Arşiv
Festival Günlükleri – 1
Sabah Feriköy’de uyandım. Aşağı salınarak Nişantaşı’na inerim diyordum. Yeni bir yol deneyinde saçmaladım biraz. Yağmurda yağıyordu nasıl, elde de simit kaybolmuşum hafiften. Toparlamak kısa sürdü neyse ki. Tam reklamlar başlarken City’s’deki salona girdim.
Last Night: Aldatma Üzerine Bir Film
Geçen hafta bir film izledim, fazla iddiası olmayan. Adı Last Night, İstanbul Film Festivali’nde galası yapılacak. Massy Tadjedin’in ilk filmi olan bu kendi çapındaki eser, oyuncularıyla adından söz ettiriyor. Ama benim derdim, oyuncular veya filmin teknik özellikleri değil ki onlar da fena sayılmaz, gereken yapılmış.
Festivalin’in Blogu Açıldı
Bu yıl İstanbul Film Festivali’nin 30. yılı. Festival ekibi de bu yuvarlak sayıyı kutlamak için bir blog açmış, festivalseverlerden anılarını yazmasını istemiş. Ben de boş durmadım, kendi festival hikayemi anlattım.
İstanbul Film Festivali’nden 6 Film
29. İstanbul Film Festivali’nin Sorunları
İstanbul Film Festivali çeşitli sebeplerle kan kaybetmeye devam ediyor.
Öncelikle artık belli bir kesim için festival gerekliliği tartışılır oldu. Kendimi de kısmen katabileceğim sinemaya yalnız giden, asosyal film manyakları çok daha iyi bir kaynak buldular nadide filmleri seyretmek için: İnternet. İsteyen filmini çeşitli kaynaklardan indirdi, isteyen de kılını kıpırdatmadan dünyanın öbür ucundan kolisini getirtti. Yani eskiden festivallerin esas kozu olan nadide filmleri sadece kendilerinde seyretme avantajları ellerinden alındı.
Diğer yönden sinemanın büyüsü giderek evlere de girmeye başladı. Bir güzel ekran ve uygun ses sistemiyle sinema keyfini salondan farksız yaşayabilirsiniz. Sonuçta dışarı çıkıp, bilet alıp, gereksiz reklamlar seyredip, tanımadığınız insanlarla film izlemek yerine vinizde rahat rahat kurulup filmin tadını çıkarabilirsiniz.
Bunların dışında İstanbul Film Festivali’ni ilgilendiren başka konular da var: Salonsuzluk, var olanların yetersizliği, tanıtma beceriksizliği (bilhassa bu yıl!), program kısırlığı, vb. Çok uzatmadan hepsine değinelim:
Emek fiyaskosu malum! Beyoğlu Belediye Başkanı’nı kapıya o güzelim plaketi astığı için kutluyoruz! (Adam, şaka gibi, burada bir zamanlar sinema vardı diye yazı asmış, ötesi var mı!)
Emek’in yerine baş salonluğu almış gibi görünen Yeni Rüya dökülüyordu! İlk filmimde iki yanımdaki koltuk kırık çıktı ve festivalin 8. günüydü. Geçen senelerdeki Yeni Melek fiyaskosu hala hafızalarda korunuyor. Gerçi İKSV ne yapsın, İstanbul’da alışveriş merkezleri hariç salon mu kaldı, layığıyla film izlenebilecek? “Her yer alışveriş merkezi olmalı!” mantığındaki belediye de bir şey yapmayınca hele!
Ayrıca ilk defa bu kadar cansız reklemlar ve tanıtım izledim. İstanbul’da kaldığım 2 günde de sinemalar hariç festivalin esamesi okunmuyordu. İstiklal bile pek bir olağandı.
Geçen yıl kadar olmasa da ilgiye yönelik bir programdan çok uzaklaşıldı festivalde. Hülya Uçansu’nun eksikliği mi diye düşünüyorum artık. Galalar bile gündüze konmuş yanılmıyorsam. Haftasonu programları yerlerde resmen. İnsan biraz güzel filmler koyar. Çok ciddi program hataları hissediliyor. Mesela o kadar güzel Türk filmlerinin nerdeyse hiçbiri haftasonuna konmamış. Ya yap 10 TL, millet yeni film izlesin. Ucuza diye illa hafta içi mi olmalı?
