriyor. Kimse de bu ikiyüzlülüğe sesini çıkarmıyor.

Kategoriler:hayat, ilişki, yorum

Evlilik Üzerine

Geçen gün bir arkadaşımla biraz laflamak üzere Nevizade’ye gittik. Biramız geldi (leşti bu arada). Laflama başladı, söz döndü dolaştı evlenilecek kadına geldi. Baştan belirteyim, ben evlenilecek kız-eğlenilecek kız klişesine toptan karşıyım. Yok canım, öyle şey. Sen eğlen, ye, iç, durulunca da evlen. Çoğunluk yapıyor olabilir, kalsın.

Şimdi hatırladım, laf annenin çocuğa etkisi ile başladı. Ben direkt dedim, “Mesela evleneceğim kadın mutlaka kitap okumalı, böylece çocuk da göre göre okuma alışkanlığı kazanmalı.”, nokta. Bilmem, biraz anlatabildim mi? Son günlerde Sayın Başbakan da konuya el attı, en az üçer çocuk istiyormuşuz. Valla, çocuk döllenme ile bitse, eyvallah. Ülkemiz için değil üç, on çocuk feda olsun. Çocuğu at çayıra, yetişsin, oy kullansın mantığının bu kadarına da pes! Umarım Başbakan ektiğini biçebildiği zamanları görür, çünkü bu gidişle samanını bile zor görecek. Bırakın kendisini, bize de gördürmeyecek samanı, ben ona yanıyorum.

Neyse, biz ricat-ı mesele yapalım. Kadın, her biçimde ikinci varlık olmamalı (“Ben bilmem, beyim bilir!”). Öz iradesine her zaman sahip olup gerektiğinde kendi kararını alabilmeli. Ha, bu demek değil ki tamamen bağımsız olmalı, zaten o zaman ilişkinin adı evlilik olmaz. Bir kere, şu önemli bir tespit olmalı, evlilik bir imza kağıdı değildir. Bambaşka bir şeydir. Tabii, toplumumuzda öyle bir baskı unsuru var ki bu konuda ufak bir değişiklik bile çok zor kabul görüyor. Yani gelenekler duyguların önüne geçiyor. Bu arada bence evlilik bir duygu halidir.

Leş biralarımızı içmeye çalıştıktan sonra, odama geldim. Günlük filmimi seçerken, son günlerdeki Bond takıntımı sona erdirip farklı bir şey denemek istedim. Douglas Sirk’ün ne zamandır izlemek istediğim filmi All That Heaven Allows’u izledim. Küçük bir kasabada yaşayan Cary’nin aşık oluşunu anlatıyordu. Kocası öldükten sonra koskoca evde yalnız kalan Cary, tüm haftayı haftasonunu, çocuklarının gelişini bekleyerek geçirir. Hikaye bu ya, Cary gönlünü onca beyefendi arasından bahçesini budayan Ron’a kaptırır. Aşk, önce güzel gelir lakin hayatın gerçekleri aşka karşı belirir. Cary, tüm çevresini, bilhassa çocuklarını karşısına alıp Ron ile evlenebilecek midir?

Film mükemmel bir melodram. Zaten Atilla Dorsay her zaman için filmi en iyi melodram olarak gösterir. İyi bir senaryo, başarılı oyuncular ve Sirk. Ne denilebilir ki? Aslında film, harika bir geleneğe karşı duygular gösterisi. Belki bu savımdan, geleneğin kötü bir şey olduğu izlenimi vermişimdir. Amacım kesinlikle bu değil, ‘gelenek’ ifadesini genel anlamda, ama bilhassa kalıplaşıp zor kırılan davranış babında kullandım.

