Arşiv

Archive for the ‘yorum’ Category

Ayrımcılık Üzerine (Gentlemen’s Agreement)

Ne yazık ki artık klasik filmlere gerektiği önemi veremiyorum. Üniversitedeyken yeni film izlediğim kadar da eski yapımları seyrederdim. Artık çok az canım ister oldu.

Neyse ki bugün evden çıkmadım. İzlediğim 2 yeni filmin ardından bir de klasik izleyeyim, dedim ve Gentlemen’s Agreement‘ı izlemeye başladım. Film Elia Kazan tarafından çekilmiş bir stüdyo filmi. Baş rolde de eskilerden en sevdiğim oyuncu olan (bunda Killing the Mockingbird‘ün etkisi muhakkak vardır) Gregory Peck vardı. Ama açık söylemek gerekirse, film hakkında 1948’de En İyi Film Oscar’ını alması dışında bir şey bilmiyordum.
Film, ünlü bir makale yazarının New York’a oğlu ve annesiyle taşınmasıyla başlıyor. Karısı bir süre önce ölmüş. Yeni bir hayata başlamak istiyor. Yeni dergisinin editörü, ondan farklı bir konu hakkında çalışmasını istiyor: Anti-semitizm hakkında bir yazı dizisi. Yazarımız önce yazacak bir şey bulamıyor, nereden başlayacağını bilemiyor. Sonra aklına bir fikir geliyor: Yeni geldiği bu şehirde kendini herkese Yahudi olarak tanıştırıyor. Böylece bir süreliğini de olsa onların bakış açısına sahip olmayı başarıyor ve yazısını bu açıdan kaleme alıyor.

Daha fazlasını oku…

5×2 – Evlilik Üzerine

Artık yaş kemale ermeye başladı ya, evlilik konusu daha çok gündeme geliyor artık. İstemesem bile karşıma çıkıyor pat diye. Artık umursamıyorum lakin daha fazla düşünüyorum “Evlilik nedir?”, “21. yüzyılda evlilik nasıldır?”, vs…

Dün François Ozon’un 5×2‘sini izledim. Gösterime girdiğinden beri bildiğim, kah izlemekten vazgeçtiğim kah izlemem gerektiğini hissettiğim bir filmdi. Sonunda izlemekten memnun kaldığımı söylemeliyim. Ama harika bir film olduğundan değil. Gayet izlenebilir ama çok da aham şaham olmayan bir film.

Filmin olayı, modern evliliğe gayet tarafsız bakabilmesi. Bu açıdan, önem arz ettiğini bile iddia edebilirim. Çünkü kim ne derse desin, ‘evlilik’ artık hiç de eskisi gibi değil. 20-30 yıl öncesinin ataerkil yapılı evliliklerinin tarihe karıştığını söyleyebilir. Tabii, bunu toplumun belli bir kesmi için söylüyorum. Diğer türlü “Ya yüzde %58 hayır kim dedi?” diyen gruba katılırım ki hiç niyetim yok.

Daha fazlasını oku…

Değişim ve Ben

Herakleitos “Değişmeyen tek şey değişimdir.” demiş. Katılmamak imkansız. İnsan her gün değişiyor. Bir günü diğerini tutmuyor.