Ayrıca 6 yıllık festival deneyimimde ilk defa üst üste 2 altyazı sorununa şahit oldum. Organizasyon eksikleri de artmış anlayacağınız.
Ben bunları yazarken üzülüyorum. Çünkü İstanbul Film Festivali, ülkemizin (yurtdışında) en ünlü ve en iyi festivalidir. Ama politik ve şahsi çıkarlar işte böyle mahvediyor değerimizi.
İzlediğim 6 filmin yazıları haftasonuna kaldı artık. Orada bir daha toparlarız festivali.
Festival Günlükleri – 9 (18 Nisan)
Bir festival daha sona erdi. 28. İstanbul Film Festivali de böylece sona erdi. Başta IKSV olmak üzere tüm iştirakçilere teşekkürler. 18 filme gittim, hepsinin tadı ayrıydı. Bir ikisinden belki hoşnut kalmadım fakat onlar bile birer deneyimdi, farklıydı.
Son günden çok keyif aldım. Her ne kadar resmi kapanış pazar olsa da ben cumadan Nokta filmi ile noktayı koydum. Son gün enteresandı gerçekten. Önce ne zamandır izlemek istediğim bir Türk filmi. Ardından tokat gibi bir Çin filmi. Son olaraksa Derviş Zaim’in son filmi. Harika bir sinema günüydü.
Anayurt Oteli’nin yapısını ben hiçbir Türk filminde görmedim. Yabancı filmlerde karşılaşıyoruz ancak, belki de bu yüzden filmi izlerken ve sonrasında aklıma örnek olarak hep yabancı filmler geldi. Filmi şöyle resmedebiliriz mesela: Psycho ile The Shining’in karışımının dram versiyonu. Bir otel var ana eksende. Adsız bir Anadolu kasabasında istasyonun tam karşısında konaktan dönüştürülmüş bir otel ve onun işletmecisi: Adı Zebercet. Film Zebercet’in psikolojisi üzerine. Tüm hayatı otel olan Zebercet, başka hayat tanımamış. Annesini erken kaybetmesine paralel olarak çeşitli saplantılara sahip ama bunu dışarıya yansıtmıyor. Böylece içten çürüyor yavaş yavaş. Bir pirinç taşı dişi kırar misali otele gelen yalnız bir kadın Zebercet’in kabuğunu kaşıyor. Kaşınan yara daha da kaşınıyor ve sonunda kabuk yarılıyor. Film çok faklı analizler barındırıyor. Ayrıca son zamanlarda üzerinde çok kafa yorduğum ‘sistemin bireyi kontrole alıp bireyliğini yok etmesi’ düşüncesine harika bir görsel örnek. Türk Sineması’nda türünün tek örneği ve başyapıtı.
Kör Dağ, bana kocaman bir tokat attı. Kanımı dondurdu resmen, şoke oldum. Filmden çıktıktan sonra bir süre öylesine yürüdüm, hedef belirlemeden. 10 dakika sonra birisiyle konuşmazsam bu halden çıkamayacağımı anlayıp telefona sarıldım. Film, üniversite mezunu bir kızın yakın bir arkadaşı tarafından bir dağ köyündeki aileye satılmasını ve sonrasını anlatıyor. Kız satıldığını köyde sabah uyanınca anlıyor ve yapabileceği bir şeyin olmadığını kavrıyor. Köy zır cahil, en yakın kasaba uzakta, iletişim yok ve polis köylünün yanında. İbretle izledim. Belki Avrupa’da yaşasam beni bu kadar etkilemezdi ama Türkiye’de buna benzer durumların olabileceğini (gerçi bu kadarını duymadım) bildiğim için daha da etkiledi beni. Bir ara erkekliğimden utandım ve nasıl bir dünyada yaşadığımı kavradım. Ama en berbatı filmin finaliydi. Film boyunca gerilen bedenim sanki bir anda tuzla buz oldu.