Duygu, bence Yaradan’ın bahşettiği en büyük hediyedir. Ama insanlar bunu doğru kullanamamışlar, para, güç ve ya baskıya boğun eğmişlerdir. Zaten şu anda ülkemizin bu garip durumdan geçmesinin nedeni de budur. Anlaşılamayan hırslar, sevdalar yüzünden her şeyi satabilecek pozisyona geldiler. Bunu birey bazına indirirsek birey de çeşitli hırslar yüzünden toplumun ona uygun gördüğü kişilerle arkadaşlık etmekte, kurumlarla çalışmakta ve onlarla hayatını geçirmektedir.

Duygusuz bir varlık olarak vaktini geçirmektedir. Dolayısıyla evliliği de bir toplum görevi olarak yapmakta, bunu yasal seks hakkı ve çocuk yetiştirme görevinin kılıfı olarak kullanmaktadır. Oysa ki iki konunun da bence evlilikle alakası yoktur. Seks duygu barındırmaz, çocuk yetiştirme de evliliğin sebebi değil, sonucu, meyvesidir.

Bu yüzden benim evlenmem felaket zordur.

Kategoriler:başyapıt, yorum Etiketler:

Türkiye’de Komedyenlik ve Şahan

Son zamanlardaki ülke durumu malum. Hele İlhan Selçuk’un sabah karşı 4’te gözaltına alınmasıyla işler iyice çıkmaza girdi. Durumun nasıl çözüleceği muamma çünkü iki taraf da uzlaşmak istemiyor bence. Haklı tarafları da vardır elbet ama haksız taraflarının yanında çok ufak kaldığı şüphesiz.

Ama ben şimdi politika yazmak istemiyorum, hem beni aşar, hem de sıkar. Zaten en apolitik bile İlhan Selçuk olayından sonra kıpırdandı. Ben size Şahan yazmak istiyorum bugün. Şaka değil. Bence Şahan da gayet önemli bugünlerde. Nedeni Recep İvedik’in kimilerine göre mucize başarısı.

ncelikle şunu söyleyeyim, ben filme gitmedim ve gitmeye de niyetim yok. İster entellik deyin, ister başka bir şey, bu benim popülist filmlere karşı aldığım bir karar. Transformers’a da gitmedim. İstisnai durumlar dışında da popülist yani direkt seyirciye yapılan filmlere gitmiyorum. Konu elbet tartışılır lakin bu, benim kararımdır.

Şahan bundan 3 yıl önce ilk çıktığında, üniversite tabakası arasında pek popülerdi. Herkes skeçlerini defalarca izliyordu, ben dahil. Çünkü yarattığı karakterler orijinaldi ve gayet karikatürize işlerdi. Birkaç ay içinde kendini tekrara başladı ve ben soğudum, bir daha da pek izlemedim. Ama bu, Şahan’ın komedyenliğine gölge düşürmez bence. Ona bakarsak, Levent Kırca yıllardır kendini tekrar ediyor, belki 1000 kere tekrar etmiştir ama bu, onun sanatçılığına gölge düşürdü mü? Ya Kemal Sunal? Türkiye’nin en büyük komedyenlerinden biri değil mi? Şaban karakteriyle onlarca kez kendini tekrar etmedi mi? Entel kesimler onu, ölümünden önce ciddiye aldılar mı? Kısacası Türkiye’de komedyenlik bir nevi palyaçoluktur. Güldürdüğün an harikadır, güldüremediği veya tekrara yeltendiği an tekmeyi yer. Ama zaten palyaçoluk da tekrara dayalıdır. Yılda bir kez oyun değişir, her yıl da bir turne olduğundan izleyicilere hoş gelir. Tıpkı günümüzdeki stand-up olayı gibi. Sizce Cem Yılmaz neden televizyona program yapmadı? Her hafta yeni malzeme bulmak kolay mı? Doğaçlama bile bir yere kadar gider.

