Arşiv
Batman’de Nolan mı, Burton mu?
Bu yaz The Dark Knight dünyayı salladı. Hem eleştirel olarak hem de ticari açıdan inanılmaz bir başarıya imza attı. Hal böyleyken, yani The Dark Knight en iyi süper kahraman filmi ilan edilmişken, akla ister istemez Tim Burton geldi. Onun da Batman’i gayet iyiydi ve başarılıydı eskiden. Öyleyse, dedim, o iki filmi bir daha izlemek gerek. Farkları nelermiş görelim.
Ama öncelikle kendi Batman hayranlığımdan biraz bahsetmek lazım. Çünkü subjektif bir yazı olacağından, benim olaya nasıl baktığımı görebilmeniz lazım. Batman benim en sevdiğim süper kahraman. Aslında şu ‘süper’ kelimesi beni ona yaklaştıran. Çünkü Batman, her ne kadar bir süper kahraman olarak lanse edilse de aslında hiç de süper değil. Yani hiçbir süper gücü yok. Normal bir insan o. Servetini ve zekasını insanlığı biraz da olsun rahatlatmaya adamış biri. Onun (çizgi roman) dünyasında tek doğa dışı olan düşmanları. Joker, Penguen, Mr. Freeze, Catwoman gibi karakterlerin başlarından süper bir şeyler geçirmişlikleri var. Ama onlar bile Batman’le süper güçleriyle savaşmıyorlar.
Sonuçta beni Batman’e çeken unsur, gerçekliği. Bir sinema manyağı olarak da bir senaryoda beni ilk ilgilendiren unsur da gerçekliktir. (Gerçeklik unsuru taşımayıp da sevdiğim birçok film vardır, o ayrı.) İşte tam da bu unsur Burton ile Nolan’ın Batman’e yaklaşım açısı oluyor. Burton, Batman’i bir çizgi roman karakteri gibi ele alıyor ve Batman ile Batman Returns’ün dünyasını bu açıdan yaratıyor. Nolan ise Batman’e dünyamızda yaşayabilecek bir insan olarak ele alıyor ve Gotham City’yi şu anda Amerika’daki herhangi bir şehir biçiminde tasarlıyor.
Detaylara inelim biraz isterseniz. Burton’un Batman’i tam bir mirasyedi. Herhangi bir işi yok, babasından kalan parayı yiyor ve yatırımlar yapıyor. Asıl işi Gotham City’de huzuru sağlamak. Zaten geçmişi hakkında tek bilgi ailesinin Joker tarafından öldürüldüğü. Gotham City’ye bakarsak tam bir çizgi roman kenti olduğunu görüyoruz. Sadece Batman bilgisayar kullanıyor. İlk filmdeki gazete ofisi ise 50’lerden kalma. Keza şehir setlerinde de bu detaya rastlıyorsunuz. Joker’in kimyasal bir tankerin içine düşerek beyazladığını biliyoruz. Penguen ucube olarak doğmuş ve sonra da penguenler tarafından yetişmiş biri. Kedi Kadın, ölümden kedilerin yalamalarıyla kurtulmuş ve daha 8 canı kalan bir sekreter. Diğer karakterler de, çizgi roman kalıplarına göre, ya saf kötü ya da saf iyi olarak çiziliyor.
Nolan’ın Batman’ini ise sıfırdan izliyoruz. Ailesini yine kaybediyor, sonra şirketini yönetim kuruluna devrederek Uzak Doğu’ya gidip iç ve dış eğitimden geçiyor. Yani hem felsefik bir eğitim alırken hem de dövüş sanatlarını öğreniyor. Gotham City’ye döndüğünde şirketinin başına geçiyor. Bu arada Batman personasını yaratıyor ama yaratırken üç şeyi kullanıyor: Eğitimi, Alfred’in öğütleri, Lucius Fox’un aletleri. Bu şekilde Batman Begins’de Ra’s Al Ghul ve Korkuluk ile mücadele ediyor. Bu iki karakterde gayet gerçekçi ve alt yapıları olan kötüler. Mesela Korkuluk aslında bir örgütün baş avukatı ve ana unsuru davalarda karşısına çıkanı delirtmek. The Dark Knight’da ise durum daha karmaşık, tıpkı hayatımız gibi. Batman, hem Joker lakabını almış makyajlı bir deliyle uğraşırken bir yandan da kendisinin halkın içindeki konumunu sorguluyor. (Batman Returns’te de benzer bir yaklaşım var ama o filmde Batman kendisini sorgulamıyor.) Ayrıca karakterlerin dönüşümü de ilgiye layık. Gerek Harvey Dent’in Two Face’e dönüşümü hem de Rachel Dewes’in ikilemi filmin diğer önemli unsurları.
Şimdi hangisi daha iyi? İşte bunun cevabı yok. Çünkü ikisi de farklı karakteri anlatıyor. Benim tercihim Nolan, her açıdan. Ama Batman’in özünde bir çizgi roman olduğu göz önüne alındığında Burton’un seçimi de gayet mantıklı. İsterseniz bu görüşteki bir fikirle yazıyı noktalayalım. Bakın, Uygar Şirin Sinema’nın Eylül 2008 sayısında ne demiş: “Batman serisine ciddiyet ve derinlik katmak için (sanki ihtiyacı varmış gibi) kimliğine dair çelişkiler yaşayan bir kahramana, Felsefe 101 bakış açısıyla kaos ve anarşiden söz eden bir kötü adama ve postmodern aksiyonların tüketmeye yüz tuttuğu ‘iyi de aslında kötü, kötü de aslında iyi’ cümlesine ihtiyaç var, öyle mi? İki önerim var naçizane: 1) Bütün bunların incelik ve ustalıkla yapıldığı bir film için bkz. Batman Returns. 2) The Dark Knight’ın Batman serisine yapmaya çalışıp beceremediği reformu 40 yıllık Bond serisine yapıveren bir film için bkz. Casino Royale.”
Bond, James Bond
“My name is Bond, James Bond.”, “Shaked but not stirred martini”, Walther PPK tabanca, Q, M, Miss Moneypenny, Biofeld ve kedisi, … Bu saydıklarımın hepsini sadece Bond serisinde görebilirsiniz. Peki bunlar nasıl bu kadar popüler oldu? Nasıl bir serinin bu kadar markası olabildi? Daha da ilginci nasıl bir seri bu kadar zamana dayanıp popülaritesini hiçbir zaman kaybetmedi?
Elbette sürüyle cevap verilebilir her birine ama aynı cevapları bulamazsınız. Çünkü herkesin Bond’u sevme nedeni farklıdır. Herkesin kafasındaki Bond imajı farklıdır. Kimi Sean Connery’cidir, kimi Roger Moore’cu. Çünkü herkes farklı bir özelliğini sever. Kimi zekasını, kimi çabukluğunu, kimi macera tutkunluğunu, kimi de seksiliğini.
Benim Bond tutkum çocukluğumda başladı. Ama çocukken izlediklerim unutulup gitmiş, sadece kimi sahneler kalmış. Christopher Walken’ın daha kahkahası gibi, Roger Moore’un stüdyoda çekildiği çok aşikar olan kayak sahneleri gibi. Nedense Ursula Anderes’in Bond’la karşılaşması da akılda kalmış. Geçen yıl, bu böyle gitmez, dedim kendi kendime ve külliyatı baştan izlemek gerektiğine karar verdim. Öyle bir anda değil tabii, uzun bir süreye yayarak. Sonuçta yaklaşık 10 aylık süre zarfında Dr. No’dan başladım Die Another Day ile bitirdim. Geçen ay Casino Royale’i izlediğimden bir daha izleme zahmetine girmedim. Bir de Bond parodisi Casino Royale var, onun da ilk 15 dakikasını izledim ama sarmadı, çok kötüydü.
Şimdi burada teker teker filmler üzerinde yorum yapmaya niyetim yok. Daha ziyade, genel yapı üzerinden başlayıp filmlerden örnekler vereceğim. Böylece iyileri ve kötüleri belirmeye çalışacağım, en azından benim iyi ve kötülerimi.
Her Bond filminde sabit olan birkaç unsur vardır: Film, bir aksiyon sahnesiyle başlar. Hiç girizgah yapılmadan izlediğimiz bu sahnede, güzel atraksiyonlar bulunur. Sonra grafik ağırlıklı bir jenerik sahnesi başlar. Filmin ana şarkısının da çalındığı sahnede genellikle kızların olduğu grafik planlar izleriz. Bu sahneyi ölene kadar Maurice Binder başarıyla oluşturdu. Tabii burada şarkıya da önem vermek gerekir. Çoğu filmde filmin adıyla adaş olan şarkıyı dönemin ünlü bir grubu ve ya şarkıcısı söyler. Favorilerim Bono’nun yazıp Tina Turner’ın yorumladığı ‘Goldeneye’, Sherly Crow’un yazıp seslendirdiği ‘Tomorrow Never Dies’, Duran Duran’dan ‘A View to a Kill’ ve Shirley Bassey’den ‘Goldfinger’.