Yeğenim şu an 10 aylık ve her gün daha da büyüyor. Her gün biraz daha uzuyor, anlıyor, konuşuyor. Bebeklerde daha bariz olsa da biz, büyükler de büyümeye devam ediyoruz, her gün. 2 yıl önceki kendimle kıyaslanmayacak durumdayım mesela. Ama bu büyüme daha çok manen oluyor, olgunlaşma dedikleri tabir işte. Tabii bu manevi büyüme çehrenizi de fiziki olarak değiştirebiliyor. Hani bazen öyle yüzler görürsünüz ki içinizden “Hayatın tokadını kim bilir kaç kez yemiş?” dersiniz. Bazen de tersi olur, olgunlaşma simanıza bir mana katar.
İşte ben böyle bir dönemden geçiyorum. Her gün yeni bir değişikliğe gebe olan, sancılı bir geçiş dönemi…
10 gün önce İstanbul’a taşındım. Kadıköy’de geçici bir oda tuttum. Gebze’de işe başladım. Kısacası tüm düzenimi değiştirdim.
3 hafta önce Bursa’da Uludağ Üniversitesi ana kampüsünde çalışıyordum. Ailemle beraber oturuyordum. Açıkçası daha güvenli bir hayattı. Ama ne uzayan ne kısalan!
Şimdi her türlü olasılığa açık bir döneme girdim. Tüm rutinim değişti!
Kadıköy merkezde bir nevi öğrencilik hayatı yaşıyorum (ev olarak), dışarıda yemeğimi yiyorum, çıkarken odamı kitliyorum, çamaşırlarımı çamaşırhaneye götürüyorum. Sabah işe gidişim 1 saat 20 dakika (eskiden 40 dakikaydı), dönüşüm 2 saat (eskiden 1’di).
Ama İstanbul’dayım. Her çeşit insanın yaşadığı, her türlü uçun bir yerde olduğu bir kentteyim. Çoğu arkadaşımın yaşadığı, istediğim hayat tarzının yaşanabildiği bir kentteyim. Belki şu an çok iyi bir statüde değilim ama önüme gelen fırsatları değerlendirebilirsem hayalimdeki hayatın hiç olmazsa birazına kavuşabilirim (İnanın, çok uçarı hayalim de yok!).
Belki de İstanbul bana ters davranacak!! Daha da düşeceğim. Ama riski almalıyım. Büyük oynayacaksam, büyük düşünmeliyim. Çok zeki, yakışıklı filan biri değilim. Kendimi biliyorum. Ama elimdeki imkanlarla Bursa’daki hayatımla yetinemezdim. Olmazdı. Güvenli ama pek gelecek vaat etmeyen bir hayattı o, hem profesyonel hem özel hayatta.
Eğer birtakım istekler uğruna cefa çekeceksem çekmeliyim. Gülü seven dikenine de katlanırmış. Ha, şu anki durumum da çok sefil mi? Hayır, zaten bir geçiş dönemi ve onun getirdiği sorunlar var. Yani zannetmeyin ki, Mecnun misali dağları deliyorum. 21. yüzyıldayız, kimse kimseyi kandırmasın.
İşte hayat bir şekilde akıyor ve beni her gün değiştiriyor. Şunu bir kenara yazın, bu dönem ister iyi ister kötü geçsin de ben bir daha Bursa’daki Artun olmayacağım. Olmamam da gerek zaten. Bu yüzyılın koşulu bu çünkü. Değişmelisiniz, hem de gün.
Kategoriler:felsefe, hayat, yorum

Ötenazi Hakkında Birkaç Fikir

Demokrasinin ana cümlelerinden biridir, “Bir başka bireyin özgürlüğünün başladığı yerde, bireyin özgürlüğü biter.” Çok önem verdiğim ve kişisel hayatımda da uyguladığım bir tanımdır.

Başkasının hayatına müdahale etmediğin müddetçe, istediğin şeyi yapmakta özgürsündür. Tabii, burada cümlenin ilk kısmı daha önemli çünkü genelde dikkat edilmeyen taraf bu kısım.

İnsanlar çift taraflı olarak bu hakkı ihlal etmeye pek meraklı. Mesela özgürlüğüne düşkün bir birey, başkalarını hayatını engellemediği halde, sırf hareketi genel düşünceye ters düştüğü için tepki görebiliyor. Bireyin özgürlüğü toplum tarafından keyfi olarak sınırlanıyor. Bu olaya Türkiye’de daha spesifik olarak ‘mahalle baskısı’ deniliyor. En bariz örnekle, kendi halinde balkonunda içki içmek isteyen biri içemiyor.

Diğer yandan bazı insanlar gayet keyfi olarak başkalarının hayatlarına müdahale ediyorlar ve bu hareketini doğal addediyorlar. Genelde savunmaları toplum veya dini kurallara sahip çıkmak istemeleri.