Şahan’a bugün laf atanlar, yarın onu hiç mi alkışlamayacaklar? Şahan durumu kavramış zaten. Dün Milliyet Pazar’da çıkan yazısında bunu çok güzel dile getirmiş: “45’imden sonra bana saygı duyacaklar.” Ama iş, işten geçmeyecek mi?
Tabii ki Şahan’ın da hataları vardır. Mesela kendine Charlie Chaplin ve ya Buster Keaton’ı örnek alabilir. İkisi de bir sürü düşük düzey komedi yapmıştır ama birkaçı öyle başyapıttır ki hala izlemektedir. Ya da Jim Carrey! Sürüyle sulu komedisi var, Recep İvedik kadar popülist ama bir o kadar iş yapan. Ama aynı adam Eternal Sunshine of Spotless Mind’da da oynadı.

Değinmek istediğim şu ki birisini, bir işiyle kötülemek kolay gözükebilir. Ama Şahan daha yolun başında. Yapacak çok işi var. Belki ileride kendini tekrar eder. Ama ben değişik işler de bekliyorum ondan, en azından yeteneği var bunun için.

Kategoriler:yorum Etiketler:

Dizi Furyası ve Spaced

23/03/2008 1 yorum

Son yıllarda bir dizi furyası almış başını gidiyor. Hayır, birbirinin benzeri, klişe fabrikası yerli dizilerden bahsetmiyorum. Yabancı dizileri kastediyorum. Tabii ki televizyonun başlangıcından beri diziler yapılmakta ama 90’lı yıllarla birlikte ABD’de dizi fırtınası dinmişti. Eskilerin Dallas’ından, Charlie’s Angels’ından, Komiser Kolombo’sundan pek eser yoktu. Belki de o yüzden yapımcıları Seinfeld’e 3 sezon katlandılar. Şaka ama gerçektir ki Seinfeld ilk 3 sezonunda pek para kazandırmayan bir diziydi, sonra da efsane haline geldi.