Jenerikten sonra filmin konusuna bir giriş yapılır ve asıl film başlar. Film boyunca genelde kullanılan birkaç unsur vardır: M ve Q ile buluşma, Q’nun yeni aletleri, 2-3 Bond kızı, bir çok zengin kötü adam ve onun güçlü ve ya zeki yardakçısı, farklı ülkeler ve arabalar. Filmden filme değişen unsurlar bunlar.
Biraz bu unsurlardan gidelim çünkü bunlar Bond’u Bond yapan öğeler. M, her zaman çok önemli bir karakter oldu ve İngiliz karakter oyuncuları tarafından oynandı. Bernard Lee en fazla oynayandı ama hep pasif bulmuşumdur. Judi Dench ise daha iyi yakışıyor role. Q ise malumunuz ilk film hariç Desmond Llewelyn tarafından oynandı ve filmlerin mizah yönünü temsil etti. John Cleese ise önce The World is not Enough’da Q’nun yardımcısı oldu, sonra Llewelyn ölünce de yeni Q oldu. Bu arada Casino Royale ile başlayan yeni vizyonda eskilerden tek ödünç alınan Dench ile Cleese oldu.
Bond kızları aslında ayrı bir yazı konusu ama abartmayalım. Yapımcıların Allah’ı var, Diamonds are Forever’daki Jill St. John hariç itici bir kız hiç olmadı. Hepsi güzeldi ve seksiydi. Tabii öne çıkanları var ama seçim çok zor olduğundan liste uzun olacak: Ursula Anderes (Dr. No), Honor Blackman (Goldfinger), Diana Rigg (On Her Majesty’s Secret Service), Barbara Bach (The Spy Who Loved Me), Carole Bouquet (For Your Eyes Only), Izabella Scorupco (Goldeneye) ve Eva Green (Casino Royale). Bu saydıklarım gerçek manada güzel ve çekiciler. Ayrıca Bond’a çok yakışıyorlar. Elbette sürüyle daha kız var ama çok ilgi çekici oldukları söylenemez. Son olarak The Living Daylights’ta baş Bond kızı olan Maryam d’Abo’nun çektiği Bond Girls are Forever belgeselini izlemenizi tavsiye ediyorum (Casino Royale’ın DVD’sinde bulunuyor). Daha fazla detaya inersem çıkamayacağım.
Kötü adamlara gelirsek gayet çekici bir liste bizi bekliyor. Başta Ian Fleming olmak üzere senaristlerin yaratıcı davrandıklarını kabul etmek gerek. Çünkü hem karakterler iyi yazılmış hem oyuncular iyi seçilmiş. Tabii başta aklıma Biofeld geliyor. Kel olarak bir sandalyede kedisini okşamasını hiçbir seyirci unutamaz herhalde. Sonra ise Christopher Walken’ın canlandırdığı Max Zorin (A View to a Kill), Christopher Lee’nin Scamaranga’sı (The Man With Golden Gun), Gert Fröbe’nin efsaneleştirdiği, filme adını veren Goldfinger geliyor. Ayrıca oyunculara aşina olduğumdan son dönem filmlerden Sean Bean, Jonathan Pryce ve Mads Mikkelsen’in performansları çok akılda kalıcıydı.
Yardakçılar ise bir o kadar çeşitli ve geniş yelpazeye sahip. Hepsi ayrı tatlar barındırsa da Oddjob (Goldfinger) hep başta yer alır. Bıçak görevi gören şapkasıyla Oddjob bir başkadır. Birkaç filmde oynayan ve en sonunda iyi olup Bond’a yardım eden çelik dişli Jaws ise her zaman ikinci sıradadır popülaritede. Ayrıca aklımda kalanlar ise şunlar: The Man With Golden Gun’daki cüce, A View to a Kill’de oynayan Grace Jones’un canlandırdığı zenci sadist, Famke Jannsen’in canlandığı başka bir sadist (Goldeneye) ve Benicio Del Toro’nun gençlik günlerini gördüğümüz Dario (Licence to Kill).
Bond’un kendisini unutmayalım. Şu ana kadar 6 kişi Bond rolünü oynadı. Ben bir tek Roger Moore’u beğenmem çünkü bana hep yapmacık gelir. Zaten hiçbir aksiyon sahnesinde kendisi oynamamıştır ve bazı sahnede çok açık belli olur bu durum. En iyi Bond ne olursa olsun ilk olma sıfatıyla Sean Connery’dir. İkinci sırayı bence George Lazenby (hep atlanır ama çok iyidir), Pierce Brosnan ve Daniel Craig alır. Timothy Dalton ise fazla dramatik kalır bu rol için.
En son ise filmlere bakalım: Hepsi belli bir düzeyi tuttursa da Goldfinger, Casino Royale, On Her Majesty’s Secret Service, Thunderball ve From Russia With Love en iyileridir. Ayrıca ben The Spy Who Loved Me, The Living Daylights, Goldeneye ve You Only Live Twice’ı beğenirim. En kötüsü de Die Another Day’dir açık ara.
Toparlasak Bond tüm öğeleriyle bir bütündür. Bond filmleri, sinema tarihinde özel bir yere sahiptir. Bir sürü filmi etkilemiştir ki saymakla bitmez bunlar. En ünlüsü de Indiana Jones serisidir. Bond karakteri azla ölmeyecek nadide edebiyat karakterindendir ayrıca. Ian Fleming’in yarattığı karakteri daha çok göreceğiz. En yakın tarihlisi de Quantum of Solace. Çok değil, kasımı bekleyeceğiz.
Öylesine Notlar – 4
- Demin 1952 yapımı Kanun Namına’yı izledim. Yarıldım. 2008’de bu filmi izlemek kahkahalara vesile oluyor. Bir kere senaryo çok düz ve aleni. Her şey öyle çabuk oluyor ki gülmemek çok zor. Daha filmin 5. dakikası kötü kadın Ayhan Işık’a yalvarıyor: “Nazım, ben seni seviyorum!” Işık’ın karakteri Nazım’ın cevabı ilk kahkahanızı attırıyor: “Ama ben Ayten’le sevişiyorum.” Sevişmekten kastı da öpüşmek, zaten umumi yerdeler. Daha neler oluyor neler. Sizin için iki diyalogu not aldım: “Aklıma fena ihtimaller geliyor.” ve “Maalesef sana fena bir havadis vericem.” Öykü yapısı da komik. Ama birkaç güzelliğe de rastladım. Mesela Ayhan Işık, The Bourne Supremacy’deki gibi (Üstelik ondan 50 yıl önce) köprüden tekneye atlıyor. 50’lerin İstanbul’unu da görüyoruz ayrıca. Valla ben çok eğlendim, tavsiye ederim.
- Ramazan başladı, medya da ona uydu. Gazeteler özel sayfalar hazırlıyor. Televizyonda çok özel programlar keza. Bana ters geliyor, 11 ay takılıp 1 ay Müslümanlığı hatırlamak. Hele Fox’ta Ramazan’a özel bir magazin programı yapmışlar ki sormayın gitsin.
- 11 ay takılıp, 1 ay Müslümanlık yapan tüm Türkiye aslında. Bu ay boyunca içki içilmez, açık saçık giyinilmez, küfredilmez, yoksullara yardım edilir, vs. Bana ikiyüzlülük gibi geliyor. Üstelik kandırdığın kişi Allah! İçki içmeyeceksen hiç içmezsin, içeceksen de “Ben Ramazan’da içmem.” deyip kendini kandırmanın anlamı yok. Ben mi yanlışım?
- Bring Me the Head of Alfredo Garcia kesinlikle izlenilmesi gereken bir film. Neden mi? Bir kere çok iyi bir aksiyon filmi. Bir aksiyon filminde izlemek isteyeceğiniz her şey filmde mevcut. Daha da önemlisi, insanlığın para uğruna kokuşmuşluğunu tamamen gözler önüne seriyor. Zaten çoktan ölmüş bir adamın kellesi uğruna kaç kişi ölüyor inanamazsınız. Ben filmi favorilerim arasına soktum bile.
- Şimdi moda eski Türk romanlarının modern uyarlamaları. Yaprak Dökümü ile başlayan furya hızla devam ediyor. Dün de Aşk-ı Memnu başladı. Ne zaman sona erecek bakalım?
Bu roman uyarlamaları sayesinde özel isim dağarcığımız gelişiyor. Behlül, Bihter, Peykar, Ferhunde gibi. Ama bu işi esas başlatan Bizim Evin Halleri’dir. Oradaki isimlere hayranım: Peyami, Rikkat, Nedime, Misket, Rüzgar, Şadan,… Bakalım Artun adını ilk hangi dizi kullanacak? - Gündem gitgide kızışıyor. Gülsem mi, ağlasam mı bilemiyorum. Herkes rakibini suçluyor. Suçlanan eteğinde ne varsa döküyor. Kimin kozu daha iyiyse kazanacak lakin sonuçlanana kadar da kaç fırtına kopacak kim bilir?