Burada vereceğim örnek, çok tartışılan bir konu: Ötenazi. Demokrasinin bireye verdiği en temel hak, yaşama hakkıdır. Bu hak, tamamen bireyin kendisine aittir. Eğer birey, bu hakkından vazgeçmek istiyorsa vazgeçebilmelidir.

Hayat, harikulade bir şeydir. Kelimelerle anlatılamayacak, iyiyle kötünün yan yana olduğu, en önemlisi her anı belirsiz olan ve bu yüzden de tüm sürprizlere açık bir boyutlar kümesidir. Ama bazı nadir durumlarda hayatın özelliği kalmaz.

Burada depresif durumları asla kastetmiyorum. Aşk acısı, ölüm acısı, vb. üstesinden zor gelinebilen durumları kastetmiyorum. Bir şekilde bunlardan sıyrılabilir insan, çünkü hayat sürprizleriyle unutturur. Ben ölümcül bir hastalık sonucunda, artık iyileştirilemez durumda bulunanları kastediyorum.

Örneğin amansız bir kanser hastasısınız, öldürmeyip süründüren cinsinden. Şimdi hayatın hiçbir keyfini alamadan, işkence çekerek yaşamınızı sürdürmeniz ne kadar mantıklı?

Tabii, tüm bu durumda olanlara ötenazi uygulanmalı diye bir iddiam yok. Ama eğer bu durumdaki bir kişinin ötenazi hakkını kullanmasına izin verilmeli. Tek iddiam bu!

Diyeceksiniz, “Hayrola, durup dururken nerden aklına geldi?” diye. Pazar sabahı, Al Pacino’nun ilk TV filmi olan You Don’t Know Jack‘i izledim. Film, hastalarına ötenazi hakkı sunan Dr. Jack Kevorkian’ın karşılaştığı engelleri anlatıyor. Demokrasi hakkında biraz kafa yormak ve ötenazi hakkında düşünmek için birebir. Bir de oyunculuklar süper.

Kategoriler:fikir, TV, yorum Etiketler:

Kürt Açılımı Hakkında

Şimdi yazacaklarımı çoğu insan yanış anlayabilir. O yüzden baştan söylüyorum ki olabildiğince tarafsız düşünmeye çalışıyorum bu hassas konuda.

16 yaşımda, en sonunda kendi inancıma karar verdikten sonra bir idealin de hep arkasında durdum: Sınırları olmayan, kamplaşmamış bir dünya! Bu gerçekleşemeyecek bir ideal, bir ütopya farkındayım lakin bu ideale yaklaşan her adımı da her zaman alkışlarım.

Son bir ayda gündemin en ağır konusu Kürt açılımı. Her konuda olduğu üzere, Türkiye’de konuyu bilip bilmeyen herkes bu açılımı tartışıyor. Yani yine ağzı olan konuşuyor. O zaman benim de yazmamda sakınca yoktur.
Daha fazlasını oku…

Kategoriler:politika, yorum

Mad World’ün Alternatif Çevirisi

All around me are familiar faces
Çevremizde her gün tanıdık bir sürü yüz görüyoruz. Kimi gerçekten tanıdığımız, kimi de sadece benzeyen. Çevremiz bu kadar kalabalık olsa da yalnızız yine de.

Worn out places, worn out faces
Çünkü çevremiz o kadar dejenere olmuş ki! Gittikçe güzelliğini kaybeden, anlamını yitiren mekanlar. Daha da önemlisi maskeler kuşanmış binlerce insan, artık yüzleri bile tanınmayan.

Bright and early for their daily races
Hepsi de basit oyunlar etrafında dönüyor. Her gün tekrarlanan, sahte numaralar lakin herkesin katıldığı.

Going nowhere, going nowhere
Hepsinin ödülü de aynı: Hiçbir şey. Belki de sadece yeni oyunlara katılma hakkı veriyor, yine sonucu bulunmayan.

Their tears are filling up their glasses
Tabii bu manasız yarışları kaybedenler de var. Ödülleri de gözyaşı. Ama bu yaşlar dışarıya akamıyor, kişinin içinde birikiyor.