Derviş Zaim ulusal sinemamızda sembolizmin 1 numaralı temsilcisi. Filmlerinde her hareketin başka bir anlamı var. Bundan önceki filminden itibaren de eski sanatlara merak sardı. Cenneti Beklerken minyatür üzerine bir denemeydi, konu olarak çok iyi bulmasam da minyatürün perdeye aktarımı çok başarılıydı ve bunun başka bir örneğinin olmaması filmi eşsiz yapıyordu. Nokta’yı da hat sanatı üzerine kuruyor. Onu yazmak, yazmak için inanmak, inanmak için de arınmak gerektiğinden bahsediyor ve film boyunca bunu anlatıyor. Konu yine çok çekici değil ama rahat akıyor. Filmin eşsizliği tekniğinde yine. Öncelikle hatla yapılmış jenerik harikulade, hayran kaldım. İkincisi film sadece tek planlardan oluşuyor, toplamda maksimum 15-18 plan var yani ki bunu çekebilmek yürek ve zeka ister. (Normalde bir filmde 300-500 plan olur) Yine hayran olmamak elde değil. Üçüncüsü plan geçişlerine bayıldım. Müzik kullanımı enfes. Ama Türk seyircisi yine bu filmi pas geçecek ve bilmeyecek çünkü izlemek de farklı bir bakış açısı istiyor.
Anayurt Oteli
Oyuncular: Macit Koper, Şehika Tekand, Serra Yılmaz, Orhan Çağlar, Osman Alyanak, Osman Çağlar, Yaşar Güner, Kemal İnci – Görüntü Yönetmeni: Orhan Oğuz – Müzik: Atilla Özdemiroğlu – Senaryo: Ömer Kavur (Yusuf Atılgan’ın romanından) – Yönetmen: Ömer Kavur – *****
Kör Dağ/Mang Shan
Oyuncular: Lu Huang, Youan Yang, Yuling Zhang – Görüntü Yönetmeni: Jong Lin – Senaryo ve Yönetmen: Yang Li – ****
Nokta
Oyuncular: Mehmet Ali Nuroğlu, Serdar Çelik, Settar Tanrıöğen, Mustafa Uzunyılmaz – Görüntü Yönetmeni: ?? – Müzik: Mazlum Çimen – Senaryo ve Yönetmen: Derviş Zaim – ****
Festival Günlükleri – 8 (17 Nisan)
Türk Sineması sonunda yolunu bulmaya başladı. Yereli anlatarak dışarıya açılmak, basit ama zorlu bir formül. Bizim yapımcılarımız, Türkiye’deki her sivri zeka gibi yabancı formülleri kopyala/yapıştır yaptığından kısır döngü içinde, anlatacak bir şeyi bulunmayan, kof filmler yaptılar. Yeşilçam geleneği uzun yıllar sürecek sandılar, oysa ki gün gelince maddi anlamda da çöktüler. Keza günümüz popülist filmlerinin benzerleri yurtdışında sürüyle çekiliyor. Karakter adları ile mekanları Türkleştirince sorunun çözüldüğünü zannedenleri gelecekte büyük fiyaskolar bekliyor.
Oysa yereli anlatmak farklı, orijinal. O hayatı solutmak başarı. Örnekleri giderek artıyor ve artmaya devam edecek. Karpuz Kabuğundan Gemiler Yapmak ile Dondurmam Gaymak bunun yerinde örnekleriydi. Bunlara şimdi de Tatil Kitabı ekleniyor. Silifke’de yaşanan bir yazı anlatıyor. Dört erkek karakterin yaşamlarını değiştiren yaz aracılığıyla yerelin daha sonra da ülkenin sorunları hakkında saptamalarda bulunuyor. Gerçek manada hoş bir deneme. İnsanı sakinleştiren, ferahlatan bir havası var, bunun yanında düşünmeye de sevk etmesi takdire şayan. Müziksiz olmasının dezavantajını yaşatmadan temposunu tutturabilmiş. Amatör, yerel oyuncular gayet iyi, yalnız oyuncu yönetimi biraz aceleye gelmiş. Toparlarsak, gururla izlenebilecek yalın bir film var karşımızda fakat bu yalınlığı gişede tepebilir.