- Rusya, Karayipler’de ilk tatbikatını yapacakmış. Israrla Soğuk Savaş’ı görmezden gelenlere duyurulur.
- Almanlar Deniz Feneri olayına çok şaşırmış. Tabii bu kadar açıktan para hüplemeyi anlayamıyorlar. Oysa ki burası Türkiye!
- Dün gece uyku tutmadı, Nisa Suresi’ni okumaya başladım. Surenin ilk 9 ayeti açık şekilde “Yetimin hakkı yenmemelidir. Cezası cehennem ateşidir.” diyor. Şimdi Türkiye’de yetime, aça, susuza, muhtaca para toplayanlara bakıyorum. Hepsi İslami dernekler ve sonunda paraların yok olduğu çıkıyor bir şekilde. Bunlar ne biçim Müslüman aklım almıyor?
- Sabık Genelkurmay Başkanı Büyükanıt hakkında bir sürü iddia ortada dolaşıyor. Hepsi de gayet negatif. İşin daha ilginci Büyükanıt hepsine karşı suskun.
- Dawson’s Creek’e lisedeyken başlamıştım. Sonra geçen yıl özlediğime kanaat getirip bütün sezonları bir daha izledim. Her ne kadar klişeler diz boyu da olsa sevimli bir dizi, kendini izlettiriyor. Benim gibi aşırı duygusallara birebir. Ayrıca sinefiller açısından 1. sezon mutlaka seyredilmesi gerek. Ses kaydındaki şarkılar çok iyi. Son zamanlarda ‘Songs from Dawson’s Creek’ adlı 2 CD’lik albümü dinliyorum. Farklı tatlar barındırıyor.
- Düne kadar megalomanyaklık denildiğinde aklıma Murat Evgin gelirdi, artık Erol Büyükburç gelecek.
- Dün televizyonda izledim Erol Büyükburç’u, nevi şahsına münhasır derler ya tam karşılığı resmen. Kendisine “Türk pop müziğin mimarı” diyor. Düşündüm ve aklıma hiç Büyükburç şarkısı gelmedi. Benim bildiğim ilk pop şarkısı ‘Bak Bir Varmış Bir Yokmuş’tur. Hadi ben bilmiyorum, kimseden de duymadım ve ya okumadım. Kendisine mimar diyen birinin günümüze gelen tek şarkısı olmaz mı ya? Bugün Ajda Pekkan, Erol Evgin denildiğinde o eski şarkılar hemen akla düşer. Keza şu an gündemde olmayanların şarkıları bile kısmen bilinir. ‘Malabadi Köprüsü’ vardır, Deli Kızlar vardır filan. Ama hiç Büyükburç şarkısı yok akıllarda.
- Büyükburç’un ‘Şarkı Söylemek Lazım’da yaptığı şov da gösterildi. Yarıldım gülmekten. Megalomanyaklığın bu kadarına da pes.
- John C. Reilly, Empire’daki röportajında “ ‘Google’da hiç kendiniz mi aradınız mı?’ diye sormak birisine ‘Hayatında hiç mastürbasyon yaptın mı?’ diye sormak gibidir.” demiş. Amerika için doğru olabilir de Türkiye için daha erken ama şöyle denilebilir: “Düzenli bir internet kullanıcısı mutlaka Google’da kendini aramıştır.” Ben de aramıştım 5 yıl önce. Ego tatmini işte.
- Geçenlerde Alinur Velidedeoğlu dedi, dizilerimizin iyi olmadığını. Saba Tümer de bazıların iyi olduğunu söyledi. Şimdi dizilerin kalitesi biraz da bakış açısına bağlıdır. Artık bazı dizilerimizin öyküsel anlamda iyiye gittiği bir gerçek. Senaryo bakımından da gelişmeler var ama daha alınacak çok yolu var. Öncelikle süre sorunu var. Kanal D müdürü, röportajında reklam sektörünün yeterince gelişmediğinden sürenin uzadığını söyledi. Yani 300-400 bin YTL’lik maliyetler ancak 3-4 reklam arasında karşılanıyor. Yurtdışında durum nasıl peki? Dram dizileri 42 dakikadır, reklamlarla 1 saat olur. Komedilerse 21 dakikadır, reklamla 30 dakika olur. Ama mesela Seinfeld’de yayınlanan reklamın saniyesi 200 bin dolardı, yanlış hatırlamıyorsam. Buradan şu sonucu çıkarabiliriz: Daha 15 yıllık bir özel televizyon geçmişi olan ülkemizde reklam sektörü stabil hale gelmeden dizilerimiz uzun olmaya ve bunun sonucunda da senaryolar şişkin olmaya devam edecektir. Başka bir bakış açısı da yan karakterlerin ve figüranların oyunculuğu. 3. ve sonraki kişilerin oyunculuklarına dikkat edilmedikçe dizilerimiz ciddi manada dikkate alınmayacaktır. Alinur amcam da olaya bu açıdan yaklaştı. Çünkü yurtdışında konuk oyuncular bile döktürür.
- Aşk-ı Memnu Türk dizi tarihinde bir ilki gerçekleştirdi ve HD kalitesinde yayınlanmaya başlandı. İşte Kanal D, diğer kanallardan bu yüzden önde, seyirciye değer veriyor.
- Yine Aşk-ı Memnu‘dan bahsedecek olursak, en büyük sorunu öykünün günümüze uyarlanamaması. 2000’li yıllarda 1880’lerin öykü yapısı çok sırıtıyor.
DVD’nin 10. Yılı
Empire’ın yeni (Eylül) sayısında okudum: DVD teknolojisi ülkemize geleli tam 10 yıl olmuş. Benim sinema ilgimin de ciddileşmeye başlaması 99’ yılına denk gelir. Çok iyi hatırlıyorum, Sinema dergisinde DVD bölümü sadece 2 sayfaydı o zamanlar. DVD player zaten çok az kişide vardı o zamanlar. Hele DVD almak çok nadirdi çünkü çok pahalıydı. 2002’de bir DVD 30-40 YTL arasındaydı.
Benim DVD ile tanışmam 2003’ün yazına denk gelir. ÖSS’den yeni kurtulduğumdan içimde kalan bir ukdeyi gerçekleştirmek istedim ve gidip PC’me bir DVD-Rom aldım. Sıra gelmişti ilk DVD’me. Ablamla gittiğim D&R’dan izlemeyi en çok istediğim filmi seçtim: Baba üçlemesi. Doğal olarak 3 film içerdiğinden fiyatı 100’e yakındı. Neyse alındı ve itinayla eve getirildi. Özenle açılıp içine bakıldı. 3 filmin 4 DVD’si ve bir de ekler DVD’si vardı. İlk filmin DVD’sini DVD-Rom’a koydum ama çalışmadı. Sorunu birkaç dakika sonunda çaktım: DVD player programı yoktu. Hemen netten bir program bulup yükledim, sanırım Power DVD’di. Böylece DVD dünyasına da ilk adımımı atmış oldum. Hala o ilk DVD’nin bendeki yeri başkadır, zaten The Godfather da en sevdiğim filmdir.
Aradan 5 yıl geçti ve bendeki film sayısı 100’e yaklaştı. Bir arşiv halinde, alfabetik sıralı şekilde odamdaki komidinin üstünde duruyorlar. İçlerinde sevmediğim film yok tabii çünkü özenle seçtim hepsini. Empire’ın verdiği birkaç sıradan film var ama onlar bile belli bir düzeydeler. En vasatı hangisi derseniz yine de seçim yapamam. Lakin en sevdiklerim belli: The Godfather Triology, LOTR Extended Triology, Woody Allen Box Set, Notting Hill ve When Harry Met Sally…
Tabii arşivime kattığım için gurur duyduğum bir sürü film de var. Sadece birkaçını sayıyım ama ötekiler alınmasın: The Rocky Horror Picture Show, Citizen Kane, Apocalypse Now Redux, Selvi Boylu Al Yazmalım, 2001: A Space Odyssey, … Gerçekten dünyada en gurur duyduğum şey, DVD arşivimdir. Gerçi Rapidshare üyeliğimden sonra açlığım azaldı ama yine de DVD’nin yeri apayrı gerçekten. İstediğiniz an seyredebilmeniz, ekstraları, koleksiyoner kutuları derken sahip olmak için bir sürü nedeniniz var.
Bu yazı fazla subjektif oldu ama konu DVD olunca dayanamıyorum. Bu arada DVD ileride yerine Blue-Ray-Disc’e bırakacakmış. Olsun, DVD’nin yeri bende hep özel olacak.