No expression, no expression
Çünkü hala dışarıyı düşünüyorlar. Utandırmak istemiyor kendini, o yüzden de yüzü ifadesiz. Ama bilmiyor ki zararı yine kendine.

Hide my head I want to drown my sorrow
İçine attıkça da insan, gömüyor başını, tavuskuşu misali. Acısını kendi çekmek istiyor.

No tomorrow, no tomorrow
Sonuçta ne kazanan, ne de kaybeden yarına ulaşamıyor. Edindiği şey, yine bugün.

And I find it kind of funny
Bense tüm bunları biraz komik buluyorum. Bazen onları izleyip dalgamı geçiyorum.

I find it kind of sad
Bazen de çok üzülüyorum. Yüreğim burkuluyor, çünkü ben de içindeyim.

The dreams in which I’m dying
Öyle bir hale geldik ki artık en iyi rüyalarımız…

Are the best I’ve ever had
içinde öldüklerimiz. Çünkü bu düzenden tek çıkış yolu var.

I find it hard to tell you
Söylemesi çok zor, inanın.

I find it hard to take
Kabullenilmesi belki de daha zor.

When people run in circles
İnsanlar bu düzenin içinde sonu olmayan daireler çiziyorlar. Hiçbir getirisi olmayan!

It’s a very, very
Mad World
Mad world

Bu dünya çok ama çok çıldırmış. Yörüngesinden tamamen sapmış!

Children waiting for the day they feel good
Her çocuk o günü bekler. Hediyelerin alındığı, pastaların yendiği, oyunlarda kazananın o olduğu.

Happy Birthday, Happy Birthday
Nice yıllara doğum günü çocuğu! Ama hakkın sadece 1 gün, ya kalan günler?

And I feel the way that every child should
Her çocuğa bunlar anlatılır, ders olsun diye. Oysa ki çocuğa yalanı dolanı öğretiriz böylece.

Sit and listen, sit and listen
Oturup dinler her biri ama korunmayı öğreneceğine düzeni öğrenir.

Went to school and I was very nervous
Okula ilk başladığımda çok huzursuzdum. Evin huzurlu ortamından ilk adımdır.

No one knew me, no one knew me
Kimse seni tanımaz, sen de kimseyi. Herkes temizdir (olacağı kadar).

Hello teacher tell me what’s my lesson
Buyurun hocam, bana dersimi öğretin. Bana düzeni öğretin.

Look right through me, look right through me
İçime bakarak yargıla beni. Ne olacağımı söyle. Sisteme nerden dahil olacağımı.

And I find it kind of funny
Hala bunları komik buluyorum.

I find it kind of sad
Biraz da buruk. Ama elden ne gelir ki?

The dreams in which I’m dying
Hala içinde öldüğüm rüyalar en keyif aldıklarım.

Are the best I’ve ever had

Belki de en iyileri hakikaten.

I find it hard to tell you
Bunu söylemek zor gelse de bu böyle.

I find it hard to take
Anlaması farklı olsa da

When people run in circles
İnsanlar bu döngüde döndükçe dönüyor, fark etmeseler de.

It’s a very, very
Mad World
Mad World
Enlarging your world
Mad World.

İşte bu yüzden bu dünya çok çılgın! Gittikçe de genişleyen bir halde üstelik.

Şarkı: Mad World – Gary Jules

Kategoriler:hayat, yorum, şarkı

Şok Doktrini

25/07/2009 2 yorum

Bu sefer kendi düşüncelerimi değil, okuduğum ve önemli olduğunu düşünüp herkesin okuması gerektiğini düşündüğüm bir dosyanın özetini yazacağım. Hak verip vermemek size aittir.

Bahsedeceğim dosya, Bant dergisinin Temmuz-Ağustos 2009 sayısında yer almaktadır. 19 sayfalık bir yazılar topluluğundan oluşmaktadır. Tabii ben bu 19 sayfanın belli başlı bölümlerine değineceğim. İlginizi çekerse dergiyi alıp tamamını okumak tavsiyemdir.