Ama 2000’li yıllarla beraber kalıplar biraz kırılmaya başladı. Klasik dizi şablonlarının yerine daha rahat, fütursuzca konuşan, cinsellik içeren diziler gelmeye başladı. Diziler daha hayat kokmaya başladı. Dawson’s Creek, Gilmore Girls belki de geçiş dizileriydi. Oyunculu diziler animasyonları yakalamaya çalışıyordu. The Simpsons ve South Park’ın argolu hayatı daha cazipti. Nitekim Sex & The City ve Six Feet Under gündeme bomba gibi düştü. İlki 4 New York’lu iş kadınının seks hayatlarını televizyona taşıyordu. Çıplaklık, argo ve seksin her hali diz boyuydu. İkincisi ise durmadan hayatlarında kötü bir şey olan ama buna rağmen (5. sezon 9. bölüm hariç) ağlatmayıp kendini izlettiren bir cenaze evi ailesini anlatıyordu.
Ama yine de diziyi seyretmek uğruna kendini eve kapatan bir kitle yoktu. 2004 yılında o da değişti. Diziler gerçekten kabuk değiştiriyordu. Lost, gerçek manada ortalığı darmaduman etti. Birkaç on milyon seyirciyle en çok izlenen dizi konumunda. Şu anda en büyük TV fenomeni konumunda. Ardından 24, Prison Break, House, Heroes geldi ve daha bir sürü dizi daha. Hepsi salt eğlendirmekten ziyade, izleyicisini meraklandıran, düşündürten ve bir takım mesajlar barındıran dizilerdi. Mesela American Beauty sonrası tartışılan banliyö yaşantısı, Desperate Housewives ile yeni bir boyuta taşındı.
Doğal olarak sitcomlarda değişikliğe uğradı. Bunda esas payı Married with Children, Seinfeld ve The Simpsons oluşturdu. Ellen dizisinde baş karakter lezbiyen olduğunu itiraf edebiliyordu artık. Bir de İngiltere lisanslı sitcomlar var ki bu yazıyı yazma sebebimi oluşturuyorlar, özellikle biri.
İngilizler hep farklıydı zaten. Daha yeni dünya başkanını eleştiremezken Monty Python The Flying Circus ile başta din olmak üzere politika, toplum, ekonomi, tarih gibi ciddi alanları acımasızca eleştiriyordu. Üstelik bunu ta 70’lerde yapıyordu. Ardından çeşitli komedi grupları da onların izinden gitti. Bir de hiçbir mesajı umursamadan salt mizah yapanlar vardı. Bunların en ünlüleri Coupling ve The Office dizileridir. İkisinin de Amerikan versiyonu mevcut ama orijinalleri çok daha iyi iyidir, gülmekten kasıklarınıza ağrılar girer.
Şimdi de ben size üçüncüsünü tanıtacağım: Spaced. 1999-2001 yılları arasında 2 sezon boyunca yayınlanan ve sadece 14 bölümden müteakip bir dizi kendileri. Hala 3. sezon dedikoduları bulunuyor ama gerçekleşeceğe hiç benzemiyor. Dizinin beyin takımı Simon Pegg ve Jessica Hynes (Stevenson). İkili dizinin hem senaristi hem de başrol oyuncuları. Yönetmen de Edgar Wright. Simon Pegg-Edgar Wright ikilisi dizi sonrasında yazdıkları ve Wright’ın yönettiği iki filmle, Shaun of the Dead ve Hot Fuzz, bayağı popüler oldular. Ama bu dizi ikilinin ilk projesi.
Senaryo basit aslında: Ev arayan iki kişi, bir çifte kiralanacak evi tutmak için çift numarası yapıp eve taşınır. Çizgi roman çizeri olan ama hiç yayınlanmış eseri bulunmayan Tim Bisley, çizgi roman dükkanı sahibi arkadaşı Bilbo Baggins’in (!) yanında çalışmaktadır. Aslında yazar olan ama hiçbir şey yazamayan Daisy Steiner ise işsiz güçsüz takılmaktadır. Yeni ev sahibeleri Martha, ilginç konuşması ve her zaman elinde bulunan içki şişesi/kadehi ile görünülesi bir tiptir. Martha’nın kızı Amber’in yüzünü ise hiç göremeyiz. Alt komşuları Brian ise bir ressamdır ama bizzat ne yaptığını soracak olursanız, size vereceği cevap ve eşliğindeki görüntüler şunlardır:
– Kızgınlık/Brian fırça ile tuvale saldırmaktadır.
– Acı/Brian parmağını keser ve kanıyla tuvali boyar.
– Korku/Tuval karşısında ağlamaktadır.
– Şiddet/Tuvalin üzerinde çekiçle yumurta kırmaktadır.
Bir de ikilinin birer yakın arkadaşları vardır. Tim’inki Mike’tır ve kendisi hayatı savaş alanı zannetmektedir, zamanında Paris’i tek başına işgal etmeye kalkmış ve ordudan atılmıştır. Daisy’ninki de Twist’tir, o da kendini ünlü bir modacı sanmakta ama sadece kuru temizleyicide çalışmaktadır.
Bu 6 karakterin komik hayatı 14 bölüm haline bize gösterilir. Diziyi asıl eşsiz yapan unsur ise göndermeleridir. Dizinin her bölümünde en az 5-6 tane olmak üzere film/dizi/kitap göndermeleri yapılır ve bunlar diziye çok iyi bir şekilde yedirilir. En çok gönderme yapılanlar Star Wars, The A-Team, Scooby Doo. Ama çok geniş yelpazeli bir gönderme listesi söz konusu. Mesela Manhattan’ın başlangıcı gibi yapılan 2. sezon başı çok değişik. Tabii, şöyle bir dezavantaj söz konusu: Göndermeleri yakalamak için film kültürünüzün geniş olması gerekli ama yakaladıkça duyduğunuz haz da artıyor. Bu bakımdan gerçekten eşsiz bir dizi.
Bu arada dizinin gittikçe kültleştiğini ve henüz Türk televizyonlarında yayınlamadığını ekleyelim. Lakin 2008-2009 sezonunda yayınlanacak olan dizinin Amerikan versiyonu sebebiyle popülerleşeceğini ve bizde de gösterileceğini yorumlayabiliriz.
Son olarak yabancı dizi kanallarının artmasıyla yaşanan dizi enflasyonunda yönünüzü iyi tayin etmenizi öğütlüyorum. İçlerinden çürükleri atarak zamanınıza değecek dizileri seyreyleyin.
Kategoriler:dizi, TV, yorum Etiketler:

Türkiye’deki Rejim

Türkiye çok zor bir dönemden geçmekte. Öyle bir dönem ki ülkenin sınırları, rejim dahil tüm ana unsurları değişebilir. Ne yazık ki çok az kişi neler olup bittiğinin farkında. Farkında olanların bir kısmı ise işlerine öyle geldiği için farkında değilmiş numarası yapmakta ve hatta diğerlerinin farkında olmamaları için ne gerekiyorsa yapmaktalar. İşte böyle bir ortamda Fazıl Say’ın sözleri tüm ülkede yankılandı.

Tepkiler fevkalade ilginç. Başbakan ve cumhurbaşkanı beklendiği üzere “İstiyorsa gidebilir.” dediler ve kendi isteklerini ilk defa açıkça dile getirdiler. Gerçi başbakanımız bundan önce de Abdullah Gül’ü kendi cumhurbaşkanı olarak görmeyen Bekir Coşkun’a ülkeyi terke etmesini söylemişti ama. Çoğu farkında olmak istemeyen ise başbakana sonsuz destek verdiler. “Ülkesinden vazgeçebilen biri zaten gitmelidir.”e getirdiler lafı. Böyle bir olay bundan 10 yıl önce olsaydı haklı olurlardı. Ama ülke, artık o ülke değil. Çünkü Türkiye ciddi manada değişiyor. İçki içenin kafir sayılacağı, türban takmayana orospu gözüyle bakılacağı günler hızla gelmektedir. Artık devletin kurum müdürleri bile hukuka aykırı davranışlara prim verebiliyor. Çünkü çok iyi farkındalar ki iktidar yanlısı bir hukuk yanlışı kolaylıkla örtbas edilebilir. Nasılsa medya da iktidarın elindedir, gazeteciler özgür değildir. Sanatçılar, eğer sistem karşıtıysa kovulabilir. Bunlar normal şeylerdir. Ülkene küfredenlere bile şeref madalyası verebilirsiniz, nasılsa onun bahsettiği, yani Atatürk’ün kurduğu ülke artık yoktur. Ülkenizin önemli mevkilerin yabancılara peşkeş çekebilirsiniz. Bu arada adı sanı duyulmamış bir piyanistin feryadının nesi önemli ki? O değil midir zaten yurtdışında oturan, Frenk müziği yapan? Ona ne Türkiye’nin durumundan! Gitsin Nev Yorklarda otursun!

Efendim, ülkede çok kutuplaşma alıp başını gitmektedir. Laikler, statükocular, teokratçılar, Kürtler, vs. Herkes kendi menfaati için çekişmektedir. Oysa ki bu ülke nereye gidiyor, günümüz dünyasında Türkiye’nin yeri nasıldır, diye soran yoktur. Şahsen cumhuriyetçi ve laik biri olarak bu dediğimin karşında olmam gerekir ama eğer Türk adının geleceğe kalmasını istiyorsak önce neyi istediğimize karar vermeliyiz. Miş gibi yapmadan, yüreğini ortaya koyarak, bu ülkenin vatandaşları ne istiyor? Aydın kesimin 200 yıl önce başlattığı Tanzimat hareketlerine devam edip demokratik bir toplum olmak mı? (Ama o zaman demokrasinin manası öğrenilmelidir ki kimsenin uğraşacağını zannetmiyorum.) Halkın hala daha yönetildiğini sandığını meşrulaştırıp monarşiye geçilmeli mi? Daha ileriye gidilerek İslam teokrasisi kurulmalı mı? (Kimse %95’inin diğer din taraflarını kafir ve hain olarak gören bir toplumun hoşgörü milleti olduğu yalanını atmasın.) Yoksa eyalet sistemine geçip federe bir devlet mi kurulmalı? Ülkenin iyiliğini isteyen biri buna açıklıkla cevap verir. Ama biz hep miş gibi yaptığımız için hiçbir zaman cevap alınamayacaktır. Statükocular, ekonomiye zeval gelmesin zihniyetiyle teokratçılara oy verecektir. Bu oyları pazarlayan teokratçılar, teokrasiye yaklaşmaya çalışıyormuş gibi yapıp aradaki ince dengeyi tutturmaya çalışacaklardır. Demokratlar sanki Tacqueville hiç yaşamamış gibi demokrasini üstünlüğünü savunuyorlarmış gibi yapıp statükocu ve liboş olduklarını saklamaya çalışacaklardır. En komiği de cumhuriyetçi gibi görünüp statükocu olanlardır ki %1 oy alınca çığlıklar atacaklardır.