Öylesine Notlar – 3
- Geçen gün ilk defa metrobüs denen şeye bindim. ‘Şey’ diyorum çünkü ucube bir ulaşım aracı. Zaten metro değil, tramvay değil, otobüs de değil, e troleybüs de değil. Zaten o yüzden ‘metrobüs’ demişler diyebilirsiniz. Yanlış cevap ama! Bir arkadaşım dedi, gerçek metrobüs vagonu getirilememiş, o yüzden otobüs kullanılıyormuş. Türk’üz, haklıyız, doğruyuz!
- Metrobüs maceramız Alice Harikalar Diyarında’ya fena halde benziyordu. Şero ile Topkapı’da otobüsten indik, metrobüs durağını bulana kadar çok absürd yerlerden geçtik, ıssız, çorak, modern. Kent İstanbul olunca bu 3 unsurun birleşimi absürd oluyor. Neyse, durağa geldiğimizde tüm insanlar gibi beklemeye başladık. Bir otobüs durmadan geçti, ikincisi durdu ama. Bindik, hatta oturduk, absürdizm asıl o zaman başladı. Milletin çoğu binmedi! İstanbul’da imkansız bir olaydır, İETT’lerde her santimetrekare kullanılırken metrobüsün yarısı boşken millettin binmemesi çok garipti. Sonraki durakta yine aynı durum tekrarlandı, üstelik arka arkaya 3 metrobüs birer dakika ara ile dizildi. Sonra Şero dedi ki “Oğlum, bu bir rüya kesin! Topkapı’da bir travesti toplu taşımaya binmez!” Neyse ki sonra durum normale döndü!
- Florya’ya gittik, hiçbir şey yoktu. Sırayla dizilmiş lokantalar var sadece. Uçaklar 3 dakika ara ile üzerinizden geçerek Yeşilköy’e iniyor. Issız, sakin bir yer. Apartman yok! 3-4 katlı evler bana daha çok Ege sahil kasabalarını hatırlattı. Fena halde garipti, İstanbul’a hiç benzemiyordu.
- Belediye tesislerinde hayatımda yediğim en garip hamburger menüsünü yedim. Patates ve hamburger tamam da salata ne alaka! Üstelik poşette zeytinyağı da verdiler. Çok salakçaydı. Hamburger yiyen biri neden salata istesin ki? Biri sağlıklı, biri sağlıksız!
- Geçenlerde okumuştum İsviçre’de ayın polemiği “Erkek, pembe giyer mi?”ymiş! Bence giymez. Yani ben giymem, önyargıysa önyargı kardeşim. Gerçi giyen bir arkadaşım vardı ama hiç yakışmıyordu. Tabii bir de madalyonun diğer yüzü var: Adamların tartışılacak derdi yok, bunlarla oyalanıyorlar.
- Yaklaşık 1 ay önce okumuştum, insan ansiklopedisi etkinlikleri yapılıyormuş özel yerlerde. Ansiklopediden okuyacağınız belli bir konuyu, o konuda uzman ya da bilgili bir insandan alıyorsunuz. Oldukça ilginç ve güzel. Bana çağrıştırdığı ise Fahrenheit 451’daki kitap insanlardı. Kitap okumanın yasak olduğu gelecekte geçen filmde, klasik kitapları gelecek nesillere aktarmak için onların her birini ezberleyen insanlar vardı. Öyle ki bir kitabı ezberleyen biri, kendi adını unutarak artık sadece o kitap oluyordu.
- Bugün IMDb’de The Sound of Music’e bakıyordum. Bu ünlü müzikal, BBC yetkilerince olası bir atom bombası patlamasından sonra gösterilecek ilk film olarak seçilmiş. Amaç, halkın yerle bir olmuş moralini toparlamak. Adamlar onu bile düşünmüş yani. Bir de bize bak. Saldım çayıra Mevla’m kayıra! Yayın politikası bile yok ki bizim kanallarımızın, acil durum planları olsun!
- Şero yine çok ilginç bir albüm tavsiye etti: Hamit Ündaş’tan Janti. Balkan müziği yapan Nick Cave tarzı. Çok acayip bir şey ama kesinlikle kendini dinlettiriyor. Adamın özgün vokaline alışanlar bu albümü tutar. ‘Cehennem Çocuğu’ favori şarkım. Yalnız B tarafının sadece akustik olması albümün çapını düşürmüş.
- Dün harika bir medya-politika ilişkisi hakkında monolog izledim. Gerçi tüm film başlı başına taşlama ama New York’taki politikacının monologu bir başkaydı. Filmin adı Network bu arada.
- Atilla Dorsay ne güzel yazmış You Don’t Mess With the Zohan eleştirisinde. Recep İvedik iyiydi diyenler, bir zahmet Zohan’ı izlesin demiş. Yerden göğe haklı. Abartı, aşırı cinsel şakalar, klişeler gırla gidiyor filmde AMA bir konusu var, bir amacı var, en önemlisi tıkır tıkır işleyen bir senaryosu var. Üstelik salt kaba espriler barındırmıyor, zeka dolu esprilerle bir şeyler de anlatmaya çalışıyor.
- Bugün, Abdullah Gül’ün cumhurbaşkanlığının 1. yıldönümü. Gül, seçilmeden önce çeşitli endişeler vardı ve bazı demokratlar icraatlarını görmeden Gül’ü eleştirmenin haksız olduğunu düşünüyorlardı. Kısmen de bu görüşleri mantıklıydı. Neyse, 1 yıldır Gül cumhurbaşkanı. Yani icraatlarını gördük. Ama endişelerim daha da arttı. Acaba demokratların buna bir cevabı olacak mı?
- Son 1 aydır Kuran-ı Kerim’i okuyorum. Hızlı olduğum söylenemez, amacım anlayarak, sindirerek okumak. Bunu şundan dolayı belirttim: Anladığım kadarıyla, Kitap bir kimsenin dininin kendi içinde olduğunu özellikle vurguluyor. Yani zorla, başkasının tesiriyle iman olmaz. Ne kadar ağzın öyle söylese de önemli olan kalbin ne dediği. Bugün Vatan’da okudum, Ankara’da içki bayilerini zabıta dövüyormuş. Şimdi o zabıta adama içki sattırmayınca ekstradan sevap mı kazanacak? Yoksa, niyeti tamamen içkinin kökünü mü kazımak? Öyleyse, içki içmeyen her insan iyi mümin mi oluyor? Bu ülkede içki yasak olursa birden ahlaklı mı olacağız? Vallahi sadece merak ettim!
- Hayırlı olsun! 19 yıl sonra Soğuk Savaş başladı! Demek ki savaşın niyeti Indy’yi beklemekmiş! Şimdi herkes bir şey olmamış gibi davranacak mamafih savaş hazırlıkları hızlanacak. Politikalar, dolayısıyla ekonomik antlaşmalar ona göre belirlenecek. Şimdi bunlar yüzünden de bahaneler üretilecek. Önsezilerim ne yazık ki çıkıyor, en geç 10 yıl içinde 3. Dünya Savaşı patlayacak! Benim asıl korkum ise önceki dünya savaşlarında olduğu gibi önce büyük bir ülkede iç savaş yaşanma ihtimali ve bu ülkenin Türkiye olma ihtimali. Çok mu karamsarım?
- Son zamanlarda Habertürk’te yayınlanan ‘Saba Tümer’le Bu Gece’yi izliyorum. Bir kere boş konuk çıkarmıyor Tümer. İkincisi, sohbet klişelere düşmüyor ve enteresan yerlere varabiliyor. Son 2 aydır televizyonda gördüğüm en içi dolu program.
- Geçen gün iyice düşündüm ve entel olduğuma karar verdim. Ama dikkat edin entelektüel değilim. Yani ben çakmayım, kendisinin bir bok bildiğini zanneden ama tikiden hallice olan biriyim. İşin kötüsü çoğu Türk de benim gibi. Biraz okuyan, dinleyen, işiten herkes kendini entelektüel zannediyor. Batıyla aramızdaki esas fark da bu! Zülfü Livaneli bu aralar Türkiye’de aristokrat olmadığını yazıyor. Çok doğru bir saptama. İşin daha da kötüsü, entelektüel de yok!
- Bugün Vh1’da Lambada klibine denk geldim. Hem şarkı harika hem de klip! Aradan 19 yıl geçmiş hala hayranlıkla izleyebiliyorsunuz. Bu arada dikkat ettim klipteki kadınlarda tanga var. Sapık mısın, diyeceksiniz. Şu manaya getireceğim: Tangayı ben ilk defa lisede duydum, o zamanlar yeni çıkmış olması lazım. Ama meğerse ben öyle zannediyormuşum, 89’da da giyiliyormuş.
- Bu arada çoğunluk bikininin 50’ sonrası üretildiğini söyler. Yanlış çünkü gözlerimle gördüm ki milattan önce de giyiyorlarmış. Sicilya’da gittiğim bir mozaik müzesinde voleybol oynayan bikinili kızların mozaikleri vardı. Düşünün, o zamanlarda bile spor yapan kız gözdeymiş!