Bu yolda devam ederse Türk Sineması büyük bir başyapıt çıkarabilir bu tarzda. Aman dikkat, şımarmadan yola devam.
Tatil Kitabı
Oyuncular: Tayfun Günay, Harun Özüağ, Taner Birsel, Ayten Tokun, Osman İnan, Rıza Akın – Görüntü Yönetmeni: Arnau Valls Colomer – Senaryo ve Yönetmen: Seyfi Teoman – ***1/2
Festival Günlükleri – 7 (15 Nisan)
Biraz alternatif bir gündü. Hatta fazla alternatif bile denilebilir. Önce Çeçen-Rus savaşını sorgulayan bir Rus filmi. Sonra tarihin en ‘underground film’lerinden bir Meksika filmi. Gerçekten garipti. Hafif de festival yorgunluğu başladı. Neyse ki çarşamba boş.
Alexandra, sıkıcı bir film. 80 yaşındaki bir kadının torununu ziyarete cepheye gitmesini anlatıyor. Kadının gözünden askerleri, ordugahı ve savaş gerisini görüyoruz. Saptamalar ilginç tabii. Ama şahsen Rus-Çeçen Savaşı pek ilgimi çekmiyor, bence dünyanı en saçma savaşı. Hal böyleyken film de pek çekici gelmiyor. Galina Vishnevskaya’nın inanılmaz doğal oyunu şaşkınlık verici. Eli yüzü oldukça düzgün bir film ama konusunun ilgi çekmesi gerek.
Dünyanın en garip filmlerinden biri herhalde. Konusu, çekimleri, oyuncuları, dekoruyla külliyen garip. Anlatılacak gibi de değil hani. Şöyle söyleyeyim: Bir ara ciddi manada Cüneyt Arkın’ın gözükmesini bekledim ve gözükseydi hiç garipsemezdim. O kadar saçma şeyler var yani. Soft pornoya da kayıyor, sonra western oluyor, bir ara komedi oldu, sonra yine westerne döndü. Dini göndermelerle dolu. 60’lara atıflar var. Var da var. Ne kadar yazsam boş, izlemeniz gerek. Yalnız sizin zevkinize gider mi, orası meçhul. Bu arada filmin adı El Topo, hiç ticari gösterime girmemiş, ciddi fanatikleri var (John Lennon, Dennis Hopper, Marilyn Manson gibi) ve son 10 yıldır devam filmi çekilecek ama çekilemiyor.
Alexandra
Oyuncular: Galina Vishnevskaya, Vasily Shevtsov, Raisa Gichaeva, Andrei Bogdanov, Alexander Kladko – Görüntü Yönetmeni: Aleksandr Burov – Müzik: Andrei Sigle – Senaryo ve Yönetmen: Aleksandr Sokurov – **1/2
Köstebek/El Topo
Oyuncular: Alejandro Jodorowsky, Brontis Jodorowsky, Mara Lorenzio, Jacqueline Luis, Robert John – Görüntü Yönetmeni: Rafael Corkidi – Müzik: Alejandro Jodorowsky, Nacho Méndez – Senaryo ve Yönetmen: Alejandro Jodorowsky – ***
Festival Günlükleri – 6 (14 Nisan)
Tüm duyularımın açık olduğu bir gündü. Tam film izlemelik yani. Belki de o yüzden izlediğim iki filmde de kendimden bir şeyler buldum. Alıp götürdüler beni, çok uzaklara. Zaten amacımız bu değil mi? Bu saçma sapan, maddiyatçı dünyadan 1-2 saat olsun kaçıp kurtulmak?
İlki İsrail’den gelen ilginç bir film: Denizanası. 3 farklı kadının hayatından kesitler izliyoruz. Yer yer depresif ve klişe olsa da garip bir şekilde ferahlatıcı bir etkisi var. Parçalanmış aile kavramı üzerinde oldukça duruyor fakat yaptığı saptamalar yeni açılımlarda bulunmuyor. Festival ortamında farklı tatlar tatmak için izlenebilir yoksa bir sürü benzeri var.