Kısacası ülkeyi yönetenler mış gibi yaptıkça ne kendilerine ne de rakiplerine yarar sağlayacaklardır. Hoş, tam olarak bunu isteyenler de vardır ama zaten onlar ya Türk değildir ya da çoktan Türklükten çıkmışlardır. Şimdi eğer Türkiye’yi seviyorsak yapılacak ilk şey rejime karar vermektir. Bu ülke ne yazık ki Atatürk’ün verdiği hediyeyi anlayacak kadar zeki değildir. Tam tersine Aziz Nesin’inde belirttiği üzere %70’i salaktır. Ama bu salaklar topluluğu bu seçimi yapamayadıkça bu kaos ortamı devam edecektir.

Kategoriler:politika, yorum

Aydın-Halk Ayrımı

Son zamanlarda tarihle ilgili birkaç kitap okuma fırsatı buldum. Kitaplarda esas olarak Tanzimat dönemini daha dikkatli okudum. Çünkü son birkaç yıldır Türkiye’nin Tanzimat devrinden pek ileri gidemediğini gözlemliyorum. 19. yüzyılda Ahmet Mithat Efendi’nin yazdığı karakterler hala aramızda dolaşıyor. Peyami Safa’nın Fatih-Harbiyeromanındaki olaylar hala güncel. Sanki hiç ileri gitmiyormuşuz gibi, sadece teknik oyuncaklarla kendimizi kandırıyormuşuz gibi. Sakın Türklerin yeni teknoloji düşkünlüğünün sebebi bu olmasın? Yani baktığınızda modern bir toplum görüntüsü çizen ama aslında 200 yıldır mantalitesi hiç değişmeyen bir toplum.

Fuzuli’nin ünlü mısrasını hatırlayanlar olacaktır: “Selam verdim, rüşvet değildir diye almadılar.” Düşünün 16. yüzyılda ana sorunlardan biri rüşvetmiş, 21. yüzyılda hala öyle. Millet kayırmadan, para almadan kılını kıpırdatmıyor. Tam 500 yıldır aynı durumdayız yani, rüşvetsiz herhangi bir sektör bulmak zor.

Ama benim asıl derdim şu ‘aydın’ denilen kemsin tanımı. Bana aydın kime denir söyleyebilir misiniz? TDK’ya göre “Kültürlü, okumuş, görgülü, ileri düşünceli, münevver’. Şimdi de bu tanıma göre bana isim verin. Bu saydığınız isimlerin nerelerde yaşadıklarına, ne yaptıklarına göz atın bir de. Sizce de bir gariplik yok mu? Aydın kesim her şey hakkında görüş belirtiyor ve bu görüşlerini halkın benimsemesini istiyor. Sanki halkın hiç düşünme hakkı yok, tek seçeneği onun için düşünene boğun eğmek! İlk paragrafta da değindiğin gibi bu, 200 yıllık bir mesele.