- Geçen ay Empire dergisi zorla Saw’un DVD’sini verdi. Önceden de veriyordu ama seçeneğin olduğundan hep diğer DVD’yi alıyordum. Bu sefer seçeneksizdim. Eeee madem aldım dedim, izleyeyim. Fena değildi, senaryosu hoş ve şaşırtıcı. Ama bu filmden 4 devam filmi çıktığına hala aklım almıyor. Üstelik çakmaları da cabası. Bu yıl Türkler de dayanamamış, Destere’yi çekmişler. Ne diyeyim yani!
- Dün liseden yakın bir arkadaşımla Bursa’da yürüyoruz. Laf, artık Bursa’da kimseyi görmediğimizden açıldı. Gerçekten tüm arkadaşlarım şehir dışında. Neyse, tam geyik devam ederken çat diye biyoloji öğretmenimiz çıkmasın mı karşımıza. Yuh yani!
- Arkadaşla 1 saat yürüdük ki Bursa bitti! Şaka değil, gerçek! Bursa’da gezeceğiniz yer 1 saatte yürünebilen bir cadde üzerinde!
- Hiç aklım almayan bir olgu var, bir programa kitlesine ters olarak reklam verilmesi. Nasıl mı? Mesela bir kadın programına futbol temalı bir reklam verilmesi. Ben küçükken de çizgi film aralarında deterjan reklamı koyarlardı.
- Türk televizyonlarında diziler uzun sürmez deriz ama Bizim Evin Halleri bunun tersini söylüyor. 9. sezonuna yeni kanalında giriyor. Tabii bu uzun yıllar boyunca da bir sürü ismi ünlü etti. Aklıma gelenler Şahap Sayılgan, Levent Ülgen ve Ayşenil Şamlıoğlu.
- Daha önce de Fehrunde Hanımlar vardı, belki hatırlarsınız. O dizide de Tamer Karadağlı, Melek Baykal ve Güven Hokna vardı. Hey gidi günler.
- Hakan Peker’in ‘Amma ve Lakin’i Mustafa Sandal’ınmış. Keza Ayşegül Aldinç’in ‘Yanmışsın’ı ile Deniz Arcak’ın ‘Yağmurdan Kaçarken’i de öyleymiş. Şaşırdım valla. 90’larda müzik piyasası çok acayipti.
- Genellikle yaşıtlarımın düştüğü yanlışların başında, bir filmi fazla abartmaları gelir. Bazı filmler birtakım öğeleri değişik yapınca ilk defa yapıldığını zannederler ve filmi yere göğe koyamazlar. Oysa o filmden önce de aynı olay yapılmış olabilir. Son 2 günde bunun güzel 2 örneğine rast geldim: Peckinpah’ın The Wild Bunch’ı şiddetin filmde kullanılışı bakımdan çok çarpıcı, üstelik bunu Tarantino ve Rodriguez’den yıllar önce yapmış. Kill Bill hayranlarına duyurulur. Aynı şekilde Couzet’in Les Diaboliques’i bir muammadan doğan gerilim ve bu gerilimi finalde doruğa çıkarıp sürpriz sonla biten filmlerin atası sayabiliriz. Son 10 yılın favori teması, sürpriz son ve bunu başlatan da Shylamalan ve The Sixth Sense’dir. Les Diaboliques bitince hem deja vu oldum hem de filmin kıymeti gözümde defalarca kat arttı. 1955 yılında adam böyle bir film çekmiş düşünsenize.
- Geçen gün MGM’de (Digitürk) çok absürd bir film seyrettim: Sunday Bloody Sunday. Absürd olması şundan: 70’lerde çekilmiş olmasına karşın rahat bir şekilde biseksüel bir erkeğin kız ve erkek arkadaşının ruhsal analizini çıkarmış. Üstelik hem kız arkadaşı, hem de erkek arkadaşı karşı tarafın farkında! Günümüzde böyle bir filmin çekilebileceğini zannetmiyorum. Sanırım 70’ler sadece ülkemizde değil, tüm dünyada en özgür yaşanılan, tüm fikirlerin rahatlıkla konuşulabildiği on yıldı!
- 70’lerin bu serbestliğini gözlemleyebileceğiniz en iyi 2 örnek de Hair ve The Midnight Cowboy’dur. Biri 70’leri hazırlayan 68’ kuşağını anlatırken diğeri New York’a gelen kovboy bir jigoloyu perdeye getirir. Üstelik o kovboy ‘En İyi Film’ Oscar’ını alır.
Birbirinden Çok Farklı 2 Kuzen Film
Birkaç sene önce bir arkadaşım anlatmıştı. Yıllar önce, sanırım 70’lerde, Emre Kongar Ankara’da bir sahafa gidiyor. Sahaf sahibi Kongar’a Ortaçağ’dan kalma bazı kitaplara sahip olduğunu söyleyip öneriyor. Kongar kitapları herhalde değersiz buluyor ki almıyor. Sonra aynı sahafa Orhan Pamuk ile Umberto Eco geliyor. Daha ikisi de ünlü değil, sıradan insanlar. Bu ikili bahsi geçen kitapları kapışıyor. Aradan 1-2 yıl geçiyor ve 2 kitap edebiyat dünyasını sarsıyor. Eco Der Name Der Rose/Gülün Adı’nı çıkarıyor, Pamuk ise Kara Kitap’ı yazıyor. Anladınız herhalde, bu iki önemli kitap sahaftan aldıkları kitaplardan derleme. Kongar durumu çakınca hemen sahafa koşuyor, geride kalan birkaç kitabı satın alıyor. Sonra Kongar da bir kitap derliyor onlardan (kitabın adını unuttum, demek ki pek ses getirmemiş.). Kitabının önsözünde de yukarıdaki olayı anlatıyor.
Bu hikayeyi neden yazdığıma gelince, geçen hafta SİYAD’ın 40. Yıl Derlemesi’nde Gizli Yüz’ün eleştirisini okuyordum. Filmin Kara Kitap uyarlaması olduğunu öğrendim. Tabii direkt yukarıdaki hikayeyi hatırladım. Sonra da filmden kareler gözümün önüne geldi. Gizli Yüz Türk Sineması’nda türünün nadide örneklerinden. Filmi Orhan Pamuk’un kendi senaryosundan Ömer Kavur uyarladı. Film tümüyle fantastik bir hikaye anlatıyor ama zamanın Türkiye’sinde (1992) geçen.
Gizli Yüz tamamen mitolojiye sırtını yaslayan, isim içermeyen absürd bir film. Film 1992’de geçse de daha çok bir orta çağ havası hakim. Bu havayı tek bozan videonun filmdeki yeri. Saat kuleli kasaba, saate aşık olan insanlar, babanın ölünce ortaya çıkan hazinesi gibi öğeler bulunduruyor ki bu öğeler bir Türk filminden daha çok Bunuel ve ya Lynch’e yakın. Aynı eskiden anlatılan kocakarı masallarını da andırıyor. Ömer Kavur tıpkı Anayurt Oteli‘nde yaptığı gibi bizim sinemamızda hiç eşelenmemiş bakir bir el atıyor. Üstelik mitolojinin ana vatanı olan toprakların üzerinde bir ilki gerçekleştiriyor. Sonunu hala çözemesem de derin analizlere layık bir film.
Keza Gülün Adı‘na baktığınızda mekan olarak da Orta Çağ’da geçen bir hikaye görüyoruz. Bu sefer hikaye sembolizme gerek duymadan direkt anlatıyor derdini lakin anlatırken de çeşitli alt metinlerden güç alıyor. Film, Orta Çağ’ın bağnazlığı içinde bilimi vurgularken bunu öylesine değil, gayet planlı bir stratejiyle yapıyor. Tabii ki Sean Connery, F. Murray Abraham ve Christian Slater’li kadrosuyla Gizli Yüz‘den katbekat popüler ama öz olarak popülerleşmenin getirdiği eksileri var.
Son kertede, birbirinden çok farklı gözüken bu iki filmin kardeş çocukları olduğunu bilmek çok ilginç geldi bana.
Kevin Smith Külliyatı
Kevin Smith denilen adam bir baş belasıdır. Beni sandalyemden yere düşürebilen tek yönetmendir. 90 dakika şuh kahkaha atmamın tek sorumlusudur. Yaptığı ince esprilerle, romantizme ve din kurumuna bakış açısıyla, Star Wars fanatiği olmasıyla ve yarattığı View Askewnerse evreniyle büyük saygı duyduğum adamdır.