Dosyanın adı ‘Şok Doktrini’. Naomi Klein’ın ortaya attığı bir kavram bu, orijinali ‘The Shock Doctrine’ olan. Kavramı kabaca ifade etmeye çalışırsak, Chicago Okulu mezunu bir grup liberal ekonomistin son 40 yılda dünyada yaptığı yıkımı anlatıyor.
Daha fazlasını oku…

Kategoriler:ayrımcılık, politika, yorum

Önyargı!

Şu sıralar önyargı konusuna takmış durumdayım. Nedir önyargı? Kırılmalı mı, kırılmamalı mı? Yararlı mı zararlı mı? Valla işin içinden çıkamıyorum. Farklı bakış açıları daha da farklı sorunlar getiriyor. Giderek bir paradoks haline dönüşüyor kısaca ve bunun da iyi mi kötü mü olduğunu kestiremiyorum.

İşin kökeninde subjektiflik var bir kere. Yani objeye göre değil, kişinin kendisine göre karar verme güdüsü. Mesela önünüzde bir olay oldu. Bu olayı da bir şekilde yorumlamanız istendi. Şimdi bu olayı kendi bilgi ve birikimlerinize göre mi yorumlarsınız, yoksa olayın kendi içi dinamiğine ve etkenlerine göre mi? Aslında sorulması gereken asıl soru şu olmalı: Getirdiğiniz yorum ne kadar nesnel olacak? Çünkü elbet yeni doğmuş bir bebek kadar objektif olamayacaksınız. Eğitiminize, kültürünüze, memleketinize göre oldukça değişecek yorumunuz. Boşuna dememişler “Değer yargıları zamana, mekana ve kültüre göre değişir.” diye!
Daha fazlasını oku…

Kategoriler:hayat, yorum

Düşünmek Lazım

Geçen ay seyirci açısından felsefedaş iki film izledim. Bakınca birbiriyle alakası pek yok gözüküyor lakin bir açıdan benzeşiyorlar. İkisinin de seyirciden belli talepleri var. Ama bu talepler seyir sırasında oluşmuyor. Filmleri çıplak gözle izlediğinizde manasız, saçma sapan imge toplulukları görüyorsunuz. Filmin marifeti ise salon çıkışından epey sonra başlıyor. Ne zaman sakin kafayla beyninizde filmi oynatmaya başlıyorsunuz, o saçma sapan imgeler düzene girmeye başlıyor. İşte filmin verdiği tat, o anda damağınıza düşüyor.

İlk filmimiz Synecdoche, New York, Charlie Kaufman’ın ilk yönetmenlik denemesi. Kaufman’ı bilhassa alternatif popüler sinemaseverler sever. Hem belli tür kalıplarına göre filmini yazar hem de bu kalıplara absürt fikirler akıtır. Gerek Eternal Sunshine of the Spotless Mind gerekse Being John Malkovich’in entelektüel filmler ilan edilmesinin sebebi de bunda saklıdır. İlk izlediğinizde alakasız gelen hareketler, sonradan beyninizde bambaşka duygulara dönüşür. Synecdoche’da ise bu olayı bambaşka bir boyuta taşımış Kaufman.
Daha fazlasını oku…

3. Dünya Savaşı

11/01/2009 1 yorum

Uzun zamandır politika yazmıyorum. Neden mi? Önüne gelen yazıyor zaten, benim yazmam dünyayı mı kurtaracak! Görüyorsunuz işte medyada, birkaç eleman bir şey yapıyor, yüzlerce kişi olayı yorumluyor. Sonuç ise sıfır!

Peki şimdi neden yazıyorsun diyebilirsiniz. Yerden göğe haklısınız. Yalnız ‘neden yazmayacağıma’ dair fikri açıklayayım da ileride sorun çıkmasın. Ha, benim gibi bir boka yaramayan enteller bunu çok sever. Mücadeleye girmeyip “Ben demiştim!” demeye bayılırız. Ha, mücadeleye girip bir şey de değişmeyecek lakin onur geyiğine birkaç aksiyon fena olmazdı.
Daha fazlasını oku…

Kategoriler:fikir, politika, yorum