İlk aydınlarımız II. Mahmut zamanında Avrupa’ya elçi ve öğrenci gönderilmesiyle oluşmaya başlamış. Fransız Devrimi ve Sanayi Devrimi ertesinde yeni bir çağa giren ve demokratikleşme ve teknolojiyi aynı potada eritmeye başlayan Batı etkisinde düşünceleri şaşkına dönen ilk aydınlarımız, dönüşlerinde çöküşe doğru yürüyen devletlerini durdurmak istediler. Bu amaçla da bir sürü fikir/akım/parti/dernek ortaya çıktı. Tanzimat Dönemi de, Jön Türkler de, İttihat ve Terakki de bu rüzgarın eseridir. Fakat olayları biraz dikkatli analiz ederseniz, şu husus gözünüzden kaçmayacaktır. Hiçbir fikir ya da dernek halka inmeye ulaşmamıştır, hedefi daima üst kesim, daha doğru tabirle okumuş kesim olmuştur ki 19. yüzyılda ülkede nüfusun kaçta kaçının okumuş olduğuna bakarsanız durumun vahimi daha iyi görülecektir. 19. yüzyıl Türk akımların tutmamış/benimsenmemiş olmasının asıl sebebi budur. Akımın fikir adamları ortadan kaldırılınca fikir de otomatikman kaldırılmış oluyordu. Oysa Batı akımlarının ana dayanağı halktır. Akım, daha su yüzeyine çıkmadan halk için propaganda yapmaya başlar, sonra bir şekilde açığa çıkınca desteğini de halktan alır. Oysa ki İttihat ve Terakki’nin ana kadrosu sadece 5 kişiydi ki bunlar da pek açık değildi. Ne zaman 1. Cihan Harbi başladı, bu 5 kişi ortaya çıkarak yurtdışına kaçtılar ve böylece İttihat ve Terakki dönemi sona erdi. Şu örnekle bu saptamayı pekiştirelim: Nazilerin lideri her kesin bildiği üzere Adolf Hitler’dir. Ama Hitler 2. Dünya Savaşı’ndan çok daha önce halka inmiştir. Bu alanda çeşitli yöntemler kullanmıştır ki bunların en önemlisi Leni Riefenstahl’ın yönetmenliğinde çekilen belgeseller olmuştur. Bu yüzdendir ki savaş bitiminde Naziler hezimete uğrasalar bile ideolojileri hep ayakta kalmıştır. Günümüzde bile çeşitli Neo-Nazi gruplarını faaliyetleri sürmektedir. Bana söyler misiniz hayatınızda hiç İttihat ve Terakki’nin ideolojisini devam ettiren, birkaç menfaatçi general hariç, kişi gördünüz mü?

İşin en acı tarafı da bu gelenek hala daha devam etmektedir. Aydın, hala halka tepeden bakmakta, onu eğitmeye yanaşmamaktadır. Sonra da beklediğinin tersi olunca bas bas bağırmaktadır. 2007 seçimleri buna en bariz örnektir. Hiçbir aydın AKP’nin %47 oy alacağını tahmin etmiyordu çünkü halk onlara uzaktı. Kendileri halk olmak istemiyorlardı ama halkın kendilerine riayet etmesini istiyorlardı. Halkı küçük gören bu kesim, hala suçu halka atmaktadır çünkü hala sorunun kökünü bulamamıştadır, zaten bulmaya da çalışmıyordur. Onlar gazeteden köşe yazmakla, TV’de birkaç afili cümle kurmakla işin olabileceğini düşünüyorlar. Bazı kesim buna da cüret etmiyor, direkt iktidar olmak istiyor. Durum böyle devam ederse, halkımız 21. yüzyılda yaşıyor görünüp 18. yüzyıl düşüncesiyle yaşamaya devam edecek; aydın kesimi de kendi oyunlarını oynayıp şaşırmaya devam edecekler.

Kategoriler:politika, tarih, yorum