Söz konusu şahıs, 1970 doğumlu bir film manyağıdır. Film okuduktan sonra çalıştığı bakkalda (Quick Stop, NJ) yaşadığı deneyimlerden esinlenip yazdığı ve yönettiği Clerks ile 28000$’a film yapılabileceğini kanıtlayan bir dahidir. Doğup büyüdüğü New Jersey’e delicesine bağlıdır, tüm filmleri orada vuku bulur. Oyuncu kadrosu kankalarından oluşur ki bu kankalar arasında Matt Damon, Ben Affleck, Jason Lee, Ethan Suplee ve Jason Mewes vardır. Hazır Damon-Affleck ikilisinden söz açılmışken ikiliyi şöhrete kavuşturan da Smith’dir, Good Will Hunting’te potansiyel görüp stüdyoya veren ve sonra da para koyan el Smith’e aittir. Daha önce kimsenin yapmadığı şeyleri yazan da bu adamdır. Kısaca size tanıtmamın şart olduğu adamdır.
İlk filmi Clerks tam bir bağımsız yapımdır. Kankalar arasında, zaten çalıştığı yerde çekilmiş, sadece 28000$ harcanmıştır. 1994’te Sundance Film Festivali’nde bomba etkisi yaratmış ve kısa zamanda külte dönüşmüştür. Öykü basittir: Dave ile Randall adlı iki tezgahtarın bir gününü anlatır bizlere. Tabii olaya arkadaşlar, sevgililer, müşteriler ve polis katılır. Yapılan muhabbetler akıllara sezadır. Basitinden bir örnek veriyim de tadı kaçmasın: Randall video kiralamaya gelen bir anne-kızın önünde telefonda 25 porno film sipariş vererek, kızın ilelebet filmlerden nefret etmesini sağlar. Zaten Randall müşterilerine eziyet etmekten zevk almaktadır. Ayrıca dükkanın (Quick Stop gerçek bir market ve şu anda turistlerin gezi düzenlediği bir yer) önünde uyuşturucu satan Jay ve Silent Bob ile de ilk defa tanışırız bu filmle. Jay, hiç susmayan ve durmadan küfreden biriyken kankası Silent Bob, adı üstünde çok özel durumlar hariç konuşmayan bir tiptir.
Filmin başarısı üzerine View Askewnerse evreninin ikinci filmi çekilir: Mallrats. Bu sefer de alışveriş merkezinde takılan iki çiftin bir gününü izleriz. Filmin başında yani sabah ayrılan çiftler gün boyunca çeşitli maceralardan geçer. Bu maceralarda Jay ve Silent Bob, Stan Lee (Spider-Man, Hulk’ın yaratıcısı), Türkiye’de bir ara ‘Saklambaç’ adıyla yayınlanan yarışma, göğüs falı bakan bir falcı teyze yer alır. Clerks kadar iyi olmasa da rahatlıkla gülünüp geyik yapılabilecek bir filmdir.
Üçüncü film ise bence en iyisidir. Romantik-komediye yepyeni bir bakış açısı getirir. Filmin adı Chasing Amy’dir ve bir çizgi roman çizerinin bir lezbiyene aşık olmasını anlatır. Aşka bambaşka açıdan yaklaşarak yeni bir şeyler söyler. Tabii olayın içine yine Jay ve Silent Bob karışır, hatta Bob ağzını açarak monolog atar ki izlenmesi gerekir. Değişik olay örgüsü ve finaliyle tüm türdeşlerinden ayrılan film, 90’ların en iyilerinden biridir.
Dördüncü film, din kurumuna yönelik şimdiye kadar yapılmış en iyi eleştiridir (Monty Python’s Life of Brian’ı saygıyla anıyoruz tabii). Olayın içine melekler, 13. havari (evet, meğerse 13. de varmış ve zenciymiş), ilham perisi (Muse), Azrail ve bizzat Tanrı (Alanis Morissette silüetinde bir Tanrı) karışıyor. Kul kontejanında ise ateist bir kadın ile Jay ve Silent Bob katılıyor olaya. Tahmin edersiniz ki olaylar karışıyor ama gayet komik bir halde. Ana akım komedisinden farklı tatlar arayanlara şiddetle tavsiye edilir.
Beşinci film özel biraz: Jay and Silent Bob Strike Back. Jay ve Silent Bob her zamanki gibi Quick Stop’ta uyuşturucu satarken Hollywood’da ikisine dair bir film çekildiğini öğrenirler, üstelik internette küçük çocuklar film hakkında kötü yorumlar yazmaktadır. Duruma tabii ki Jay ve Silent Bob el koyar ve hemen Hollywood’a hareket ederler. Yolda ve Hollywood’da çeşitli gariplikler onları bekler. Yer yer aşırıya kaçsa da zevkle izlendiği test edilmiştir.
View Askewnerse evreni dışındaki tek Kevin Smith filmi The Jersey Girl’dir. Babalık üstüne küçük bir güzelleme denilebilir. Klişeye düşmeden ayakta kalabilen bir yapımdır. Liv Tyler her ne kadar etkiyi azaltsa da zevkle izlenir. Will Smith diyalogu ise çok özeldir.
Kevin Smith’in (şimdilik) son filmi ise ilkinden 12 yıl sonra çekilen Clerks II’dir. Gülmekten sandalyeden düştüğüm film işte budur (aralıksız 10 dakika güldüm). İlk filmdeki ana karakterler üzerinde giden yapım, yine Dave ile Randall’ın bir gününü anlatır. Yine Jay ve Silent Bob olay yerindedir. Eğlence baştan sona kadar aralıksız sürer. Kaçırılmamalı.
Gelecekte Kevin Smith çalışmaları devam edecek elbette. Bunlar evren içinde mi yoksa dışında mı olacak Alanis Morissette bilir. Ama bildiğim bir şey var, o da bu filmlerin çok eğlenceli olacağı. Sıkı bir Smith hayranı olarak ilelebet bu filmleri izleyeceğim ve izlettireceğim (ilk adım bu yazı, geçmiş olsun, okudun bile, muahahahhahaha).
NOT: Yazıda sıklıkla geçen Silent Bob, Kevin Smith’in ta kendisidir.
Sinemada 80’ler
80’ler garip bir dönem. Tam bir arada kalmışlık abidesi. Ne bilgisayar çağında, ne mektup. Klasik zevkler hızla evrimleşiyor. 70’lerin politik ve biraz da müzikal mirasıyla daha zinde bir dönem yaşanıyor. Soğuk Savaş’ın son demlerini yaşamasıyla kapitalizm hızla yükselişe geçiyor ve bu, her alanda kendini hissettirmeye başlıyor. Politik anlamda Bush-Thatcher dönemi başlarken (Türkiye’de de Özal dönemi), ticari anlamda çok uluslu şirketler giderek yayılıyor. Dünya daha da küçülüyor ama bu değişimin sancıları da geliyor. MTV ilk klibi yayınlarken, CNN 24 saat haber vermeye başlıyor. Bilgisayar gündelik hayata ilk adımlarını atıyor (Çok şükür ki Bill Gates daha küçük!), atari salonları ve Commodore 64’ler fırtınalar estiriyor. Rock giderek trash metale dönüşürken, siyahi bir çocuk popun ilahına dönüşüyor. Tabii ki de moda! Deri ceketler, Harley Davidsonlar, ince kravatlar, vatkalı döpiyesler, çılgınca saç modelleri, Lambada etekleri.
Bütün bu saydıklarım, 80’ler sinemasında kendine yer ediniyor. Çünkü o da arada kalmışlığın derdini yaşıyor. Punk ve videoklip etkisi yavaş yavaş hissedilmeye başlanıyor. 70’lerin sağlam yönetmenleri bireyselleşmeye başlıyor. Auteur kavramı yeniden hortluyor. Stephen King uyarlamaları alıyor başını gidiyor. Teknolojinin gelişmesiyle kameralar küçülüyor ve ev yapımları büyük ekrana yansımaya başlıyor.
İşte kimilerinin kendi ruhu olmadığını söyleyip yok saydıkları, kimilerinde hasta oldukları bir dönem 80’ler. Çoğu kimse yok saysa da, 80’leri çok özlediğimiz bir gerçek. 80’lerin tüm popüler ikonları hayatımıza yeniden girmeye başladı. En son Ninja Turtles ve Transformers’ı tekrar aramızda gördük. İçinde bulunduğumuz zamanı anlayabilmek en iyisinin 80’lere bakmak olduğunu düşündüm ben de, o yüzden bir çırpıda 80’ler turumuza başlayalım. Bu yazıda sadece Hollywood sineması üzerine duracağımızı da belirtelim.
Tabii ki 80’leri anlamak için öncelikle 70’lere bir göz atsak fena olmaz. 70’ler, sağlam filmler yapan, klasik Hollywood’u okumuş yutmuş bir yönetmen kuşağıyla başladı. Bazılarının ‘Sakallılar’ dedikleri bu grup, bence asıl üretkenliklerini 80’lerde vereceklerdi, halbuki başyapıtlarını 70’lerde armağan edeceklerdi. Spielberg Jaws ile popüler sinemaya yeni bir açı getirirken, Scorsese Mean Streets ve Taxi Driver ile sokağa inecekti. De Palma, daha Tarantino çocukken kopya çekmenin başyapıtını çekecekti: Carrie. Coppola arka arkaya efsane filmler çekip Apocalypse Now ile başyapıt çekerek nasıl batırılır, gösterecekti. Nick daha çocukken babası John Cassavetes bağımsız sinemanın ilk örneklerini verecekti. Sergio Leone spagghetti western çekmekten yorulacak ama Clint Eastwood yorulmayacaktı. George Lucas ise Star Wars ile ‘blockbuster’ kelimesini yaratacak, paranın sadece gişeden kazanılmadığını anlayacaktı.