Günün ikinci filmi uzun zamandır izlemek istediğim bir Türk filmi: Soğuktu ve Yağmur Çiseliyordu. Çok beğendiğimi, hatta umduğumdan daha fazla beğendiğimi itiraf etmeliyim. Film, zamanlar hakkında: geçmiş zaman, şimdiki zaman ve gelecek zaman. Günümüzün maddiyat yüklü dünyasında, yani şimdiki zamanda, geçmişin unutulup ihmal edildiğini hatırlatıyor. Geçmişte yaşadığımız bazı deneyimlerimizi iyi kavrayamadığımızı, ama gelecek zamanda o anı anlayacağımızı ama işin işten çoktan geçmiş olacağını ifade ediyor. Ve tüm bunları o kadar güzel ifade ediyor ki hayran olmamak elde değil. Ana eksende imkansız bir aşk var: Udi Cemal Bey ile Assolist Irmak Hanım arasında. Cemal Bey, assoliste platonik aşık ve bunu şimdiki zamanda yaşıyor. Irmak Hanım ise aynı aşkı geçmiş zaman halinde yaşıyor, Cemal Bey ölünce hatıraları hatırlayarak. Türk Sineması’nda izlediğim en iyi 10 filmden biri. Çok farklı tatlar alacağınız bir film. Filmi izlerken Cengiz Onursal’ın bir sözü aklıma geldi, ne kadar doğruymuş: “Klasik Türk Müziği öldü. Ruhuna el fatiha!”
Denizanası/Meduzot
Oyuncular: Sarah Adler, Tsipor Aizen, Bruria Albek, Ilanit Ben-Yaakov, Ma-nenita De Latorre, Miri Fabian, Shosha Goren – Görüntü Yönetmeni: Antoine Héberlé – Müzik: Christopher Bowen – Senaryo: Shira Geffen – Yönetmen: Shira Geffen, Etgar Keret – **1/2
Soğuktu ve Yağmur Çiseliyordu (Udi)
Oyuncular: Türkan Şoray, Ekrem Bora, Gülsen Tuncer, Bülent Ufuk, Alev Koral – Görüntü Yönetmeni: Ertunç Şenkay – Müzik: Melih Kibar – Senaryo ve Yönetmen: Engin Ayça – ****1/2
Festival Günlükleri – 5 (13 Nisan)
Bugün daha rahat olduğu kesin. Programımda sadece tek film var. Çoğu arkadaşımın gelmek isteyip de ya bilet bulamadığı ya da zamanının uymadığı bir film. Bunca talep boşuna değil. Kült film Eternal Sunshine of the Spotless Mind’ın yönetmeninin son filmi. Emek ağzına kadar doluydu. Doğal olarak seyirci genç ağırlıktaydı. Merak ettiğim şey ise ESOTSM’a 1 yıldız veren Atilla Dorsay’ın da seyirciler arasında olmasıydı. Acaba o, filmden sonra ne düşündü?
Be Kind Rewind’a dönelim biz. Gondry’den yine deli işi bir film. Video dükkanında takılan iki salak kafadar, tüm video kasetlerini silerse ne olur? Hepsini kendileri çekmeye başlarlar. Çekim sahneleri gerçek manada komik. 2001, Ghostbusters, Rush Hour II gibi filmlerin çekimleri gerçek manada komedi. Tabii işin içine biraz duygusallık eklenince film yörüngeden sapıyor. Hatta finaldeki duygu yoğunluğu sanki konsepte tamamen ters. Bu bakımdan The Science of Sleep daha tutarlıydı, aşk filme güzel yediriliyordu. Ama bu filmde olmamış. Sonuçta keyifli bir seyirlik ama… Aması biraz da size kalsın.
Lütfen Başa Sarın/Be Kind Rewind
Oyuncular: Jack Black, Mos Def, Danny Glover, Mia Farrow, Melonie Diaz, Irv Gooch, Chandler Parker – Görüntü Yönetmeni: Ellen Kuras – Müzik: Jean-Michel Bernard – Senaryo ve Yönetmen: Michel Gondry – ***
Son Yorumlar