Böylece 80’lere girildi. Yukarıda saydığım tüm yönetmenler, ilginçtir, 70’lerdeki filmlerini tekrarlamadılar, bambaşka işlere imza attılar. Mesela Coppola Apocalypse Now sonrası batınca iki tane gençlik filmi çekti ve bu filmler gerek kadroları gerek içeriğiyle efsaneye dönüştü, ama bu filmlere sonra değineceğim. Ardından Cotton Club ile caza dair en özel filmi yaptı. Spielberg yüreğinin sesini dinledi ve en kişisel projesini beyazperdeye aktardı: E.T. Sonuç başka bir efsaneydi, ortalık “iiiiiiiiiiiiii……tiiiiiiiiiiiii……..” diye dolaşan tiplerle doldu. Ardından ise benim favori Spielberg filmim Color Purple geldi. Scorsese önce Raging Bull ile 70’lere devam etse de ardından sıkı Scorsese hayranları hariç kimsenin izlemediği ama bence The Departed’a beş basan After Hours’u çekti. Lucas Star Wars efsanesini tamamladı, ortalık Jedi’den geçilmedi; arada da Spielberg ile Indiana Jones efsanesini yaratıp arkeolojik dedektif türünü açtılar. De Palma sinemaya iki sağlam tür filmi hediye etti ki hala taklit edilemiyor: Scarface ve The Untouchables. Leone ise 20 yıllık projesini sonunda hayata geçirecekti: Once Upon Time in America. Tıpkı okyanusun öteki tarafında son başyapıtı Fanny och Alexander’ı çeken Bergman ile öbür yakada aynı durumda olup Ran’ı çeken Kurusowa gibi.
Eskinin yönetmenleri alıp başını giderken yeni nesil kendine yavaş da olsa yer açmaya başlıyordu. Yeni türler de ortaya çıkmaya başlıyordu. Mesela 70’lerin sonlarında erken dönem ürünlerini veren gençlik korku (slasher) filmleri gibi. Bu türde genelde bir grup gencin başına musallat olan sapık ya da deli seri katili izliyorduk ve her nedense sadece bakire kızlar hayatta kalıyordu (Katolik propagandasının bu kadarı!). Halloween, Nightmare on Elm Street ve Friday the 13th en popülerleri olacak ve sürüsüne bereket devam filmleri çekilecekti. Diğer yandan ucuz duran zombi filmleri kıymete binecekti ve onların yönetmenleri sonradan 100 milyon dolarlık bütçelerle çalışacaklardı. Evet, Sam Raimi ve Peter Jackson’dan söz ediyoruz. Yeni yeni gelişmeye başlayan özel efekt piyasası ilk başyapıtlarını verecekti: Terminator 2: The Judgment Day’deki T100 veya Ghostbusters’ın şekil hayaletleri gerçekten görülmeye değerdi. Daha piyasada Pixar yokken Disney The Beauty and the Beast ile kaliteli animasyonların ilkine imza atacak, 90’lardaki animasyon patlamasının sinyallerini verecekti.
Hal böyleyken bir tür var ki 80’lerde altın çağını yaşayacaktı: Bu yıllarda çekilen gençlik filmleri hemen her açıdan çok önemli unsurlar içerir. Öncelikle, gençlere oldukça gerçekçi yaklaşır ve onların ruhunu perdeye yansıtır. Tabii bunu yaparken dönemi analiz eder. 80’lerin müziği, modası, argosu, sokak kültürü ve hatta politikası gözler önüne serilir. İkincisi, bu filmlerde görünen genç oyuncular 90’lar ve 2000’lerde birer yıldıza dönüştüler. Mesela Matt Dillon, Demi Moore, Tom Cruise, Kiefer Sutherland, John Cusack, Matthew Broderick, vs. Bu filmlerin teknik kadrosundakiler de ileride önemli işlere imza atacaklardı. Dönemin flaş yönetmen ve senaristi John Hughes’tu. Halen daha onun filmleri kadar gençleri yakalayan filmler yapıldığına inanmıyorum. Breakfast Club bu türün başyapıtı olup herkesin içinde bir şeyler bulacağı bir filmdir. Ayrıca Pretty In Pink, Sixteen Candles, Ferris Bueller’s Day Off (enfes bir okulu kırma filmidir) ve Weird Science dönemin ve türün tüm özelliklerini taşıyan özel filmlerdir. Ayrıca Coppola’nın çektiği efsanevi gençlik filmleri The Outsiders ve Rumble Fish birer başyapıttır. Arka arkaya çekilip kadrosunda Matt Dillon, Diane Lane, Mickey Rourke, Dennis Hopper, Tom Cruise, Nicolas Cage, Laurence Fishburne gibi starları barındıran bu filmler basit ama çok katmanlı filmlerdir. Ayrıca Rob Reiner’ın çektiği Stephen King uyarlaması Stand By Me katıksız bir arkadaşlık filmidir. Yine döneme ait olan gençlik müzikalleri ise başka bir rüzgardır. Patrick Swayze ve Kevin Bacon’un genç kızların kalbini fethedip müzik kültürüne efsanevi şarkılar armağan ettiği filmlerdir: Flashdance, Dirty Dancing ve Footloose en iyileridir.
Bu arada modern romantik komediler ilk ve en sağlam örneklerini veriyordu: Meg Ryan-Billy Crystal ikilisinin When Harry Met Sally’si, Julia Roberts ve Richard Gere’yi ilk defa bir araya getiren Pretty Woman ve John Cusack’ın efsane repliği “I gave her my heart and she gave me a pen!”i söylediği Say Anything.
Bilimkurgu sineması ise artan özel efektlerle yükselişini yaşıyordu. Terminator serisi, Alien serisi, felsefik tür karması Blade Runner. Bu arada David Lynch ve David Cronenberg ilk başyapıtlarını şiddet ve cinselliği iç içe geçirerek veriyordu ki Videodrome ve Blue Velvet döneminin çok ilerisindeydi.
Ticari sinemada ise kanki-zıt ikililer çok para yapıyordu. Eddie Murphy-Nick Nolte 48 Hours, Mel Gibson ile Danny Glover Lethal Weapon ortalığı dağıtıyordu. Bruce Willis Die Hard ile maceraya daha yeni başlıyordu. Eddie Murphy’nin asi polisi ile Steve Martin’in salak karakteri pek popülerdi. Police Academy serisi daha Türkiye’ye gelmemişti ama Amerika’yı sallıyordu. Tom Cruise ve Rob Lowe kızların sevgilisiydi. Top Gun’dan sonra nedense herkes deri ceketle motorsiklet sürerek kızlara hava atıyordu.
Son olarak savaş filmleri pek maçoydu. Stallone ve Schwarzanegger sulu zırtlak savaş filmleri yapsa da Oliver Stone Platoon, Alan Parker Birdy ve Kubrick Full Metal Jacket ile ortalığı birbirine katıp, barışı haykırıyorlardı.
Okuduğunuzda günümüzle bir sürü paralellik olduğunu fark etmişsinizdir. Mesela yazının yazıldığı hafta gösterime giren Superbad, 80’ler gençlik filmlerine çok şey borçlu. Keza geçtiğimiz yaz gişe rekorları kıran Rush Hour 3 80’lerin kalıplarını kullanıyordu. Bunun gibi sayısız örnek bulabilir. Baksanıza Stallone yine Rambo-Rocky serilerine döndü. Suç filmleri yine moda olurken (önümüzdeki aylarda başta American Gangster olmak üzere bolca göreceğiz.) gençlik müzikalleri yine çekilmeye başlandı (Across the Universe ve yakında izleyeceğimiz ABBA müzikali), bağımsız filmler ise kendi sektörlerini yaratıyor. Hal böyleyken 80’leri şükranla anmak kaçınılmaz.
Belki de içimizdeki çocukla ilgilidir 80’lere duyulan özlem. Daha internetin, cep telefonunun olmadığı naif yıllardı onlar. Belki de o yüzden Donnie Darko kendi çapında bir hit oldu yada aynı sebepten o yılların çizgi filmleri, çizgi romanları yeniden popüler oluyor. İşte bu saydıklarım için 80’ler bizim kuşağımız içi apayrı bir mana taşıyor ve hep de taşıyacak.
Filmekimi
Yine sonbahar gelip kapımıza dayandı. Soğuk hava kendini göstermeye başlamışken yağmurlar ince ince dünyaya düşmeye başladı. Herkes için sonbaharın anlamı bir başkadır. Çoğunluk için hüzün mevsimidir, onun için de bazen hazan denir. Yazın sıcacık, kıpır kıpır günlerinden sonra adeta geriye dönüşü simgeler. Hayatın geç dönemlerini tasvir için kullanılır kimi zaman da. Şairler pek sever bu mevsimi. Yere düşen yapraklarıyla bir tuvali andırır çevremiz bazen. Hele bir parkta yürüyorsak. Ama son 6 yıldır sinefiller için farklı bir anlamı daha var. IKSV, İstanbul Film Festivali’nin küçük bir versiyonunu artık her ekimde düzenliyor.
Filmekimi’nin esas oluşum sebebi sinemaseverlerin festivallere olan aşırı ilgisi ve İstanbul Film Festivali’nin artık yetersiz kalışı. Aslında nisan ayındaki Film Festivali hala Türkiye’deki en iyi film festivali ama sonuçta süresi ve film kapasitesi sınırlı. Ayrıca yılda bir defa gerçekleştiğinden bazı olası filmler güncelliğini yitiriyor. Bilhassa Berlin, Cannes ve Venedik Film Festivalleri’nde ilgi görmüş kimi filmler, ertesi yılın nisan ayına kadar bazı dimağlarda bayatlıyor. İşte bu yüzden Filmekimi, bir nevi bu üç önemli festivalin toplaması görevini görüyor. Nitekim bu yılın programına baktığımızda daha iyi anlaşılıyor bu olay. Berlin’den Irina Palm(Sam Garbarski) ve Tuya’nın Evliliği/Tuya de Hun Shi(Wang Quan’an) festival konukları arasında. Ama asıl konuklar Cannes’dan geliyor: Persepolis( Marjane Satrapi & Vincent Paronnaud), Paranoid Park(Gus Van Sant), Metres/Une Vieille Maitresse(Catherine Breillat), Kontrol/Control(Anton Corbijn), Bando/Bikur Hatizmoret(Eran Korilin), 4 Ay, 3 Hafta ve 2 Gün/4 Luni, 3 Saptamini si 2 Zile(Christian Mungiu), Kelebek ve Dalgıç Giysisi/Le Scaphandre et Le Papillon(Julian Schanabel) ve son olarak Sürgün/Izgnanie(Andrei Zvyagintsev). Cannes 2007’nin ödül listesine baktığınızda bu filmlerin adlarını göreceksiniz. Ayrıca Venedik’ten de başta Emir Kusturica’nın son filmi Bana Söz Ver/Zavet dahil birkaç film, festival filmleri arasında.
Ayrıca, az da olsa ünlü oyuncu ve yönetmenlerin sanatsal filmleri kendine yer buluyor: Cronenberg’in yine şiddeti anlattığı son yapıtı Sessiz Tanık/Eastern Promises ilk göze çarpan film. Ayrıca Before Sunset etkisi hissedilen ve benim gibi malum filmin hayranlarınca merakla beklenilen Julie Delpy yönetiminde Paris’te 2 Gün/2 Days in Paris. John Waters’ın ilginç müzikalinin yeniden çevrimi Hairspray(Adam Shankman). Keira Knightley ile kendinden söz ettiren İpek/Silk(François Girard). Son olarak da Güney Kore’nin ilginç yönetmeni (en son Zaman adlı filmini izledim ve yine çok orijinaldi) Kim Ki-duk imzası taşıyan Nefes/Soom.
Bu yıl yine dopdolu bir program sinemaseverleri bekliyor. Festivalin tek mekanı olan Emek Sineması civarında yine entel, sinema manyağı insanlar deli deli koşturacaklar. Arka arkaya 3-4 film seyredip sinema zevkinin doruklarına çıkıp bir nevi orgazm olacaklar. Film aralarında sanatsal sohbetler cafelere taşınacak. Film kritikleri İstiklal Caddesi’nden Tünel’e, oradan da Eminönü’e yankılanıp İstanbul’u sinema sevgisiyle boğacak.
Filmekimi, İstanbul Film Festivali’ne kadar acıkmamak için yediğimiz ama çok doyurucu olmayan şekerlere benziyor. Bir nevi züğürt tesellisi ama bu teselli de bazı sinefiller için fena sayılmaz.
Sinemayı Sevmemin Sebepleri
Bu ay ‘Sinema’ dergisi 150. sayısını çıkarttı. Türkiye gibi eğitimin sınırlı kalıp, sanat dallarına ilgili kısmın çok küçük oranlarda olduğu bir ülkede, 150 sayı büyük bir başarı. Dergi, bu özel sayıyı özel dosyalarla kutlamış. Bunlardan biri de ‘Sinemayı Sevmemizin 150 Sebebi’ dosyası. Dergiye emeği geçen film eleştirmenleri sinemayı neden sevdiklerini sıralamış. Çoğuna katıldığımı söylemeliyim, dosyayı ciddi bir gülümsemeyle okudum. Sonra da ben düşündüm, sinemayı neden bu kadar seviyorum.
İlk sebep Atilla Dorsay’ın yazdığı ‘uzaklara gitme duygusu’. Sinema her zaman gerçek hayattan kaçış formülüm oldu. Gerçek hayat o kadar acımasız, sert ve sürprizlere açık ki tüm bunlardan kaçmama olanak sağladı sinema. Ne zaman üzülsem, hayattan bıksam, hatta bazen ölüm hakkında düşünsem sinema bana kapısını sonuna kadar açtı ve o kapı hiç kapanmadan ve her zaman yeni şeyler vaat ederek orada durdu. Her zaman onun oracıkta olduğunu bildim. Bu duygu bana güven verdi, cesaretlenmemi sağladı. Biliyorum ki ölene kadar da o kapı açık kalacak, hiç kapanmayacak, her zaman beni avutacak.
Sinema, sadece kötü gün dostu değildir, iyi günde de yanınızda yer alır. Önemli bir sınavdan sonra mutlaka sinemaya gitmişimdir. Bir çeşit ödül mekanizması olmuştur benim için.
Sinema bence “Hayatın ta kendisi!”dir. Sinema kaynağını hayatın her yanından alır ve hiç görmediğiniz, tecrübe etmediğiniz olayları görmenizi sağlar. Bu bakımdan sinema, benim öğretmenimdir. Tarihi, felsefeyi, dinleri, psikolojiyi, coğrafyayı, politikayı bana o öğretmiştir. Deneyimim olmadığı duygularla ilk defa o beni karşılaştırmıştır. İhaneti, ikiyüzlülüğü, aşkı, nefreti beyazperdede görmüşümdür.
Sinema dergileri ya da yazıları çok önemlidir. Nerede sinema hakkında bir yazı görsem, o konuyu daha önce belki 10 defa okumuşsam da, mutlaka okurum. Belirli yazarları takip etmeye çalışırım. Her izlediğim filmden sonra, internette o film hakkında kısa bir araştırma yaparım, eleştirilerini okurum, bunları kendi düşüncelerimle karşılaştırıp analiz ederim. Her ay 3 film dergisi alırım, üçünün de her sayfasını dikkatlice okurum ve biriktiririm, çünkü sonradan okumam gerekebilir. Sinema yazını çok önemlidir benim için.
DVD çıktı, mertlik bozuldu. Sinema salonları av salonlarına dönüşmeye başladı. Şu anda hepsi orijinal olan ve bir kısmı Türkiye’de bulunmayan 80’e yakın DVD’m var. Onları izlemek, belgesellerine göz atmak, özenle dizip sıralamak bambaşka bir duygudur.
Sinema afişleri çok önemlidir. Onlar, film hakkında bir ön bilgi sunar. Onlara sahip olmak özel bir histir. Orijinal boyutta 200’ü aşkın afişe sahibim, onun 4-5 katı civarında afişetim var. Her birinin yeri ayrıdır. Bir de pek kimsenin bilmediği, gazetelerden kestiğim afiş koleksiyonum var. 1999 eylülden 2007 haziranına Türkiye’de vizyona giren tüm filmlerin afişlerinin %96’sı özel dosyamda durur. Artık koleksiyonu bitirmemin nedeni gazetelerin bu sayfaları neredeyse bitirmesi olmuştur.
Ayrıca sinemayı sevmemin sebebi kişiler vardır. Robin Williams, Robert De Niro, Al Pacino, Marlon Brando, John Cusack, Kubrick, Bergman, Spielberg, Wenders. Bu isimler bana sinemayı daha çok sevdiren adamlardır. Hepsinin ben de çok özel bir yeri vardır.
Bir de İstanbul Film Festivali. Resmen damardan sinema hazzı aldığınız bir ameliyattır bu festival. Uyuşur, bitkinleşir ama ısrarla daha çok film seyredersiniz. Arka arkaya sinemaya girip film komasına girersiniz ve 2 hafta çıkamazsınız. Daha güzel bir duygu var mıdır hayatta?
Çok yaşa ‘Sinema’, çok yaşa SİNEMA!
Son Yorumlar